Beş aydan fazla zamandır siyonist işgal güçlerinin Gazze’de korkunç soykırım katliamı ve bu katliama rağmen Filistin halkının onurlu direnişi ve mücadelesi devam ediyor. Siyonist katillerin böylesine korkunç ve vahşi bir katliamı sürdürebilme cüreti göstermelerinin sebebi bu savaşı tek başlarına değil emperyalizmin özellikle Batı kanadının tam desteğiyle sürdürmeleridir. Yani bu katliam siyonist katillerin tek başlarına değil küresel emperyalizmle birlikte sürdürdükleri bir katliamdır.
Zaman zaman medyada, “Gazze’deki savaş bir üçüncü dünya savaşına yol açar mı?” gibi soruların gündeme getirildiğine rastlıyoruz. Bu tür sorular daha önce farklı krizlerle bağlantılı olarak da gündeme getirilmişti. Bu belki çoğu zaman spekülasyon ve bir korku psikolojisi oluşturmak için birilerini bir şeylere zorlama amaçlı panik oluşturma siyaseti olabilir.
Spekülasyon amaçlı ve psikolojik yönlendirme tarzındaki komplo teorilerini esas alan enformasyon savaşını bir kenara koyup Gazze’de yaşananları yakın mesafeden incelediğimiz zaman orada zaten fiili olarak bir dünya savaşı verildiğini itiraf etmek zorunda kalırız.
Tabii ki bu savaş, coğrafi açıdan geçmişte “dünya savaşı” olarak nitelendirilen savaşların yayıldığı alana nispetle çok küçük bir alanda verilmektedir. Gazze 365 km2’lik bir alana sahiptir ki bu kadarlık alan sadece Filistin topraklarının bile %1’ini biraz aşmaktadır.
Ama Batı emperyalizminin başını çeken ABD orada bilfiil savaşıyor. ABD’nin sadece silah, teçhizat, ekonomik destek ve strateji yardımı yapmakla kaldığını düşünenler ciddi bir yanılgı içindedir. ABD’nin askerleriyle orada fiili olarak savaştığını 25 Şubat 2024 tarihinde, Vaşington’daki İsrail büyükelçiliğinin önünde kendini yakan Amerikan askeri Aaron Bushnell’in arkadaşlarına göndermiş olduğu mesajlar da gün yüzüne çıkardı. Bushnell de kendisinin böylesine korkunç bir katliamın suç ortağı olmak istemediğinden dolayı böyle bir tepki gösterdiğini dile getirmişti.
Batı emperyalizmin başını çeken İngiltere, Almanya, Fransa başta olmak üzere muhtelif Avrupa ülkeleri de bilfiil savaşın içindedir. Onların da sadece lojistik, stratejik ve diplomatik destek vermekle yetinmeyerek siyonist işgal rejiminin ordusunda “yedek asker” olarak yazılan vatandaşlarına savaşma izni vermek hatta bu konuda muhtelif kolaylıklar sağlamak suretiyle savaşa bilfiil iştirak ettikleri artık iyice gün yüzüne çıktı. Kara operasyonlarında öldürülenlerin birçoğunun başta Hindistan olmak üzere işgalci siyonistlerin muhtelif ülkelerden topladığı askerler olduğunu ve işgal rejiminin onlardan öldürülenleri “askeri kayıplar” listesine bile dahil etmediğini özellikle belirtelim.
Küresel emperyalizm sadece askerleriyle değil medyasıyla, diplomatik temsilcilikleriyle, istihbaratıyla ve ekonomik kurumlarıyla bu savaşın içindedir. Çünkü siyonist işgal, küresel emperyalizm ve özellikle de ABD ve Avrupa Birliği açısından büyük bir önem taşımaktadır ve Aksa Tufanı’nın onun geleceğini ciddi şekilde tehlikeye sokacağının görülmesi hepsinin birden paçalarının tutuşmasına sebep olmuş, o yüzden hep birlikte harekete geçmişlerdir.
