Bismillah…
Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (s.a.s), alinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Fehm/Anlayış:
7. Madde: “Fıkhi/Fer’i hükümlerin delillerini araştırabilecek düzeyde olmayan her Müslümanın müctehid imamlardan birine tabi olması gerekir. Bununla beraber şöyle davranması güzel olur:
a- Tabi olduğu müctehidin delillerini mümkün olduğu kadar öğrenmeye çalışmalıdır.
b- İyiliğine ve yeterliliğine inandığı kişilerin kanıta dayalı irşad ve nasihatlarını kabul etmelidir.
c- İlim ehli ise ictihad derecesine varmak için ilmi eksikliklerini tamamlamaya çalışmalıdır.”
Bu maddede İmam el-Benna, müctehid düzeyde olmayanların ameli konularda izleyecekleri yolu, taklid edenlerin izleyecekleri yöntemi ve sahip olmaları gereken ahlakı işlemektedir.
Sözlükte “bir şeyi, insan veya hayvanın boynuna asmak ya da takmak” anlamındaki taklîd sözcüğü, fıkıh usulü terimi olarak bir âlimin görüşünü delile dayalı olmaksızın benimsemeyi veya uygulamayı ifade eder. (İslam Ansiklopedisi, Taklid maddesi) Müslümanlar İslam’ın yasama kaynaklarından (nasslar) istinbat (hüküm çıkarma) bakımından ikiye ayrılırlar: Şer’i delillerden hüküm çıkarabilen ve bu altyapıya sahip olmayanlar.
Said Havva (ra) bu konuyu ‘Cevelatün Fi’l Fıkheyni el-Kebir ve’l Ekber’ adlı eserinde işlerken anlaşılır ve veciz bir özet sunuyor: “İnsanlar fıkıh ilminin ilgi alanı olan ameli konularda üçe ayrılır: İctihad mertebesindekiler, şer’i delilleri bilip ictihad düzeyinde olmayanlar ve âmmiler. Birincisi, vardığı ictihadla amel etmekle yükümlüdür. İkincisi, ikna olduğu görüşe göre hareket etmelidir. Üçüncüsü ise dilediği alim veya mezhebe göre amel edebilir.”
Yasama kaynaklarından İslami hükümler çıkarmak hususunda ifrat ve tefritten kaçınılmalıdır. Tüm Müslümanlardan mezhep ve alimlerin ictihadlarından vazgeçmelerini ve yasama kaynaklarından bizatihi hükümler çıkarmalarını istemek yanlış ve imkânsız olduğu kadar; ictihad kapısının kapandığını, dolayısıyla yeni ictihadlara gerek olmadığını savunmak da yanlıştır. İslami naslardan hüküm çıkarabilecek (ictihad) düzeyde ilmi yeterliliği bulunan alim, vardığı sonuçla amel etmekle yükümlüdür ve başkasını taklid edemez. Bunun dışındakilerin bir mezhep veya alime uyarak dini hükümleri öğrenmeleri ve yaşamaları gerekir. Kur’an ve Sünnet nasları, ilk nesil Müslümanların anlayış ve uygulamaları, İnsan fıtratının yapısı ve sosyal hayat gerekleri göz önünde bulundurulduğunda bu hakikate varılır. Keza, en şiddetli taklid muhalifi kişiler bile her Müslümanın ictihad etmesinin mümkün olmadığını ve âmmînin, âlimin görüşlerine uymasının bir zorunluluk olduğunu kabul etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin tümünün cihada çıkması yerine, bir kısmının zamanlarını din hakkında derin ve kapsayıcı bilgi elde etmeye ayırmaları istenmiştir. “Mü’minlerin toptan savaşa çıkmaları uygun olmaz. Her kabileden bir grubun dini iyi öğrenmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak üzere geride kalmaları gerekmez mi? Olur ki böylece sakınırlar.” (Tevbe, 122) Keza, Kur’an’da bilmeyenlerin bilenlere sorması emredilmiştir. “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl, 43) Her iki ayetten anlaşılıyor ki her Müslümanın dini hükümleri ictihad ederek bizatihi öğrenmesi zorunlu değildir. Aslında tüm hukuk ve kanunlarda esas olan kişinin bizzat bilgi kaynağı olması değil; uygulama ve kurallara uymasıdır. Sözgelimi; kurallara ve yükümlülüklere uygun davranıldıktan sonra kişinin bilgi kaynağının kendisi mi yoksa başkası mı olduğu, önemli bir husus değildir.
