Bismillah…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Yakın bir zamanda doktor bir dostumu ziyaret ettim. Muhabbet esnasında bana şöyle dedi: “Biz Müslümanlar iyiyiz, dindarız; fakat bu yetmez. Bir de adil olmamız gerek.” Ben de cevaben: “Adil olmak da yetmez, ek olarak namaz da olmalı. Namaz da olmadan iyi/dindar olamayız.” dedim. Bunun üzerine dostumun sureti tuhaflaştı, bakışı sertleşti. “Namaz olmadan nasıl dindar, iyi olunabilir, namaz kılmayan bir insana iyi denebilir mi?” dedi. Ben de: “Nasıl ki namaz olmadan dindarlık/iyilik tasavvur edilemiyorsa adalet olmadan da bu durum düşünülemez.” dedim.
Evet, iyilik veya dindarlık kavramını niye ısrarla bazı parçalarından ayrık bir tasavvurla algılıyoruz? Bir dersten yüksek puan alan ama diğer derslerinden geçer not alamayan bir öğrenci başarılı/iyi sayılır mı? Çok iyi namaz kılan; fakat oruç tutmayan ve zekât vermeyen birisi iyi bir kul/âbid olarak kabul edilebilir mi? Elbette, hayır! Maalesef, toplumumuzun bir kesiminin sorunu dini büsbütün terk etmek iken, bir kesiminin sorunu da dini parçalı olarak algılamak, anlamak ve yaşamaktır. Namaz kılmamak, oruç tutmamak ve haramlardan sakınmamak sorun olduğu kadar inanç, ibadet, ahlak, ticaret, spor, eğitim gibi İslam’ın bir bütün olarak gördüğü alanlar arasında bir ayırım yaparak bu alanları bir bütün olarak ele almamak ve buna göre bir yaşam yolu çizmemek de sorundur.
Tüm yozlaşmalarda olduğu gibi İslam’ı anlama ve uygulamalarımızda meydana gelen yozlaşma da özden dışa doğru bir uzanım gösterdi. Önce İslamî anlayışımızın, fehmimizin özünde yozlaşma yaşandı, kavramlarımızın içi boşaltıldı, manadaki derinlik ve bütünlük yitirildi. Neticede elimizde kupkuru, derinliği, bütünlüğü olmayan ve hiçbir cazibesi bulunmayan öksüz sözcükler kaldı. Bu yozlaşma, İslamî anlayışımızda yaşandığı gibi namaz, oruç, iyilik, dindarlık, cihad ve diğer kavramlarımızda da yaşandı. Sözcük ve kavramlarımız erozyona uğratıldıktan ve asıllarından uzaklaştırıldıktan sonra bu kavramların gölgesinde yetişen Müslüman kişilik de sorunlu olmaya başladı ve neticede İslam’ı bütüncül olarak ele alamayan, bir yönü iyi ama diğer birçok yönü kötü olan garip bir nesil türedi. Örneğin, düşünce alanında iyi bir aydın/entelektüel olan bir kişi, zikir ve ibadet alanlarında çok zayıf olabiliyor. Bunun tersini görmek de mümkündür. Buna karşın, yozlaşma öncesi dönemde örnek Müslüman şahsiyetin fecir vaktinde mihraba kapanıp ağlayarak yakardığını, kuşluk vaktinde iyi bir hitabet ile insanlara tebliğde bulunduğunu, biraz zaman geçtikten sonra çok iyi bir spor yapıp işine giderek mesleğini samimiyet ve büyük bir ustalıkla icra ettiğini görmek mümkündü.
İslâm’ı bir bütün olarak ele alıp anlamak ve uygulamak yerine onu sadece ibadet boyutunda yaşar ve hayatımızın diğer alanlarından çıkarırsak, şu ayetin ifade ettiği gibi İslamî anlayışı eksik bir ümmet hâline geliriz ve ayet-i kerimede yapılan tehdidin muhatabı oluruz: “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”1
Bu din, namaz ile ticaret; zekât ile ilim, kıyam ile cihad; iman ile yönetim ve ahlak ile hukuk arasında bir ayırım yapmaz. O zaman, dinin ayırmadığını biz ayırabilir miyiz? Dikkat edilirse aşağıdaki ayette inanç, ahlak, ibadet ve muamelatla ilgili unsurlar iyilik şubeleri olarak nitelendirilip bir arada zikredilmiştir. Yüce Allah katında iyilik hâli tefrikayı kabul etmez. Sadece ibadetle veya İslam’ın diğer parçalarından birisiyle iyilik sağlanamaz. İbadeti iyi, ahlakı bozuk veya inancı düzgün, ticari ilişkileri sorunlu bir birey veya toplum kabul edilemez ve bu tasvirler Allah’ın kitabında karşılık bulamaz. Her hâlükârda ve tüm alanlarda iyi olmaya gayret göstermeliyiz. İslam’ı din olarak benimsediğimize göre inancımızda, duygu ve düşüncelerimizde, yaşantımızda, sosyal ve siyasal olaylara bakışımızda, insanlarla ilişkilerimizde, ticaretimizde, eğitimimizde hülasa tüm hususlarda bizler, Müslüman olmakla yükümlüyüz.