Diğer yandan küresel emperyalizmin İslam dünyasıyla ilgili projelerinin bir koordinasyon merkezi ve karakolu konumunda olan siyonist işgal rejimi karşısında verilen mücadele de tüm İslam âlemini hatta dünyanın bütün özgür insanlarını temsilen verilen mücadeledir. Yani orada sadece Gazze halkı veya Filistin halkı için değil bütün İslam âleminin hakları ve insani değerlerin savunulması için bir mücadele verilmektedir.
Ama ne yazık ki bir taraf bütün imkanlarıyla ve organlarıyla bilfiil cephede ve savaşın içinde aktif olarak yer alırken bir taraf sadece kendini temsil eden küçük bir kitle vasıtasıyla savaşabilmektedir. O kitlenin mücadelesini haklı bulan hatta kendileri adına verilen bir onur ve hak mücadelesi olduğuna inanan kitlelerin orada fiilen savaşan ya da savaş sebebiyle kuşatmaya alınan kitleye insani yardım, gıda ve ilaç göndermesine bile fırsat verilmiyor. Bunun sebebi ise bir tarafta siyasi iradenin savaşa iştirak etmesine rağmen diğer tarafta durmaları gerekenlerin ya doğrudan kendi halklarının değerlerine ihanet etmeleri ya da bazı çıkarlarına zarar gelebileceği endişesiyle arka planda kalmayı tercih etmeleridir. Bu durum cephede fiili olarak karşı karşıya gelenler arasında çok büyük bir güç dengesizliğinin ve farkının oluşmasına neden oluyor. Buna bir de siyonist işgalin sürmesi için savaşa bilfiil iştirak edenlerin tüm insani ve ahlaki değerleri ayaklar altına alan vahşeti, canavarlığı eklenince tarihte benzerinin çok nadir görülebildiği korkunç katliamlar, yıkımlar ve tam anlamıyla bir soykırım sürdürülüyor.
Bu kadar büyük bir denge farkına ve dar bir alana sıkıştırılmış bir topluluğun dışarıdan gıda ve ilaç dahil her türlü desteği almasının engellenmesine, bu halka karşı zulüm ve vahşette hiçbir sınırın gözetilmemesine rağmen yine bu halkın onurla mücadele edebilmesinin sebebi ise azim ve kararlılıktır. O insanlarla aynı safta duran halkları temsil eden siyasi otoritelerin özgür iradeden yoksun olmaları sebebiyle geri planda kalmayı tercih etmelerine rağmen Gazze’de kuşatmaya alınan halk özgür iradesiyle zulme karşı onurla ve kararlılıkla mücadele etmeyi tercih edebiliyor. Bu dünya hayatının sonsuz olmadığının farkında oldukları gibi ölümün de bir son olmadığına bütün samimiyetleriyle inanıyorlar. Çağımızın iyice azgınlaşan ve arsızlaşan emperyalist güçleri karşısında böylesine kararlı bir şekilde mücadele edilmesini sağlayan en önemli etken işte bu iradedir.
Katliamlarla ve yıkımlarla Gazze’deki halkın ve onu temsil eden direnişin iradesini kıramayacağını anlayan emperyalist güçler şimdi aç bırakma silahını kullanarak bu halkı dize getirmeye çalışıyor ve teslim olmaya zorluyorlar. Geçmişte bu silahın kullanıldığı savaşlardan sonuç alındığına dair bilgi ve tecrübeler kendilerini ümitlendiriyor.
Aslında aç bırakma silahı, savaşlarda kullanılan en vahşi, en iğrenç silahlardan biridir. Bu silah kimyasal silahlardan ve hatta nükleer silahlardan daha tehlikelidir. Ama tarihte bu silahın da başarılı olamadığının örnekleri mevcuttur. En bariz örneklerinden biri Mekke’de Hz. Peygamber (a.s.) ile onun ashabına ve tebliğ ettiği inanç sistemine henüz tabi olmuş olmasalar da onu himaye etmek amacıyla destek veren akrabalarına karşı uygulanan ve üç yıl süren aç bırakma ablukasıdır. Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabı bu ablukaya direnmiş ve geri adım atmamışlardır. Sonuçta ablukadan rahatsız olan bazı kişilerin etkin bir şekilde tavır koymaları ve ablukaya destek verenlerin aralarında ittifakı sürdürmek amacıyla yazıp Kâbe duvarına astıkları anlaşma metnini yırtmasıyla abluka kırılmıştır.
