İslâm İçin Çalışanların Ortak Bir Düşüncede Buluşması Zorunluluğunun Gereği Olarak Şehit İmâm Hasan el-Bennâ’nın Belirlediği 20 Esas ve İhvân’ın İslâm Anlayışı: Vahiy ve Akıl Birbiriyle Çelişir mi?

Bismillah…

Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin… Bu makalede Eğitim Risalesi Fehm rüknünün 19. maddesini açıklamaya çalışacağız.

Fehm/Anlamak: Madde 19: “Akıl ile din bazen biri diğerinin alanına girerek açıklama yapar. Fakat kesin olan konularda çelişmezler. Sağlam ilmî bir hakikat ile dinî sabiteler hiçbir zaman birbirleri ile çatışmazlar. Eğer birinin verdiği bilgi kesin/kat’î, diğerininki zannî ise ve aralarında çelişki görünüyorsa zannî olan kesin olana uygun gelecek şekilde te’vil edilir. Her ikisi de kesin değilse aklî bakış ispatlanıncaya veya çürütülünceye kadar dinî bakış tercih edilir.”

Giriş

  1. maddede İmâm el-Bennâ, İslâm’ın aklı ne denli önemsediğini ve onu nasıl konumlandırdığını açıkladı. Bu maddede ise akıl ile vahyin kesişme ve ayrışma durumlarında izlenmesi gereken yaklaşımı açıklamıştır.

Bazı konular yapıları gereği sadece vahyin alanına girerler ve ilmin o konularda bir şey söylemesi beklenemez. Cennet, cehennem, melek, şeytan vb. gaybî konular buna örnek olarak verilebilir. Benzer bir şekilde bazı konular sadece ilmin alanına girer ve yüce Allah birçok hikmete binaen bu alanlarda öğretilerde bulunmayıp bunları insanlara nimet olarak verdiği akla bırakmıştır. Trafik kuralları, yapı inşaatları, ulaşım araçları vb. konular gibi… Fakat çoğu konu bir yönü ile ilmin alanı iken öbür yönü ile vahyin alanıdır. Deniz, dağ, rüzgâr, insanın yaratılışı vb. konular ilmin/aklın alanı oldukları kadar vahyin alanı da sayılır.

Bu ortak alanlarla ilgili vahyin ve ilmin bilgileri kat’î/kesin olabildiği gibi her ikisinden sağladığımız bilgiler zannî/kesin olmayan da olabilir. Kur’ân ifadelerinin/metinlerinin tümü kat’î/kesin olmakla beraber bazıları delalet/anlam bakımından zannî olabilir. Hadîsi şerîf metinleri ise hem sübut/varlık hem de delalet/anlam bakımından kat’î ve zannî olabilir. Benzer şekilde, ilmî bilgilerin bazıları tamamen ispatlanmış, herkesçe kabul görmüş ve böylece ilmî hakikat halini almıştır. Bazıları ise teori veya daha aşağı düzeyde olup tartışmalıdır.

Müslüman bir bireyin peşinen inandığı temel konulardan birisi kâinat yaratıcısı ile vahiy göndericisinin bir oluşudur. Kâinatı yaratan ve vahyi gönderen tek ilah olduğuna göre ikisi arasında çelişki olabilir mi? Kesinlikle olamaz. Eğer görünürde çelişki varsa bu sadece beşer aklının bazen bilimi ve bazen de vahyi anlamasıyla ilgili yaşadığı sorunun bir sonucu olmaktan öteye geçmez. Basit bir ifade ile yüce Allah kâinatı nasıl yaratmışsa onu kelamında veya elçisinin dilinde öylece ifade etmiştir. Fakat bazen O’nun hidayet olarak gönderdiği vahyi doğru anlayamıyoruz veya O’nun bize nimet olarak verdiği aklı/ilmî çalışma metodunu doğru bir şekilde işletemiyoruz ve bunun sonucunda çelişki ortaya çıkıyor.

Tarih okumalarından, önceki milletlerin hayatından anlıyoruz ki, bireylerin ve toplulukların hem dünya hem de ahiret mutlulukları bu ikisinin birlikteliğine bağlıdır. Hiçbirinden istiğna edilmez, her ikisi de vazgeçilmezdir. Çoğu defa da akıl vahye muhtaçtır. Bu hususta İmâm-ı Gazâlî, aklı göze, vahyi ise ışığa benzetmektedir. Gözün görebilmesi için ışık zorunludur. Işık, aydınlık olmadan göz görme vazifesini yerine getiremez. Vahiy olmadan aklın tüm yararlı ve zararlı durumları fark edip ona göre tavır takınması imkânsızdır. Nice toplulukların vahyin hidayetini, yol göstericiliğini yitirdiklerinde aklın aydınlığından yararlanamadıklarını müşahede etmemiz bunun kanıtıdır.

Onlara, size vermediğimiz yerler ve imkânlar verdik; kendilerini kulak, göz ve kalplerle donattık. Onlara kulakları da gözleri de kalpleri de hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlardı. Alaya aldıkları şeyler kendilerini kuşatıverdi!” (Ahkâf, 26).

