Bismillah…
Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (s.a.s), alinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Fehm/Anlayış:
6. Madde: “Günahsız (masum) olan Peygamber (s.a.s) dışında herkesin sözü (görüşü ve ictihadı) kabul edilebilir veya reddedilebilir. Geçmişimizden (Allah onlardan razı olsun) bize ulaşanları (bilgi ve uygulamalar) Kur’an ve Sünnet’e uygun ise kabul ederiz, aksi halde Kitap ve Sünnet’e uymak önceliklidir. Bu yaklaşımla beraber, ihtilafa düşülen konularda şahıslara dil uzatmaz, onları itibardan düşürmeyiz; onları niyetleriyle baş başa bırakırız. Zaten, herkes yaptığının karşılığını bulmuştur.”
Bu maddede aşağıdaki konular işlenmektedir:
Bizim için mutlak bağlayıcı olan sadece Kur’an ve Sünnet’tir, tek masum Resulullah’tır. O’nun dışındakilerin sözleri alınabileceği gibi terk de edilebilir.
Şahıslara duygusal bağlılık ve taassup yerine; ilme ve âlimlere saygı gösterilmeli ve onlara önem verilmeli.
Geçmişi, öncülerimizi ve devraldığımız ihtilaflı konuları ele alma yaklaşımımız ne olmalıdır?
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’i Seniyye incelendiğinde bu dinin ilme ve âlimlere büyük bir önem verdiği apaçık bir şekilde görülecektir. Kur’an-ı Kerim’in ilk emri okumaktır (Alak, 1), Yüce Allah’ın yemin ettiklerinden birisi kalemdir (Kalem, 2). Şu iki ayet kadar âlimleri yücelten başka metinler var mıdır? “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Ali imran, 18) “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır, 28)
Yüce Allah elçisine şöyle dua etmesini öğretmiştir: “De ki, Rabbim! İlmimi artır.” (Taha, 114) Bu emrin gereği olarak Resulullah (s.a.s), şöyle dua etmiştir: “Allahım! Senden faydalı bir ilim istiyorum.” Allah resulü (s.a.s) malının, soyunun, makam veya konumunun artırılmasını/yükseltilmesini değil; sadece ilminin artmasını talep etmiştir. Rabbimiz, Nahl 43’te “Bilmiyorsanız, ehline sorunuz” buyurarak âlimleri aydınlanma makamı olarak belirlemiştir. İslam dininin gerçekleştirmek istediği büyük amaçlardan biri de aklı özgürleştirmektir. Bu da aklı kullanarak, onu işlevsel hale getirerek ve ilimle olur. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de ilmin ve âlimin değerini yücelten çok sayıda ifade mevcuttur. Ben sadece bunlarla yetineceğim.
Sadece Peygamberler Masumdur
İslam dini âlimleri bu denli önemsemesine ve yüceltmesine rağmen onları kutsamamış, peygamberler (as) dışında hiç kimseye masumiyet izafe etmemiştir. Peygamberler (as) beşerdirler ve bizim şartlarımızda yaşarlar; diğer insanlar gibi yerler, içerler, konuşurlar, uyurlar, yorulurlar, dinlenirler, evlenirler, hastalanırlar, yaralanırlar, aç kalırlar, susarlar, acıkırlar, üşürler, ısınırlar, sevinirler ve üzülürler. Peygamberler Allah’ın vahyini insanlara eksiksiz ulaştırmış ve vazifelerini hakkıyla yapmış elçilerdirler. Bu önemli ve kritik sorumluluk nedeni ile diğer insanlardan farklı olarak zorunlu bazı üstün sıfatlara sahiptirler. Bu üstün sıfatlardan birisi ismettir.
Peygamberlere has olan ismet vasfı hiçbir âlim veya öncü için geçerli değildir. Ehl-i sünnet’e göre ismet sadece peygamberimize hastır. Bu özellik, O’ndan başka ne sahabe için ne ehli beyt için ve ne de başka bir zümre için geçerlidir. Bu nedenle, Peygamberimizin (s.a.s) dışındaki tüm âlim, öncü veya genel bir tabirle selef diye nitelendirdiklerimizden bize ulaşanları Kur’an ve Sünnet ölçüsü ile tartmalıyız. Uygunsuzluk durumunda Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine uyulmalı ve onlarla uyumlu olmayan ictihad ve fikirler terk edilmelidir. Hiçbir ictihad onların önüne konmamalıdır. “Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Hucurat, 1)
Bununla beraber bize göre hatalı olan ictihatları reddederken o ictihatta bulunan âlimleri kötülememeli, onları, çağlarını ve ictihat şartlarını anlamaya çalışmalı, çabalarından dolayı kendilerine dua etmeliyiz. Hatalı ictihadın bile sevap kazandıran salih bir amel olduğunu unutmamalıyız. Keza, ictihadları farklı olan âlimlerin birbirlerini sevdiklerini, birbirlerine saygı duyduklarını ve dua ettiklerini bilmeliyiz. Bu konuda iki örnekle yetinelim.