ABD emperyalizmi bu silahı yakın zamanda Somali’de de kullandı. Gerçi orada aç bırakma yönteminin kullanılması suretiyle değil de önceden izlenen birtakım politikaların ve çıkarılan fitnelerin sebep olduğu açlık felaketinin istismar edilmesi suretiyle siyasi bir çıkar elde edilmesi için oyun oynanmış ve bu oyun çerçevesinde ABD Somali’ye askeri çıkarma yapmıştır. Ancak ABD bu olayda Somali halkının açlık ve biçareliğini sonuna kadar istismar etmesine rağmen askeri planında başarılı olamadı ve sonunda zelil bir şekilde askerlerini çekmek zorunda kaldı.
Şimdi Gazze’de uygulanan aç bırakma politikasının siyonist işgal rejiminin tek başına uyguladığı bir politika olduğu düşünülmemelidir. Bu politikanın planının geliştirilmesi ve zeminin oluşturulmasında işgal rejimi ABD’yle ve Avrupa’daki ortaklarıyla birlikte çalışmıştır. En başta Filistinli mültecilere yardım amacıyla BM’ye bağlı olarak kurulmuş olan UNRWA’ya desteklerini çekmeleri ve bunun için siyonist işgalcilerin hiçbir dayanağı olmayan yalan ve iftiralarından yararlanmaları aç bırakma projesinin bilfiil içinde olduklarını çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Arka planda siyonist işgal rejimiyle birlikte “aç bırakma” projesini geliştiren ve onunla birlikte bu projenin bilfiil içinde yer alan emperyalist cephenin daha sonra aç insanlara güya havadan paraşütlerle gıda malzemesi atması aslında tüm insanlıkla alay etmek anlamına gelir. Şeytanın bile zor tasarlayabileceği böylesine sinsi bir sahtekarlıkla insanların gözlerini boyamaya çalışmaktadırlar. Oysa ABD’nin desteği olmadan siyonist işgal rejiminin aç bırakma projesini uygulaması mümkün olmadığı gibi onun itiraz etmesi durumunda işgalci siyonistlerin gıda yardımının bölgeye girmesini engellemeleri de kesinlikle mümkün değildir. İşgalcilerin bölgeye karadan insani yardım girmesini engellemeleri ancak ABD’nin onay ve desteğiyle mümkün olabilir. Zaten dediğimiz gibi aç bırakma projesi de ikisinin ortak projesidir. Muhtelif Avrupa ülkeleri, Kanada, Japonya gibi şeytanın cephesinde yer alan diğer ülkeler de en başta UNRWA’ya desteği kesmek suretiyle bu projenin etkili olması için yürütülen hazırlık çalışmalarına ve zemin oluşturma çabalarına doğrudan iştirak etmişlerdir.
Bütün bunlar Gazze’deki savaşın aslında bir dünya savaşı olduğunu teyit eden gerçeklerdir. Ama orada çağın tüm azgın güçlerinin ittifakına karşı kararlılıkla mücadele eden halkın yalnız kalması, vicdanları isyan edenlerin acziyet içinde hadiseleri seyretmekle kalması ya da birtakım protesto eylemleriyle, dualarla ve etkinliklerle kendini rahatlatmaya zorlanması ümmet kimliğimizi, birlik ve bütünlüğümüzü, siyasi otoritemizi kaybetmemiz sebebiyledir. İslam toplumlarının birliğini temsil eden siyasi otoriteyi ortadan kaldırmanın Müslüman halklar açısından nelere mal olduğu gerçeğini bugün 100 yıl sonra Gazze’de bir kez daha yakından gözlemliyoruz.