Sahabe ve tabiinler döneminde tüm Müslümanların ictihadda bulunmadıkları, birbirlerine sorular ve hükümler sorduklarını görmekteyiz. Hz. Aişe, Hz. Abbas ve Hz. Abdullah b. Ömer gibi bazı sahabelerin (Allah onlardan razı olsun) diğerlerine göre ictihadda ileri düzeyde oldukları net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu hususta örnekler sayılamayacak kadar çoktur.
Fıkhi/Fer’i konularda bir âlimin görüşüyle amel etmek sosyal hayatın sürdürülmesi için gerekli olan iş bölümünün gereğidir. Herhangi bir bilgi alanında toplumun her ferdinin eşit derecede kabiliyet, bilgi ve tecrübeye sahip olması mümkün olmadığına göre İslâm’ı anlama ve yaşama çerçevesinde ortaya çıkan meseleler hakkında bazı Müslümanların uzmanlaşıp diğerlerine yol göstermesi, bu niteliği taşımayanların da onlara uyması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Sağlık, hukuk, barınma, gıda, temizlik ve diğer tüm yaşam alanlarında doğal olarak yetenek ve imkanlara göre bazı kişiler uzmanlaşacak ve diğerleri de onlardan istifade edecek ve onları taklid edecektir. Örneğin; herkes doktor olmayacak, fakat insanlar hastalandığında doktorun görüşü ile amel edecektir. Hastalanan birisinden tıbbi metinleri incelemesini ve tedavisini öğrenip düzenlemesini istemek mi doğrudur yoksa güvenilir bir hekime müracaat etmesini istemek mi?
Sahâbe neslinden itibaren kendisine danışılan ve görüşleri uygulanan âlimlerin olması ve İslâm tarihinin her devrinde Müslümanların âlimlerin görüşlerine başvurarak onlara tâbi olması bu tutumun icmâ ile desteklendiğini göstermektedir.
İctihadın ne olduğu ve hangi türlerinin olduğu, fıkıh usulü kitaplarında açıklanmıştır. Mutlak müctehid, mezhepte müctehid veya meselede müctehid gibi. Bununla ilişkili olarak taklidin ne düzeyde olacağı ve çeşitleri tartışma konusu olmuştur. Aslında taklid sürecinde asgari düzeyde de olsa akıl yürütmenin bulunduğu bir hakikattır. En alt düzeyde ilmi birikimi olan bir Müslüman bile rastgele bir âlime soru sormaz. İlmine ve iyiliğine güvendiği birisini bulup sormaya çalışır. Mezheplerin teşekkül süreciyle birlikte âmmî-âlim ilişkisi esaslı bir dönüşüme uğramış, âmmî artık tek bir âlime değil; asırlar boyunca çeşitli âlimlerin katkısıyla şekillenmiş bir bütüne (fıkıh mezhebi) tâbi olmuştur. Bunun da değerlendirmede göz önünde bulundurulması gerekir.
İctihad edecek düzeyde ilmi birikimi olmayan Müslüman, bir müctehidi taklid edebilir veya bir âlimden fetva alabilir. Bununla beraber imkân ölçüsünde müctehid, âlim veya tabi olduğu mezhebin delillerini öğrenmek için çaba sarf etmeli, hakkı sadece bir görüşte görmemelidir. Taassup hastalığından kendini korumalıdır. Danıştığı veya taklid ettiği mezhep dışındaki görüşleri körü körüne red etmemelidir. Öyle ki herhangi bir konuda delilleri incelerken, başka bir mezhebin delillerinin daha güçlü olduğunu gördüğünde tabi olduğu mezhebi bırakabilmelidir.
Taklid konusunda İslam’ın daraltmadığı alanı kendimize daraltmamalı ve bizim gibi düşünmeyenleri hoşgörebilmeliyiz. Şöyle ki müctehid olmayan bir Müslüman belli bir mezhebi veya âlimi taklid edebileceği gibi farklı konularda farklı mezhep veya âlimleri de taklid edebilir. Dolayısıyla bir mezhebi bir bütün olarak taklid edene ‘niye sadece bir mezhebi taklid ediyorsun’ diyerek yaptığını yersiz görmek yanlış olduğu gibi farklı konularda farklı mezhep veya alimleri taklid edeni ‘mezhepsiz’ nitelendirmek veya ‘ya hep ya da hiç’ yaklaşımı ile hareket ederek insanları zora sokmak doğru değildir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?