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.”2
Çağımızda Müslümanların düşünce alanında yaşadıkları en önemli problemlerden biri, İslâm’ı tam ve doğru bir şekilde anlamaması, anlatamaması veya daha genel bir ifadeyle eksik ve sorunlu İslam algısıdır. Kur’ân ve sünnet incelendiğinde İslam’ın, hayatın bütün yönlerini ele alıp düzenleyen kapsamlı bir nizam olduğu ilk bakışta fark edilir. Sadece Kur’ân-ı Kerim mealini bile baştan sona kadar okuyan birisi, bu kitabın hayatın tüm alanları ile ilgilendiğini net bir şekilde görecektir. Sathi bir meal okumasıyla dâhi Kur’ân-ı Kerim ayetlerinin, hayat alanları arasında ayrım yapmaksızın; inanç, ibadet, ahlak, devletler/toplumlar/kişiler arası ilişkiler, cihad/savaş, dünya ve ahiret, hayat ve ölüm vb. tüm konuları işlediği apaçık bir şekilde görülecektir. O zaman bu kusurlu, eksik ve yozlaştırıcı İslam algısı nereden kaynaklanmaktadır? Bunu irdelemeliyiz.
Kanaatimizce, Müslümanların zihinlerine yerleşen bu yanlış algı ve anlayışın temelinde iki önemli unsur yatmaktadır: Birincisi, İslam düşmanlarının Müslümanlar üzerinde yürüttükleri düşünce/kültür savaşı ve algı operasyonlarıdır. İslam düşmanları 1100-1400’li yıllarda bu algı ve kültür savaşının temelini attılar ve özellikle son iki asırda İslam’ın Müslüman zihinlerde doğru bir şekilde anlaşılmaması için çokça çaba sarf ettiler. Haçlı savaşlarının hazırlık çalışmalarını ve yürütülen bu savaşlar sonrasında Batı’nın edindiği tecrübe ve yaklaşımları incelediğimizde bu husus net bir şekilde görülecektir.
1147’de Kur’ân-ı Kerim’i Latinceye çevirten Aziz Peter, Arapçadan Latinceye çeviri hareketini başlatan önemli Hristiyan ilahiyatçılarından birisidir. Sanıldığı gibi Peter’in amacı, Müslümanların kutsal kitabının, Batı tarafından tanınması ve doğru bir şekilde anlaşılması değildir. Amaç, Müslüman’ı yakından tanımak ve onu kendi silahıyla vurmaktır. Aziz Peter, Kur’ân-ı Kerim’i Latinceye çevirtmesindeki niyetini açıklarken, açıkça amacının; oluşturacağı algıyla Müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek, Hristiyan olmalarını sağlamak ve bu olmasa bile en azından Hıristiyanların Müslüman olmalarını önlemek olduğunu itiraf etmiştir. “Bu çalışma lüzumsuz görülebilir. Müslümanlar bu çalışma yüzünden Hristiyan olmasalar da en azından bilgi sahibi kişilerin, en ufak şeylerden etkilenen kilisedeki zayıf kardeşlerine destek olması gerekir.”3 Aynı Peter, “Müslümanların Mezhep yahut Sapkınlıklarına Karşı” adlı kitabında, Müslümanlara yaptığı uzun hitabında kendilerine karşı nedenli kindar olduğunu açıkladıktan sonra onlara şöyle seslenmektedir: “Ben size, bazılarımızın çoğu zaman yaptığı gibi, silahla değil, sözle; kaba kuvvetle değil, akılla; nefretle değil, sevgiyle saldırıyorum.”4 Bu tavır sadece Peter’e özgü de değildir. Çünkü Batı, İslam’la tanıştığı ilk günden itibaren onun maddi ve manevi iyilik ve başarılarını görmezden gelmiş, onları inkâr yoluna gitmiştir. Orta Çağ Hristiyan dünyasının İslam, Kur’ân, Hz. Muhammed (s.a.v.), Selâhaddîn-i Eyyübî, İbn-i Sina, İbn Rüşd vb. Müslüman yönetici ve düşünürlere dair ürettikleri şehir efsaneleri ve şeytanlaştırma algıları okunduğunda bu husus apaçık bir şekilde görülecektir.
Batılılar tarafından yürütülen bu yıkıcı çalışmalar sonucunda, Müslümanların düşünce ile ilgili zaaf noktaları, İslam’ın yanlış yorumlanabilecek hususları, oluşturulmak istenen İslam algısı ve bunlar için gerekli olan yöntem ve araçlar belirlendi. Müslümanın İslam anlayışına yönelik yürütülen çok yoğun ve yıkıcı bu fikir savaşı sayesinde çoğu Müslümanın İslam algısı, körlerin fil algısına benzedi. Dilden dile dolaşan fil hikâyesi şöyle anlatılmaktadır:
Altı kişiden oluşan körler topluluğundan, ayrı ayrı file dokunup onu tarif etmeleri istenir…
Körler filin yamacına varır…
Biri ilk elden bacağına yapışır; “Aaa! Bu ağaçtır!” der…
Başkası gövdesine dokunur; “Hayır, fil bir duvardır!” iddiasında bulunur…
Diğeri kulağını yakalar; “Fil yelpazedir!” tarifini yapar….