“İmam Ahmet b. Hanbel (ra) şöyle dedi: “Kırk yıl boyunca, Şafii’ye dua etmediğim hiçbir namazım olmadı.” Bunun üzere oğlu şöyle dedi: “Bu denli kendisine dua ettiğin Şafii kimdir, ey babacığım!” Bu soruyu, İmam Ahmet şöyle cevapladı: “Yavrum, İmam Şafii dünyanın güneşi, insanların esenliği idi.” Bu iki âlimden sonra gelenlere ne demeli? İmam Müslim, İmam Buhari’yi gördüğünde alnından öpmüş ve kendisine şöyle seslenmiştir: “Ey hocaların hocası, izin ver ki ayaklarına kapanayım.” (Fehmu’l İslam Fi Zilali’l Usuli’l İşrin Li’l İmam eş-Şehid Hasan el-Benna; Şehid İmam Hasan el-Benna’nın Yirmi Esası Çerçevesinde İsalam’ın Alnlaşılması, Cuma Emin Abdulaziz)
Bu konuda üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur: Geçmişteki ictihatların hatalı olduğunu ortaya çıkarmak ve âlimlere reddiyelerde bulunmak sıradan ve herkesin rahatlıkla yapabileceği bir iş değildir. Dolayısıyla herkesin rastgele ve ilmi araştırma kurallarına uymadan âlimlerin görüşlerini geçersiz görmesi onlara karşı reddiyede bulunması doğru değildir. Herkesin her konuda konuşması doğru olmadığı gibi, işi ehline vermeliyiz. Bu maddeyi açıklayan değerli âlim ve düşünür Cuma Emin Abdulaziz, ‘Fehmu’l İslam Fi Zilali’l Usuli’l İşrin Li’l İmam eş-Şehid Hasan el-Benna; Şehid İmam Hasan el-Benna’nın Yirmi Esası Çerçevesinde İslam’ın Anlaşılması’ adlı kitabında âlimin sözünü reddeden kişinin aşağıdaki özelliklere sahip olması gerektiğini ifade etmiştir:
Doğru niyet (ihlas)
Doğruya ulaşma hedefi
Temiz/uygun bir üslup
Gerçekçilik, bilimsellikten ayrılmamak.
Konu uzmanlığı
Peygamberlerin İsmet Sıfatını Nasıl
Anlamalıyız?
İsmet sözlükte engel olmak, gelebilecek zararları bertaraf edip korumak anlamına gelmektedir. İbn Manzur “Allah’ın, kulunu cezalandıracağı kötü şeylerden koruması ve onları işlemesine engel olması” tanımını yapmıştır (Lisanü’1- Arab, “asm” maddesi). Kelamcılar bunu, “peygamberlerin Allah tarafından günah işlemekten korunması” şeklinde terimleştirmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin masum oldukları açık bir şekilde ifade edilmemekle beraber, konu ile ilgili ayetlerin bütüncül bir yaklaşımla ele alınması bu vasfı zorunlu kılar. Birçok ayette onların Allah’a iftira edemeyecekleri, vahyi değiştiremeyecekleri ve yalan söyleyemeyecekleri ifade edilmiştir. (Bakınız: Yunus, 15; İsra: 73-74, el-Hakka: 44-47) Keza, Peygamberler kavimlerine hitap ederken kendilerinin güvenilir/emin kimseler olduklarını sık sık vurgulamaları ismet sıfatını destekler. “Fahreddin er-Razi de Hz. İbrahim, İshak ve Ya’kub’un ahiret yurdunu düşünen ihlaslı ve seçkin kimseler kılındığını bildiren ayetin (Sad 38/45-47) Allah’ın mutlak anlamda peygamberlerin hayırlı oluşuna hükmettiğini, bunun da bütün iyi nitelikleri kapsadığı için onların ismetine delil teşkil ettiğini söylemiş, peygamberlerin işlerinde hayırlı ve seçkin kılındıklarına işaret edildiğini belirtmiştir (Mefatihu’1-ğayb, XXVI, 217).” (TDV İslam Ansiklopedisi, ismet maddesi)
Peygamberler için ismet vasfının tüm ilahi emirlerin yerine getirilmesi şeklinde olmasa bile, genel ahlak ilkeleri çerçevesinde peygamberlikten önce de var olduğu söylenebilir. Peygamberler nübüvvetten önce de küfürden, şirkten ve günahlardan korunmuşlardır. (Bakınız: Bakara, 21; Nisa, 36; Enbiya, 25; Zümer, 65; Yunus, 16; Hud, 62). Siyer kitaplarında Peygamberimiz‘in (s.a.s) nübüvvetten önceki hayatına dair bu hususu destekleyecek çok sayıda bilgi mevcuttur.