Gazze’nin imdadına koşmak ve oradaki halkı çağın en azılı canavarlarının pençelerinden kurtarmak acil bir görev ve bunun için yapılması gerekeni en hızlı şekilde yapmamız gerekiyor. Ama ileride benzerlerine şahit olmamak için Müslüman halkların birlik ve bütünlüğünü temsil edecek siyasi otoriteyi oluşturmak ve bağımsız karar verebilecek siyasi iradeye sahip olabilmek için çalışmaları da kesintisiz bir şekilde sürdürmek zorundayız.
Mısır Cuntasından İhvan Liderlerine İdam Cezaları
Gayri meşru darbe yoluyla tamamen kanunsuz bir şekilde yönetimi gasp eden Abdülfettah Sisi, Gazze’deki katliamların gündemi meşgul etmesinden de istifade ederek Müslüman Kardeşler cemaatinin, aralarında Genel Mürşid Muhammed Bedi’i’nin de yer aldığı sekiz liderine idam cezası verdi. Sisi’nin uzaktan kumandalı sözde Devlet Güvenlik Ceza Mahkemesi ayrıca 37 kişiye müebbet, 6 kişiye 15’er yıl, 7 kişiye de 10’ar yıl hapis cezası verdi.
Mısır’daki cuntanın ülkedeki siyasi hareketlerin mensuplarına yönelik mahkeme kararlarının hukuki değil tamamen siyasi amaçlı zulüm kararları olduğunu, herhangi bir yargılamanın yapılmadığını, tamamen siyasi otorite tarafından verilen talimatların yerine getirildiğini ve sadece kararlara “kanun” kılıfı geçirmek amacıyla mahkemeler vasıtasıyla resmileştirildiğini artık bütün dünya görüyor.
Bugün siyonist işgal rejiminin Gazze’de sürdürdüğü katliamda ve özellikle son dönemde daha da katılaştırdığı aç bırakma politikasının etkili olmasında Sisi cuntasının önemli bir payı olduğu biliniyor. Eğer ki Sisi’nin arka plan desteği olmasaydı Siyonistlerin ve onunla aynı safta savaşan ABD’nin ve ortaklarının bütün bu katliamları ve yıkımları yapmaları kolay olmayacaktı. Filistin direnişin dışarıdan her ne şekilde olursa olsun destek almasını engelleyen Sisi yönetimidir. Bu da Gazze halkıyla aynı safta duran Mısır halkının başına musallat olmuş bir cuntanın siyonistlerle aynı safta durduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Pakistan Seçimleri
Pakistan’da uzun süren siyasi çalkantılardan sonra 8 Şubat 2024 tarihinde gerçekleştirilen parlamento ve eyalet meclisleri seçimlerinin favorisi yine ülkenin eski başbakanı İmran Han idi. İmran Han kendisi hapiste olduğundan seçime katılamadı. Liderliğini yaptığı Pakistan Adalet Hareketi Partisi’ne (PTI) de yasak konduğundan parti listesiyle de seçime giremedi. O yüzden onun taraftarları bağımsız adaylar olarak seçimlere katıldılar. Parlamentoda en çok sandalye elde edenler de İmran Han’ı destekleyen bağımsız adaylar oldu. Ancak onlar hükümet kurmaya yetecek çoğunluğu elde edemediler. Hükümeti kurabilen yine Pakistan Müslüman Ligi – Nevaz Partisi oldu. Parlamentoda elde ettiği sandalye sayısı itibariyle ikinci sırada yer alan bu partinin başka siyasi parti ve gruplarla ittifak sağlayarak kurduğu hükümet güvenoyu alabildi ve partinin lideri Şahbaz Şerif yeniden başbakan oldu.
Ancak İmran Han’ın taraftarları seçimlere hile karıştığını ileri sürerek muhtelif şehirlerde protesto gösterileri düzenlediler.
