Yeryüzünün ilahi vahiyle buluşması üzerinden yaklaşık altı asır geçmişti. Son inen vahiy tahrif edilmiş; o günkü din adamlarının hevâ ve hevesine göre bir şekil almıştı. Yeryüzü tüm boyutlarıyla karanlıklara teslim olmuş ve Âdemoğlu adeta hayvandan daha aşağı bir şekil almıştı. Toplum içerisinde hak ve adalet kavramları küllenmiş ve bu gibi kavramlar adeta zihinlerden silinmişti. Güçlüler güçsüzleri eziyor ve bu durumdan ne ezenler kazançlı çıkıyor ne de ezilenler… Ayeti kerime bu durumu ve evrensel mesajın insanlık için getirilerini çok veciz bir şekilde şöyle ifade ediyordu; “…Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yolu bulasınız.” (Âli İmrân, 103) Bu durumu Hz. Ömer (r.a) ise şu ifadesiyle dile getiriyordu; “Cahiliyede iki şeye güler ve ağlarım. Biri helvadan put yapar, sonra da onu yerdik. İkincisi ise kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik.” (1)

Toplumun bu gidişatına dur diyecek, mazlumun imdadına yetişecek, insanları kula kulluktan Allah’a kulluğa iletecek bir nida gerekiyordu. Zira yaratan onun da tedbirini almıştı. Tarihler miladi altıncı asrın son çeyreğini gösteriyor ve insanlığın bu içler acısı durumu daha da vahim bir hal alıyordu. Hanif dinin bazı kalıntıları hariç önceki ilahi vahiylerden nerdeyse hiçbir eser kalmamıştı. Ve Allah Resûlü (sav) dünyaya geldi. Tarih kaynakları Allah Resûlünün (sav) peygamberlik öncesi hayatını anlatırken onun sıradan bir birey olmadığını, bilakis davranışları ve tüm yaşantısıyla istikbaldeki konumuna işaret eden ipuçlarına sahip bir hayat yaşadığını dile getiriyorlar. Zira O daha çocukluğundan itibaren toplumda büyük değişimler yapmayı hedefleyen davetçiler için rol model olacak bir hayat yaşamıştır. Bu beşer çabası ilahi yardımla da desteklenince toplum çok kısa bir sürede İslâm’ın rengine boyandı.

Allah Resûlü (sav), peygamberlik öncesinde zaman zaman Mekke civarında bulunan mağaralara çekilir, Allah’ın azametini tefekkür eder, kendisini ve kâinatı okumaya çalışır ve toplumdan uzak bir yerde topluma yakın meseleleri tefekkür ederdi. O her daim bir çaba içerisindeydi ama onun çabasının ilk adımlarını tefekkür ve tedebbür merhaleleri oluşturuyordu. Allah Resûlü (sav) bi’setin ilk gününden itibaren İslâm ümmetini inşa çabası içerisindeydi. Hedef büyük olunca çaba da o kadar ciddi olmalıydı. O, hedefe giden bütün yolları bir bir denedi. Bi’sete kadar geçen sürede Rabbi ile baş başa kalarak kendini ve yaşadığı toplumu okumaya ve anlamaya çalıştı. İlk gelen vahyin hemen akabinde “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar!” (Müddessir, 1-2) emrine imtisâlen gizli davet olarak adlandırılan ve yaklaşık üç yıl içinde ümmeti inşa edecek bir çekirdek kadro oluşturdu. Oluşturduğu bu çekirdek kadro içerisinde kadınlardan, erkeklerden ve çocuklardan bireyler yer alıyordu.

“Yakın akrabanı da uyar” (Şuara, 214) ayeti kerimesi, Allah Resûlünün gizli davetinden sonraki merhaleyi belirlemişti. O yakın akrabalarından kırk kadar kişiyi evinde toplamış, güzel bir ziyafet verdikten sonra onların bu davaya omuz vermeleri teklifinde bulunmuştu. Ancak amcası Ebû Leheb çok sert bir şekilde tepki vermişti. Belli bir süreden sonra yine Allah Resûlü (sav) benzer bir ziyafet hazırlayıp akrabalarını davet etmişti. Bu seferki sonuç daha iyiydi ve Allah Resûlünün (sav) söyledikleri, akrabalarını düşünmeye sevk etmişti.