Beriki kuyruğuna asılır; “Hayır, halattır!” buyurur…
Öteki, hayvanın dişine isabet eder; “Yok canım, fil mızraktır!” diye dayatır…
Hortumuna denk gelen sonuncusu ise “Hayır efendim, yılandır!” diye üsteler.
İslam düşmanları ve onların güdümünde olan içimizdeki kuklaları misyonerlik, ideolojik akımlar, milliyetçilik, laiklik ve benzeri çalışmalarla İslam’ın artık bir bütün olarak yaşanamayacağını, Müslümanların dinin siyaset ve yönetim ile ilgili alanlarından vazgeçmeleri gerektiğini bazen sağdan yaklaşarak bazen de soldan yanaşarak sık sık vurguladılar. Özetle İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak dışındaki tüm alanlarının terk edilmesi gerektiğini dayattılar ve bu konuda Müslüman dimağları yoğun bir bombardımana tuttular. Bu çalışmalar sonucunda “İslam’ın siyasetle ilişkisi yoktur.”, “İslam, dünya işlerine karışmaz.” ve “İslam, ticari hayatı düzenlemez.” gibi İslam’ın ruhu ile çelişen fikirler İslam âleminde kabul görmeye başladı.
“Bugün Müslümanlar, Allah’ın kitabından ve Resûlü’nün sünnetinden öğrendikleri İslam’dan farklı bir İslam’a razı edilmeye çalışılıyorlar ve bunun için yoğun uğraşlar veriliyor. Özü eksik, kenarları yitik, bağ ve dinamikleri kopuk bir İslam… Öyle bir İslam ki yasama işlerine karışmıyor, toplumsal sorunlarda söz söylemiyor, ırk ve coğrafya aidiyeti onun aidiyetinden önce geliyor, eğitim için inanç ve ibadet sistemleri ile uyumlu kurallar koymuyor, günlük hayatta bağlayıcı kurallar belirlemiyor…! Bunlar sadece karaltısı olan ve isimden ibaret bir İslam istiyor!” 5
Müslümanların zihinlerine yerleşen bu yanlış anlayışın oluşumunda önemli olan ikinci unsur ise sahada yürütülen İslamî çalışmalardır. Maalesef, bugün İslamî çalışmalarda Kur’ân ve sünnete yeteri kadar vurgu yapılmıyor, bu kaynaklara hakkıyla başvurulmuyor ve onlardan iyi bir şekilde istifade yoluna gidilmiyor. Her grup/meşrep bu iki temel kaynak yerine kendi referanslarını daha fazla öne sürüyor. Sahada bulunan İslamî kurumların İslam’ın sadece bazı alanlarında (eğitim, maneviyat, siyaset, cihad….) çalışma yapıp diğerlerini ihmal etmeleri bu sorunun daha da ağırlaşmasına yol açıyor.
İlmî çalışma ve teliflerde de benzer hataların etkisi az görülmemelidir. İslâm’ın bir bütün olarak (yönetim de dâhil) yaşandığı dönemlerde yazılan ilmihallerde sadece taharet, namaz, oruç, zekât ve hac konuları işlenmezdi. Bunlara ilaveten alışveriş ve diğer muamelat konuları, cihad ve yönetim ile ilgili meseleler, cezai müeyyideler vb. konular da işlenirdi. Fakat son asırda yazılan ilmihallerde sadece taharet, namaz, oruç, zekât ve hac konuları işlenmektedir. Bazı yazarlar ise bunlara ilaveten vatandaşlık ve ahlakla ilgili bazı konuları eklemişlerdir. Bu da Müslüman zihinlerde İslâm’ın sadece bunlardan ibaret olduğu yanılgısını yerleştirmektedir.
Şu bir hakikattir ki, bu dini ancak kapsayıcılık anlayışına sahip bireyler/kurumlar başarıya ulaştırabilirler. Nitekim Peygamber (s.a.v.) de; “Bu dini ancak onu bütün yönleri ile kuşatan ikame edebilir, yürütebilir.” buyurmuştur.
Selam ve dua dileğiyle…

1. Bakara, 85.
2. Bakara, 177.
3. İbrahim Kalın, Ben, Öteki ve Ötesi, sayfa 117-118, İnsan Yayınları, 13. Baskı.
4. İbrahim Kalın, Ben, Öteki ve Ötesi, sayfa 118, İnsan Yayınları, 13. Baskı.
5. Muhammed Gazali, Düstûru’l-Vahdeti’s-Sakafiyyeti Beyne’l-Müslimin, sayfa 13, Darü’l-Kalem, 3. Baskı, 1998, Dimeşk/Şam.
6. İbn Kesir, Siret-i Nebi.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?