İran Seçimlerine Rağbet Olmaması
İran’da 1 Mart 2024 tarihinde parlamento ve Uzmanlar Meclisi üyelerinin belirlenmesi için seçim yapıldı. Ancak seçime katılım çok düşük oldu. Resmî açıklamalara göre katılım oranı %42 civarında oldu. 61 milyon seçmenden sadece 25 milyonu oy kullandı ve onların da %5’i geçersiz sayıldı. Dolayısıyla resmi verilere göre bu seçim şahlık rejiminin yıkılmasından sonra gerçekleştirilen seçimler içinde en düşük oranda katılımın gerçekleştiği seçim oldu.
Katılım oranının düşük olmasında halkın seçimlere güveninin azalmasının önemli bir etkisinin olduğu tahmin ediliyor. Çünkü adayların belirlenmesinde ülkedeki otoritenin müdahalelerinin kendini çok fazla belli etmesinin halkın seçimlere olan güveninin azalmasına yol açması mümkün. Çünkü halk siyasi tercihini ortaya koyabileceği seçim imkânı bulamayıp dayatılanlardan birini seçmeye zorlanıyor. Dikta rejimlerinin seçimleri de genellikle bu nitelikte olmaktadır.
BAE’den Hindu Irkçısına Camileri Yıkma Ödülü
Hindistan’ın aşırı ırkçı ve İslam düşmanı, Hindistan’daki Müslümanlara yönelik ırkçı tasfiye politikaları uygulayan, onları ülkeden sürgün etmek için vatandaşlıktan çıkaran, Hindu çeteleri Müslümanlara yönelik saldırılara teşvik eden, Filistin topraklarındaki siyonist işgale destek veren, işgal rejimine paralı asker desteğinde bulunarak Gazze’deki katliama doğrudan iştirak eden yani İslam ve Müslümanlar aleyhine aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek, aklınıza getirmek bile istemediğiniz bütün kötülükleri yapan başbakanı Narendra Modi 14 Şubat 2024 tarihinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) başkenti Abu Dabi (Arapçası Ebu Zaby) şehrinde yi ne BAE’nin bağışladığı arsa üzerine inşa edilen bir Hindu tapınağının açılışını yaptı. Böylece, Müslüman halkları hep arkadan vuran, İslami hareketlerin kuyusunu kazan, fitne hareketlerinin baş organizatörü ve uluslararası mafya çetelerinin yöneticisi BAE Emiri Muhammed bin Zayid Âl-i Naheyan da Modi’ye Hindistan’daki camileri yıkmasının ödülünü takdim etmiş oldu.
Törenin açılışına BAE Emiri’nin hükümetinde sözde “Hoşgörü Bakanı” olarak tanımlanan Naheyan bin Mübarek Âl-i Naheyan, kendileriyle ilişkileri geliştirmesinden dolayı Hindu ırkçı Modi’ye övgüler yağdırdı. Aman ne hoşgörü! Ama bu hoşgörü bir elinde baltayla Müslümanları doğrayan, diğer elinde de kazmayla onların camilerinin temeline dinamitler yerleştiren Hindu ırkçısına! Müslümanlar siz boşuna ümitlenmeyin! BAE’nin Hoşgörü Bakanı elindeki hoşgörü paketlerinin tümünü eli kanlı Hindu ırkçısına takdim ettiğinden size bir şey kalmadı!
Bizim yani Müslüman toplumların acısı da bundan kaynaklanıyor. Bir tarafta Müslümanlara bol keseden idamlar ve müebbet hapisler dağıtan Sisi, diğer tarafta ırkçı Hindu canavarlarına bol keseden hoşgörü dağıtan Âl-i Naheyan başımıza bela olmuş. Peki, Gazze’yi harabeye çeviren Netanyahu ve Hindistan’da Müslümanlara kan kusturan Modi ile Müslüman halkların başına musallat olmuş ihanetçiler arasında bir fark var mı acaba? Evet var. Netanyahu ile Modi gibiler en azından kendilerini İslam’a nispet etmiyor.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?