Bismillah… Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Mekke’de yeni bir din doğdu. Bu dinin doğuşu, vahyin yeryüzü ile temasının yapısı gereği yumuşakça ve gürültüsüzdü. Bu yeni din müminlerinin sayısında, hidayet nurunun gönüllerle buluşmasının tabii sonucu olarak, günbegün artış oluyordu. Ve bu durum yavaş yavaş Mekkeli müşrikleri tedirgin etmeye başladı. Bu yeni dinin yükselişini durdurmak için harekete geçtiler ve bilindik yöntemleri tek tek uygulamak üzere yola koyuldular. Kâle almamalar, hakaretler, hak mağduriyetleri, iftiralar, fiziki işkenceler… Fakat tüm çabalar başarısızlığa mahkûm oluyor ve iş yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başlıyordu. Yapılan işkenceler inananların imanını artırmaktan ve halkaya yeni müminler eklemekten fazla bir sonuç doğurmuyordu. Bunu fark eden müşrikler durumu tekrar gözden geçirdiler ve yeni bir strateji geliştirmek amacıyla istişare toplantısı düzenlediler.
Mekke’de sözüne kıymet verilen ve saygın bir kişi olarak bilinen Utbe bin Rabîa da istişare toplantısına katılarak söz aldı ve şunları söyledi:
“Ey Kureyş topluluğu! Vallahi, ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidi hakkında bilgi sahibiyim. Ben kalkıp Muhammed’in yanına varayım. Onunla konuşup kendisine bazı tekliflerde bulunayım. Hangisini kabul ederse, istediğini kendisine veririz. Artık bizden vazgeçer ve bu sorun çözülür.”
Meclisten onay alan Utbe büyük bir özgüvenle kalktı ve tekliflerini sıralamak üzere Allah Elçisinin (sav) yanına vardı. O’nu (sav) Kâbe çevresinde ibadet ederken gördü ve O’na (sav) şöyle dedi:
“Ey Kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki, aramızda şeref ve soyca üstün birisin. Fakat kavminin başına büyük bir iş getirdin. Getirdiğin bu dinle topluluklarını dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, dinlerini ve ilahlarını ayıpladın, toplumunun babalarından gelmiş geçmiş olanları tekfir ettin, birliğimizi dağıttın, işimizi karıştırdın. Gel sen beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim! Onların üzerinde dur, düşün! Belki bazılarını kabul etmek işine gelir.”
Bunun üzere Allah Resûlü (sav), şöyle buyurdu: “Ey Ebü’l-Velîd, söyleyiniz, dinliyorum. Mağrur Utbe savaş kazanmış bir edayla sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Kardeşimin oğlu! Eğer getirdiğin bu dinle amacın mal elde etmekse, en zenginimiz oluncaya kadar senin için mal toplayalım.
Eğer, şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize başkan yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim.
Eğer kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım.
Eğer bu sana gelen şey sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise servetimizi tüketme pahasına seni tedavi ettirelim.”
Utbe’nin sustuğunu ve sözlerini bitirdiğini gören Allah Resûlü (sav) bundan emin olmak istedi ve ona şöyle bir soru yöneltti: “Ey Ebû’l Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?” Epeyce dil döken Utbe evet, deyince, Allah Resûlü (sav) “Şimdi sen beni dinle” dedi ve Fussilet suresinin ilk on üç ayetini okudu.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla.
Hâ Mîm. Bu Kur’ân, Rahmân ve Rahîm olan Allah’tan indirilmedir. Bu, bilen bir toplum için Arapça bir Kur’an olarak ayetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar işitmezler. Dediler ki: “(Ey Muhammed!) Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz örtüler içerisindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda da bir perde vardır. O halde sen (istediğini) yap, şüphesiz biz de (istediğimizi) yapacağız.”