Risâletin üzerinden üç yıl geçtikten sonra Mekke toplumunun önünde ilk defa İslâm’ı haykırmıştır. “O, Safa tepesinden tüm Mekkelilere Ya Sabahah! Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diyerek onları çağırmıştı. O günkü örfte bu çağrıyı duyan her kişi ya bizzat iştirak etmeliydi ya da bir elçi göndermeliydi. Safa tepesi önünde toplanan Mekkelilere de kendi davasını anlatan Allah Resûlü (sav) yine çekirdek kadrosuna bazı isimler eklemiş, diğer bazı zihinlerde ise soru işareti bırakmış ve Ebû Cehil gibi bazılarının ise sert tepkisini almıştı. İşte Allah Resûlünün davası buradan sonra müşrikler için ciddi riskler içeriyordu. Zira bu dava şimdiye kadar sayıları elliyi geçmeyen bir grup arasında konuşuluyorken, gelinen noktada Mekke’nin tüm sokaklarında konuşulan bir mesele halini almıştı. Durum böyle olunca hak-batıl mücadelesi gün yüzüne çıkmış ve batıl taraftarları davalarının gücünden ümidi kesince şiddete başvurmaya başlamışlardı. Artık Mekke’yi Müslümanlar için yaşanılmaz bir beldeye çevirdiler. Güçlerinin yettiği Müslümanlara işkence yapıyorlar, İslâm safına geçişleri engellemek için türlü yollara başvuruyorlardı.

Risâletin beşinci yılıydı. Allah Resûlü (sav) bir yandan Müslümanları teselli ederken, diğer yandan da ümmetin inşa edileceği yurt olarak Mekke’den başka bir yer arayışına girmişti. Tam da bu noktada “Zulme uğramaları yüzünden Allah uğrunda göç edenleri muhakkak ki, biz bu dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; Ahiret ecri ise elbette daha büyük olacaktır. Keşke bilseler!” (Nahl, 41) ayeti kerimesi ona rehber oluveriyordu. Allah Resûlünün (sav) emri ile 15-16 kişi Habeşistan’a hicret ediyordu. Habeşistan ortamının dinin yaşanmasına uygun olduğu görülünce 90 kişilik bir grup daha oraya hicret etmiştir.

Risâletin onuncu yılıydı. Başta boykot olmak üzere Müslümanlar birçok sıkıntıya maruz kaldılar. Allah Resûlü (sav) Mekke’ye yaklaşık 150 km uzakta olan Taif’e gitmek istedi. Belki Tâifliler kendisine kucak açacak, Mekkelilerin kaçırdıkları fırsatı sahiplenecekler diye düşündü. Zeyd b. Hârise’yi (r.a) yanına alarak Taif yoluna koyuldu. İlk görüştüğü kişiler Taif’in en güçlü kabilesi ve hâkimi konumundaki Sâkif kabilesinden Mesûd, Habîb ve Abdi Yalîl kardeşler oldu. Onlar, İslâm’ı kabul etmedikleri gibi Hz. Peygamber’i (sav) alaya aldılar ve ona sert tepki gösterdiler. Tâif halkından umduğunu bulamayan Allah Resûlü (sav) tekrar Mekke’ye döndü.

Risâletin on birinci yılıydı. Allah Resûlünün (sav) ümmeti inşa etme gayreti hiçbir zaman zayıflamadı. Hac mevsiminde Mekke dışından gelenlere İslâm davasını anlattı. Ebû Leheb, onun görüştüğü hemen her gruba uğrayıp aleyhinde propaganda yapmasına rağmen, her görüşmesinde dava adına bir şeyler elde eden Allah Resûlü (sav) en büyük kazancı, Medineli Hazreç kabilesine mensup altı kişiyle görüştüğünde elde etmişti. Onlara İslâm’ı anlatan Allah Resûlü (sav) onlardan ciddi bir teveccüh görmüş ve davayı sahipleneceklerine dair söz almıştı. Ertesi yıla kadar Medine’de İslâm’a davet çalışmalarını yapacaklarına dair Allah Resûlüne (sav) söz veren Hazreçliler, kazançlı bir şekilde Mekke’den ayrıldılar.