Masumiyetin niteliği konusunda kelam alimleri farklı görüşler benimsemişlerdir. Maturidiler’e göre ismet, peygamberin iradesini devre dışı bırakmadan onu kötülüklerden alıkoyucu ve iyiliklere sevkedici bir sıfattır. Bunlara göre, Peygamberin günahtan korunmuş olması onu taate zorlamadığı gibi günah işlemekten de aciz bırakmaz. Eş’ari kelamcıları ise ismeti, “Allah’ın peygamberde taati yaratıp masiyeti yaratmaması” diye tanımlamışlar ve masum kimsede onu kötülüklere yönelmekten koruyan bir özelliğin bulunduğunu söylemişlerdir. Bu makalede kelam âlimlerimizin tartışmalarını detaylandırmayacağım. Çünkü bu detayların pratik bir karşılığı yoktur. Bizim için önemli olan husus şudur: Peygamberlerin bu özelliği sayesinde Yüce Allah mesajı değişime uğramadan olduğu gibi bize ulaştı. Peygamberlerin bu vasfa sahip olmaları onları yüceltmekten ziyade vazifelerini hakkıyla eda etmeleri gereği içindir.
Kur’an-ı Kerim’de bazı peygamberlerin çeşitli karar ve uygulamalarından dolayı Yüce Allah tarafından uyarıldıklarına dair ayetler mevcuttur. Bazen bu karar ve uygulamalar için Hz. Âdem kıssasında geçtiği gibi ‘isyan’ gibi ismet vasfı ile görünürde çelişebilecek ifadeler kullanılmıştır. (Bakınız: Bakara, 35-37; Hud, 45-47; Yusuf, 23-24; Kasas, 1 5) Resul-i Ekrem’e de bazı ikazlar yapılmıştır. Resulullah, Bedir Savaşının ardından elde edilen esirler hakkında ashabıyla istişarede bulunduktan sonra onlardan fidye alınmasını kararlaştırmış, bunun üzerine, “Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir peygambere esir sahibi olmak yakışmaz” (Enfa, 67-68) mealindeki ayetle uyarılmış. Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerini İslam’a davet ederken yanına gelen âmâ sahabi Abdullah b. Ümmi Mektum ile ilgilenmemesi üzerine de ikaz edilmiştir (Abese, 1-10).
Kur’an-ı Kerim’deki peygamberlere yönelik bu ve benzeri uyarı ve kınamalar bir bütün olarak incelendiğinde bunların ismet vasfı ile çelişebilecek günah ve isyan kapsamındaki olaylar olmadığı; onların yüce makamına yakışmayan, sıradan insanlar için bazen normal ve bazen de faziletli ameller olduğu görülecektir. Bir kişinin öğle namazını kılarken sadece 4 rekât farzla yetindiğini; sünnetleri kılmadığını ve tesbihatı yapmadığını düşünelim. Bu kişi sıradan bir Müslüman ve yoğun iş ortamında bunu yapıyorsa eleştirilmez, hatta bunlara rağmen namazı eda ettiği için övülebilir. Fakat aynı durum zamanı müsait büyük bir âlim için söylenemez. Aksine bu namazdan dolayı eleştirilir. Bir iş sıradan bir insan için iyilik sayılırken, yüce mertebeli birisi için eleştiri sebebi sayılabilir. Bunu, ilk elçi olan Hz Adem (as) ve son elçi olan Hz. Muhammed’in hayatından birer örnekle açıklayalım:
Hz. Adem (as) Örneği
(Buyuruldu ki:) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz şeyden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.” Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi. Onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti. Böylece ikisini kandırarak yasağa sürükledi. (A’raf, 19-22)
Adem (as) kıssasının anlatıldığı üstteki ayetler (özellikle altı çizili yerler) incelendiğinde onun yasak ağaçtan yemesinin kasıtlı bir şekilde ve bilerek olmadığı görülecektir. Aksine, unutarak, aldatılarak ve sehven yemiştir. “And olsun ki Biz, daha önce Âdem’e (o ağaçtan yeme diye) emretmiştik de o bunu unuttu ve kendisinde bir kararlılık bulamadık.” (Taha, 115) Bu ayetten de anlaşılıyor ki Âdem’de (as) herhangi bir kasıt ve taammüt söz konusu olmamış, Yüce Allah’ın emrine muhalefet ederken kararlılık ve istek içerisinde bulunmamıştır.