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay haline!” Onlar zekâtı vermeyen kimselerdir. Onlar ahireti de inkâr ederler. Şüphesiz iman edip salih ameller işleyenler için ise kesintisiz bir mükâfat vardır.
De ki: “Siz mi yeri iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.
Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki, “Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım.” (Fussilet, 1-13)
Utbe, Allah Resul’ünden (sav) akrabalık bağı hürmetine susmasını ve tehdit içeren son ayeti bitirmemesini rica etti. Çünkü her söyleyeceğinin gerçekleşeceğinden adı gibi emindi. Daha sonra yanından kalktı, kendisini heyecanla bekleyen arkadaşlarının yanına solgun bir yüzle ve onlardan ayrılırken sahip olduğu halden eser kalmamış bir şekilde döndü ve şöyle dedi:
“Ey Kureyş topluluğu, bugün daha önce benzerini hiç işitmediğim bir söz işittim. Allah’a yemin ederim ki bu söz ne şiir ne kehanet ne de sihirdir. Gelin beni dinleyin! Siz bu işi bana bırakın. Şu adamı üzerinde durduğu şeyle baş başa bırakın. Aradan çekilin. Ondan uzak durun. Vallahi, kendisinden dinlemiş olduğum söz büyük bir haber olacaktır.
Eğer onu diğer Araplar öldürürlerse siz başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefinizdir.” (Detaylı bilgi için siyer kaynaklarına bakabilirsiniz.)
Bu yaşanmış siyer kesitinden nice dersler çıkarılabilir. Allah Resûlünün doğruluğu ve cevap olarak seçtiği ayetlerin iddialara verdiği keskin yanıt, Kur’ân’ın tesiri, müşriklerin İslam algısı… Fakat biz bu yazıda bunların hiçbiri üzerinde durmayacağız. Bu kesitin muhteşem güzellikleri içerisinde ilk bakışta neredeyse fark edilmeyecek küçüklükteki bir iyi meziyetten söz edeceğiz. O da güzel dinleme edebidir.
Utbe bin Rabîa’nın getirdiği teklifleri toparlayacak olursak bunların mal, kadın, sıhhat, şeref ve mevki olduğunu görürüz. Ehli dünya birisinin hedef tahtasındaki nesneler. Aslında o yaptığı bu teklifleriyle Allah Resûlüne (sav) sonuç olarak şunu demek istemiştir: Sen gerçek peygamber değilsin, güttüğün bu peygamberlik iddiasıyla hepimizin elde etmek istediği dünyalıkları elde etmeyi amaçlıyorsun. Senin bu teşebbüsün görüldüğü gibi, hepimize pahalıya mal oluyor. Gel, her iki taraf daha fazla zarar görmeden bu iddiadan vazgeç, biz de seni -tabir yerindeyse- görelim. Bu nedenle olacaktır ki, Allah Resûlünün (sav) cevap olarak okuduğu ayetlerde “Hâ Mîm” harflerinden hemen sonra gelen ilk sözcük “tenzilün”dür. Yani, bu Kur’ân, Rahmân ve Rahîm olan Allah (c.c) tarafından indirilmiştir, beşer ürünü değildir. Böylece Utbe’nin tekliflerinin mantıkî dayanağı çökmüş oldu.
Allah Resûlü (sav) onu sükûnetle, ağırbaşlılıkla dinlemiş, sözünü kesmemiş ve hatta bitirdiğinden emin olmak için “söyleyeceklerin biti mi?” buyurmuştur. Keza bunca hakareti dinlemesine rağmen bağırıp çağırmamış, sesini yükseltmemiş, hakaret etmemiş ve ona seslenirken ismiyle değil künyesiyle –Araplar isimle çağrılmayı nahoş bir durum, künyeyle hitap edilmeyi ise saygı ve değer verme işareti olarak görürler.- hitap etmiştir.