Vahiy İlmî Konuları Nasıl İşler?

Kur’ân-ı Kerîm başta insan olmak üzere kâinat bölümlerini işlerken bunlarla ilgili tüm detaylı bilgileri vermeyi hedeflemez. O, bu yönü ile ne bir biyoloji kitabı ne de bir sosyoloji kitabıdır. O sadece imanı pekiştirmek ve öğüt vermek için gerekli olan kısmı sunmakla yetinir. Normal tarihî olayların bile çoğu defa kişi ve şahıs adlarının zikredilmeden anlatılmasını bu şekilde değerlendirebiliriz. Örnek olarak, “İbrahim’in babası”. “Mûsâ’nın annesi”, “şehir halkı” vb. ifadeler verilebilir.

Kezâ, Kur’ân-ı Kerîm dağ, deniz, rüzgâr vb. konuları işlerken salt ilmî bir yaklaşım da izlemez ve sadece ilim erbabına hitap etmez. O kendine has üslubu ile aynı anda âlime de cahile de hitap eder. Konuların net ve sade bir şekilde işlenmesi ilim seviyesi zayıf kişilerin istifadesini sağlarken, yer yer ilmî hakikatlere değinilmesi ve kullanılan dil incelikleri ise ilim erbabının ilgisini çeker ve işe mucizevi bir boyut katar. Bunu bir örnekle açıklayalım:

Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır.” (En’âm, 125)

Bu ayette sapıkların gönüllerindeki darlık ve sıkıntı göğe/yükseğe doğru yol alanların yaşadığı solunum sıkıntısına benzetilmiştir. Sıradan birisi bu ayetten bu kadar anlar. Fakat bu benzerlik ilim ehlinin dikkatini çeker, göğe doğru yükseldikçe solunum sıkıntısının yaşandığının keşfine sebep olur ve onu bunun mahiyetini ve sebeplerini öğrenmeye sevk eder. Böylece onun ilmî açığı karşılanmış olur. İlim ehli yaptığı çalışmalarla bu hakikati ispat ettiğinde imanını güçlendirmiş ve Kur’ân’ın Allah kelamı oluşunu kanıtlamış olur.

Bugün bilim diyor ki, deniz seviyesinden yukarılara çıktıkça havanın sıcaklığında, neminde ve oksijen miktarında önemli değişiklikler olur. Deniz seviyesinde havanın içindeki gazların aşağı yukarı beşte biri oksijendir. Yükseklere çıktıkça atmosferin basıncı azalır, içindeki oksijen molekülleri seyrekleşir. Aynı miktarda oksijen için çok daha sık ve daha derin solumamız gerekir. Aynı hacme sahip havanın içindeki oksijen miktarı da azalır.

Böyle bir tabiat kanununun henüz bilinmediği bir dönemde Kur’ân’ın bu kanunu açıkça ifade etmesi onun kesin bir mucizesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in rüzgâr, su vb. doğa olayları ile ilgili anlatım tarzı da bu kapsamdadır.

Kur’ân-ı Kerîm değişim ve bozulmalara uğrayan Tevrat ve İncil’den bu yönü ile keskin bir çizgi ile ayrılmaktadır. Çünkü tahrifatların neticesinde onlara nice konular detaylı bir şekilde eklendi, zaman içerisinde bunların bazılarının doğru olmadığı anlaşıldı ve böylece semavi (?) kitaplarla ilim arasında çatışma başladı. Galileo ve benzerlerinin hikâyelerini bilmeyen nerede ise kalmamıştır. Fakat Kur’ân’ın yeryüzüne inişi üzerinden bin dört yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen onunla ilim arasında bir çelişkinin ortaya çıkmaması ve aksine gelişen ilmin onun hakikatlerini doğrulaması onun tahrifattan korunmuş Allah kelamı oluşunun ispatıdır.

Sonuç

Vahiy metinlerinin ilim ile ilgili boyutunu açıklarken ifrat ve tefritten kaçınılması gerekir. Vahiy metinlerinin Arapça oluşları ve çıkarılacak anlamın/yorumun dil kurallarına uygunluğu göz önünde bulundurulmalıdır. Zorlama ile ilmî bilgiler bu metinlere yüklenmemelidir. Aynı zamanda kesin olmayan veya bilinmeyen konularda erken davranılmamalıdır. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de “yedi gök” ifadesi sıkça geçmektedir. Bugün bu hususta kesin bir ilmî açıklama yok iken bizim bunu bazı zayıf ilmî teorilerle açıklamaya çalışmamız doğru olmaz. Ayrıca yoruma dayalı bilgileri sunarken “Kur’ân’da böyle deniyor” veya “Sünnet şöyle diyor” diyerek bunları doğrudan Allah’a (c.c) veya Resûlüne dayandırmamız doğru olmaz. Doğru olan ‘Ben bu ayet veya hadîsten şöyle bir yorum çıkarıyorum’ şeklinde kanaat belirtmektir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?