Bilinmektedir ki, Yüce Allah, hiçbir Müslümanı emrini unutarak, yanılarak veya aldatılarak muhalefet etmesi sebebiyle sorumlu tutmamaktadır. Bu durumda insanlığın babası olan Hz. Âdem (as) de -yaptığı şeyde unutma söz konusu olduğu için- sorumlu tutulmama hususunda öncelikli hak sahibidir. Neticede Hz. Âdem’in (as) Rabbine isyan gibi görünen ağaçtan yemesi unutması sebebiyledir; bilerek ve isteyerek değildir.
Hz. Muhammed (s.a.s) Örneği
Allah resulü (s.a.s) Mekkeli müşriklerle Bedir’de savaştı, onlardan yetmiş küsur esir edindi. Esirlere yapılacak muamele konusunda daha önce bildirilen ilahi bir emir olmadığından ashabı ile istişarede bulundu. Ebu Bekir (ra) görüşünü şöyle ifade ett: “Bunlar akrabâ ve kardeşlerimizdir. Ben, onlardan fidye (kurtuluş akçesi) almanı uygun görürüm. Onlardan aldıklarımız, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Umulur ki Allah onları hidâyete erdirir de onlar da bizim için destek olurlar.” Peygamber Efendimiz, Ömer’e: “Ey Hattâb oğlu! Senin görüşün nedir?” diye sordu. O ise şöyle dedi: “Hayır! Vallâhi ya Resûlallâh! Ben, Ebu Bekir gibi düşünmüyorum! Onların boyunlarını vurmamıza izin ver! Bana izin ver, (akrabamdan) filanın boynunu ben vurayım. Ali’ye izin ver, (kardeşi) Akîl’in boynunu vursun. Hamza’ya izin ver, kardeşi filanın (Abbâs’ın) boynunu vursun. Ta ki Allah, kalplerimizde müşriklere karşı bir yumuşaklık ve zaaf bulunmadığını açığa çıkarsın! Bu esirler müşriklerin önderleri, küfrün elebaşlarıdır!” (Bakınız: Müslim, Cihâd; Tirmizî, Siyer; Siyer kaynakları)
Allah resulü (s.a.s) onların hidayet bulacaklarını ve kendilerinden Allah’a ibadet eden bir neslin çıkacağını umarak Ebu Bekir’in görüşünü benimsedi; kimi esirleri fidye karşılığında, imkanı olmayanları karşılıksız ve okuma yazma bilenleri ise on Müslümana okuma-yazma öğretmeleri şartıyla serbest bıraktı. Vahiy kâtibi olan ve daha sonra Kur’an’ı mushaf şeklinde bir araya getiren Zeyd bin Sabit (ra) da yazı yazmayı onlardan öğrenmişti. Yüce Allah, esirler ve onlardan alınan fidye hakkında şöyle buyurdu: “Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağır basmadıkça (kesin zafere ulaşıp üstün gelmedikçe) esirleri olması lâyık değildir. Siz dünya malını istersiniz, oysa Allâh âhireti kazanmanızı murâd eder. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir. Eğer Allâh’tan bir yazı(hüküm) bulunmasa idi, aldığınız fidyeden dolayı size mutlakâ büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allâh’a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki Allâh bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir.” (Enfal, 67-69)
Bu süreci bir bütün olarak incelediğimizde beşeri ölçülere göre bir kusur veya eksiklik yoktur. Herhangi bir lider benzer bir yol izleseydi takdir edilecekti. Fakat ilahi irade böyle düşünmüyor ve bu yaklaşımı elçisine yakıştırmıyor. Yüce Allah, düşmanlar iyice mağlup edilerek din izzet bulmadan ve fitne tamamen ortadan kalkmadan önce esir tutmaktan, onları fidye karşılığında serbest bırakmaktan razı olmamış, bu sebeple Resulüllah’ı (s.a.s) ve Müslümanları kınamıştır. Fidye almakta dünyevî bir arzu da söz konusu olmaktadır. Oysaki, Allah’ın murâdı ahiret selâmetinin gözetilmesidir. Din düşmanlarının tam olarak sindirilmeden esir alınması, müminlerin ahiret selametini tehlikeye atabilirdi.