Risâletin on ikinci yılıydı. Sayıları ikiye katlanmış bir şekilde Allah Resûlüyle (sav) bir araya geldiler. İslâm tarihinde Birinci Akabe Biati olarak anılan, Medine’de ümmetin inşa edilmesinin temel taşını oluşturan buluşma meydana geldi. Bu buluşma neticesinde her daim ve her ortamda İslâm’ı yaşayacaklarına ve yaşanılması için mücadele edeceklerine dair söz vermiş bir grup Medine’ye doğru yol almıştı. Anacak onlarla beraber Allah Resûlünün (sav) ilk zamanlarından beri dizinin dibinden ayrılmayan, Allah ve Resûlünü her şeye tercih eden Mus’ab b. Umeyr de (r.a) öğretmen vasfıyla onlara iştirak etmişti. Ertesi yıl yetmiş beş kişiyle Mekke’ye gelen Müslümanlar ile İkinci Akabe Biati yapıldı.

Risâletin on üçüncü yılıydı. On üç yıllık zorlu bir süreç geride kalmış ve İslâm davası yeni bir seyir almıştı. Zira Medine’de Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenleri de davaya sarılmakta ve günden güne Medine’de İslâm yayılmaktaydı. Allah Resûlü (sav) ashaba “Hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. İki kara taşlık arasında hurmalarla dolu, çorak bir yer olarak gösterildi. Orası Yesrib’dir. Gitmek isteyen gitsin” (2) diye buyurdu. Medine’ye hicret, Allah Resûlünün (sav) on üç yıllık İslâm ümmetini inşa etme çabasının bir neticesidir. Medine şehri ise; tarihte “Ensar ve Muhacir” olarak dillerde dolaşacak kavramların merkezi, eşi ve benzeri görülmemiş İslâm kardeşliğinin en büyük şahidi ve Mekke’de temelleri atılmış İslâm ümmetinin tüm dünyaya asıl medeniyet tasavvurunu öğretecek ana karargâhı olmuştur.

Allah Resûlünün (sav) ümmeti inşa etme çabası olarak dile getirdiğimiz hayatından bu kesitler, İslâm davetçileri için şu mesajları içeriyor;

  • Davetçi, İslâm davası adına her daim ümit var olmalı ve davasına güvenmelidir. Zira insanlık için tek kurtuluş yolu İslâm’dır. İslâm’ın sabitelerine muhalif beşer aklıyla üretilen hiçbir sistem kalıcı çözüm olamaz.
  • Davetçi, kendini ve kâinatı okumalı ve tanımaya çalışmalıdır. Zira kendini tanımayan, kendi potansiyelini ve misyonunu bilmeyen, yaratıcısını bilemez ve yaratıcısına hakkıyla kulluk edemez.
  • Davetçi, davet işine kendi yakınlarından başlamalıdır.
  • Davetçi İslâm’a hizmette her fırsatı değerlendirmeli ve kendi görevinin tebliğ olduğu gerçeğini asla unutmamalıdır. Biz seferden sorumluyuz; zaferden değil.
  • İslâm’a davet yolunda Müslüman bireylerin ilim, amel ve hareket yönünden sahih İslâm anlayışı üzerine eğitilmesi gerekir.
  • İslâm’a davet yolunda döşeli türlü sıkıntıların olduğu ve bu sıkıntıların sırası geldikçe göğüslenmesi gerektiği gerçeği her zaman davetçinin aklında olmalıdır.
  • İslâmî bir düzenin kurulması temel hedef olması ve bu hedefe götüren her adımın bu hedef kadar önemli olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
  • Davetçi kendi davası için ihtiyaç durumunda uzaklara uzanabilmelidir. İlk davet Mekke’de filizlendi ama Medine’de hayat buldu.

Yasin AKAN

Kaynakça

1) Ali Himmet Berkî, Osman Keskinoğlu. Hâtemü’l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı. 18-19. 2) İbni Sa’d, Tabakât, I, 226.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?