Sonuç ne oldu? Hiçbir bağırış, üstün gelme çabası, daha fazla konuşma taktiği ve benzerlerinin sağlamayacağı bir tesir oldu. Utbe kendisine değer veren, sözünü kesmeyen ve kendisini pürdikkat dinleyen birisini (sav) dinlemek zorunda kaldı. Neticede Kur’ân, onun planını ve kendisine güvenini yerle bir etti. Biz de Allah Resûlünü (sav) örnek alırsak bizi öldürmeye gelen bizde dirilir veya şerri bertaraf olur.
Dava eri, mesajını ulaştırmak için insanlarla doğru ve saygın bir iletişim kurmak zorundadır. Böyle bir iletişim karşılıklı ve çok yönlü bir diyaloğu gerektirir. Dava eri kendini teyp çalar cihazı konumuna düşürmemeli. Düzgün ve etkili konuşabilmek kadar iyi bir dinlemenin de davet başarısında gerekli bir şart olduğu unutulmamalıdır. Çoğu kişi iyi konuşabilmek ve akıcı bir hitabete sahip olmak için kendini yetiştirir; diksiyon kurslarına gider, özel dersler alır ve nice pratikler yapmak için emek verir ve zaman harcar. Peki, iyi dinleyici olabilmek için ne yapıyoruz? Veya işe nereden başlanacağını biliyor muyuz?
İyi konuşamayabiliriz, Musa (a.s) gibi. Herkes Harun gibi fasihullisan olamayabilir? Ama herkes iyi bir dinleyici olabilir ve olmalı. Efendimiz Muhammed (sav) gibi. Dinlenmek mi istiyoruz, birilerinin sözümüze eğilip anlamaya çalışmasını mı bekliyoruz? O zaman önce biz yapalım. Dinleyelim ki dinlenelim. Yapmadığımızı insanlardan nasıl bekleyebiliriz ki?
Konuşmanın adabı olduğu gibi, dinlemenin de adabı vardır. Dinlemek karşıdaki insanın ne dediğini anlamaya çabalamak ve anlattıklarına değer verildiğini içtenlikle göstermektir. Pek çok kişinin yaptığı gibi, zihninde konuşma sırası kendisine geldiğinde ne söyleyeceğinin provasını yapmak veya dinliyormuş gibi davranmak değildir. Allah Resûlünün (sav) en güzel sünnetlerinden biri, konuşan kişinin sözünü kesmemek, sonuna kadar dinlemeyi bilmektir. Kendisine soru sorulduğunda veya birisi O’na (sav) derdini anlattığında sözünü bitirinceye kadar can kulağıyla onu dinler, verdiği cevaplarla muhatabının sadece zihnini değil gönlünü de doyururdu.
Bugün maalesef, iletişim ve diyaloglarda muhatabı anlama çabası yerine kendimizi kabul ettirme kaygısı egemendir. Onun için çoğu kişi soru sorduğu veya kendisini dinlemeye gittiği şahsın cevabını bitirmesini beklemeden ona müdahale ediyor, onunla cedelleşmeye giriyor ve sözünü kesiyor. Yoksa çoğu televizyon tartışma programlarının dakikalarca süren ses gürültüsünden öteye geçmemesini neyle açıklayabiliriz?
Başarılı iletişimin önemli unsurlarından biri olan dinlemek, nezaketin de vazgeçilmez şartlarındandır. İki dost arasındaki ilişkide çok konuşan değil, çok dinleyen o dostluktan daha fazla pay elde eder. İyi bir dinleyici olmamak nezaketi bozarak sosyal ilişkileri zedelediği gibi muhatabımızın da bizi dinlememesine sebep olarak mesajın aktarılmamasına yol açar. Dinlemeyi bilmemek aynı zamanda kişilik zaafının bir göstergesidir. Çünkü bu durum kişinin düşünmeye yatkın olmadığını, olayları merak etmeye meyilli olmadığını, tepkisel ve yüzeysel bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir.
Son sözümüz, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?