Çağımızın çok yönlü âlimlerinden olan Suriyeli yazar, edebiyatçı ve düşünür Ali Tantâvî “Ta’rifu’n-Âmm bi Dini’l-İslam” adlı eserinde (Ana Hatlarıyla İslam Dini, Nida Yayıncılık, 2017) bu konuyu kelam tartışmalarından uzak bir şekilde ve kendine has üslupla işlemektedir. Ondan uzun bir alıntı yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışacağım: “Peygamber, vahiy ile seçilmiş bir şahsiyettir. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında şöyle buyurmuştur: “De ki: Ben yalnızca sizin gibi bir beşerîm. (Şu var ki), Bana ilahınızın sadece bir ilah olduğu vahyolunuyor.” (Kehf, 110) Şu halde o bizim gibi bir beşer olduğuna göre, bizim için mümkün olan şeyler, onun için de mümkün müdür? Acaba bizim hata yaptığımız gibi o da hata eder mi?
Cevap olarak şöyle deriz (Hatanın farklı türleri vardır):
1. Hata, Allah’tan gelen mesajları tebliğ alanında ve şeriatın beyanı ve açıklamaları konusunda olabilir. Bu tür bir hatanın hiçbir peygamberden vuku bulması mümkün değildir. Çünkü peygamber, Allah’tan aldığı vahileri tebliğ ederken ve şeriatını açıklarken “arzusuna göre heva ve hevesine göre konuşmaz” O (bildirdikleri) vahiyden başkası değildir.” (Necm, 3-4.) Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Resul size Rabbinizden gerçeği getirdi (bunda şüphe yoktur). Şu halde kendi iyiliğinize olarak (ona) iman edin.” (Nisa, 170)
c Müslümanlara da ona yardımda bulunmayı ve yapacağı işlerde ona uymayı emretmiştir. “And olsun ki, Resûlullah’ta Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzap, 21) Bu örneklik tüm peygamberler için geçerlidir. “And olsun sizler için onlarda (Peygamberlerde) güzel bir örnek vardır.” (Mümtahine, 6) Bu ayet, peygamberlerin günahlardan masum olmasını, noksan ve eksik davranışlardan uzak olmalarını gerektirir.
2. Hata, peygamberin içtihat ettiği ve Rabbinden onunla ilgili herhangi bir ayetin inmemiş olduğu hukukî bir durumla ilgili olabilir. Bu tür bir hatanın Peygamberlerden vuku bulması mümkündür. Fakat Allah Teâlâ, peygamberleri o hata üzerinde bırakmaz. Bilakis onunla ilgili işin doğru olan yönünü açıklar. Abdullah İbn Ümmü Mektüm ve Bedir Savaşı esirleri olaylarında olduğu gibi Hz. Peygamber’den bu tür bir hata vuku bulmuştur. Hz. Peygamber bu olaylarda içtihatta bulunmuş fakat Allah, Peygamber’in içtihadında isabet etmediğini açıklamıştır.
Resûlullah’ın, âmâ olan Abdullah İbn Ümmü Mektüm’un kendisine geldiği günkü tutumunu çokça düşündüm. Kendi kendime şunu söyledim: “Şayet Allah Teâlâ, Abese suresindeki ayetleri indirmeseydi Resûlullah’ın tutumu dünyada âkîl insanlara, siyasetçilere ve bilginlere arz edilseydi acaba aralarından biri, Resûlullah’ın bu davranışında tenkit edilecek bir hususun olduğunu söyler miydi? Yoksa hepsi, Resûlullah’ın tutumunun doğru olduğunu kabul mü ederdi?
Toplumun ileri gelen birtakım adamları… Resûlullah (s.a.s) onlarla yakınlık kurmaya, davanın güçlenmesi ve zafere ulaşması için onları kazanmaya çalışmaktadır. Tam bu sırada kendi dostlarından birisi çıkar gelir, hemen cevaplandırılması gerekmeyen, geciktirilmesinde de her hangi bir zarar olmayan ve her zaman sorabileceği bir soruyu sorar. Hz. Peygamber (s.a.s) içinde bulunduğu işten bir netice alıncaya kadar, onun cevabını erteler. Acaba herhangi bir insan, bunun dışında başka türlü davranır mı? Acaba dünyada Hz. Peygamber’in yaptığı davranışı doğru görmediğini söyleyen var mı?
Kuşkusuz beşerî mantık ölçülerine göre onun tutumu doğruydu. Fakat vahiy başka bir ölçüyle inince Allah’ın ölçüsünün, insanların ölçülerinden daha sağlam ve aklı yaratan Allah’ın hükmünün, aklın hükmünden daha doğru olduğu anlaşılmıştır. Allah’ın hükmü, aklın hükmünün aksine daha sağlamdır. Burada aklın hükmü ise çarpık ve yanlıştır. Bunun gibi, Resûlullah’ın (s.a.s) Bedir gününde savaş esirlerine yaptığı muamele ile ilgili de söylenebilir. Yani Allah’ın hükmüne nispetle Resûllullah’ın verdiği hüküm hatalıdır. Şayet onun hatasını bildiren vahiy inmeseydi, Resûlullah’ın verdiği hüküm en akıllı insanlara göre doğru kabul edilecekti. Beşer büyüklerinden en büyük insan olarak nitelenen Hz. Muhammed’den (s.a.s) sadır olan bu hükümde maruf ve meşhur anlamıyla bir hata yoktur. Bilakis bu olayda gök vahyinin, yer hikmetinden daha üstün olduğuna dair bir kanıt vardır.
3. Hata, idarî ve askerî işlerden herhangi bir işte olabilir. Böyle bir hatanın da meydana gelmesi mümkündür. Çünkü Hz. Peygamber bir insandır. Bu gibi hususlarda beşerî bir fikirle düşünebilir. Bu gibi idarî ve askerî durumlarda sahabe, Resûlullah’ın verdiği kararın Allah’tan gelen bir buyruk ve vahi mi olduğunu veya kendisinin bir içtihadı mı olduğunu sorarlardı. Eğer Hz. Peygamber, bu hususta Allah’tan herhangi bir emrin kendisine gelmediğini ve bunun kişisel bir görüşü olduğunu onlara haber verseydi sahabe, Hz. Peygamber’e görüşlerini sunar, Hz. Peygamber de o görüşleri alır veya reddederdi. Bedir savaşında askerî karargâhın yerini seçme olayında olduğu gibi. Nitekim sahabe Resûlullah’a: “Ya Resûlullah! Burası ne ileri ne geri gitme hakkımızın olmadığı, Allah’ın seni varıp getirdiği bir yer mi midir yoksa burada konaklamamız kendi şahsi görüşünüz ve savaş sıtratejisi midir?” demişti. Resûlullah’ın kendi kişisel görüşü olduğu sahabe tarafından anlaşılınca başka bir görüşü ona arz ettiler, o da kendi görüşünden vazgeçip onların görüşünü kabul etti ve ona göre hareket etti. Hendek savaşında hendeğin kazılması ve aynı savaşta Gatafan’la barış anlaşması hadisesinde benzer durumlar vuku bulmuştur.
4. Dünyayla ilgili yaptığı işlere gelince, Resûlullah (s.a.s) bazen kendi şahsî görüşünü söylerdi. Bazen Resûlullah (s.a.s), işin ehli olanlar hariç, genelde pek kimsenin bilemediği tıbbî, ziraî ve sınaî konularda hata edebiliyordu. Mesela hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi. Bunda bir ayıp ve eksiklik de yoktur. Zira insan dünyanın en büyük bilgini bile olsa sanat, ziraat, ticaret ve diğer meslek erbabının ancak bilebildiği her şeyi ayrıntılarıyla bilmesi kendisinden beklenemez.
Hurma ağaçlarının aşılanması meselesi, ziraî, ferî bir konudur. Resûlullah (s.a.s) bu konuda vahye dayanmayan bir görüş ortaya koymuş, ashabını buna mecbur kılmamış ve bu işi yapmaya da zorlamamıştır. Bunun dinden olduğunu ve Allah Teâlâ’nın bunu vahyettiğini de söylememiştir. Bu konuda hatası ortaya çıkınca da: “Siz dünya işlerinizi benden daha iyi biliyorsunuz.” demiştir.”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?