Bismillah…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Müslümanın başlıca sorumluluklarından birisi davette bulunmak ve toplum yararına çalışmaktır. Bu vazifesini yerine getirebilmesi için insanların içine katılmalı ve “İnsanların arasına karışıp onların ezalarına katlanan Müslüman, onlara karışmayıp ezalarına katlanmayandan daha hayırlıdır.”1 hadisi şerifte ifade buyrulduğu gibi sıkıntılarla karşılaşmayı hesaba katmalı ve sabrı ilke edinmelidir. Her zaman güllerle karşılanmayacağını; yer yer payına kötü sözlerin, nahoş davranışların ve hakaretlerin düşebileceğini peşinen bilmelidir. Güller bahçesinde bile diken varken, bin bir çeşit insandan oluşan toplumda tebliğ çabasına karşılık sadece gül kokulu karşılıklar ve teşekkürler beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerek.
Evet, davetçi peşinen zorluklarla karşılaşmayı kabul etmeli ve onlara tahammül etmeyi benimsemelidir. Fakat sahip olacağı davet fıkhı, geniş ufuk ve vizyonu/basireti imtihanını hafifletip başarısını artıracaktır.
Â’râf suresinin 199 numaralı ayeti kısa olmasına rağmen ufuk açıcı olup davetçinin sosyal hayatta karşılaşabileceği zorluklara karşı nasıl davranması gerektiği hususunda yol gösterici bir özelliğe sahiptir. (خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلينَ) “Af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” Bu ayet her ne kadar Allah Resulü’ne (sav) hitap ediyorsa da sadece O’na (sav) özel değildir bu hitap. Bu kısa ayet özet olarak şu mesajları içermektedir: Davetçi O’nun (sav) izinden giderek, gerçeği görmekte zorluk çeken insanlara kaba ve sert davranmamalı, aksine af yolunu tutmalı, hoşgörüyü ve kolaylaştırmayı ilke edinmeli. Bununla beraber kendisi için her zaman marufu, İslam örfüne uygun olanı emretmeli ve uygulamalıdır. Hakikati bildikleri hâlde, inatla ona karşı koyan cahillere aldırış etmemeli, onlardan yüz çevirmeli ve onların bulundukları ortamları mekân edinmemelidir.
Bu ayeti tahlil ettiğimizde aşağıdaki neticelere varabiliriz:
1. “Af yolunu tut”
Davetçi insanlara zorluk verecek durumları istememeli, şiddet ve katılık taraftarı olmamalı. Onları kusurlarıyla yakalayıp cezalandırma peşinde koşmamalı. Aksine, affedici olmalıdır. Kusurları bağışlamak, özür dileyenleri affetmek onun önde gelen özelliği olmalı. Kolaylaştırıp zorlaştırmamanın Kur’ânî bir yaklaşım ve nebevî bir sünnet olduğunu unutmamalıdır. “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara, 185)
“O sizi seçti ve dinde sizin için bir zorluk da kılmadı.” (Hac, 78) “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”2 “Ateşin kimi yakmayacağını size bildireyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseyi cehennem yakmaz.”3
2. “İyiliği emret”
Ayette geçen “urf” sözcüğü iyilik, İslam’ın hoş karşıladığı ve muteber saydığı anlamında olup Türkçede örf olarak telaffuz edilir. İrfan, arif, ma’ruf kelimeleri bundan köken alırlar. İslamî kaynaklarda iyiliği emretmek emr-i bil ma’ruf olarak ifade edilir. Davetçi başkaları söz konusu olduğunda kolaylaştırıcı ve toleranslı olması gerekirken, kendine karşı ise idealist ve gerekirse mükemmeliyetçi olmalı. Affedici olayım derken, örfü/iyiliği emretmeyi bırakmamalıdır.
3. “Cahillerden yüz çevir”
Davetçi, ferasetiyle nerede ve kiminle konuşacağını bilmeli, sözün nerede karşılık bulmayacağını ve kiminle oturulmayacağını öngörebilmelidir. Hakkın aranmadığı, kişisel kapris ve kibirlerin egemen olduğu ortamlarda bulunmanın faydası olmadığı gibi menfi sonuçları da vardır. Bazen konuşmak farz ve ağızdan çıkan sözcük cihad mermisi mesabesinde olur. Fakat öyle ortamlar olur ki, susmak sükûta ermek altın değerinde olur ve böylece ne söz değerden düşer ne de sahibi gözlerden. Ayetin bu kısmı buna işret etmektedir. İslâm’ın genel olarak cedelleşmeyi/cebelleşmeyi yasaklaması ve mutlaka yapılacaksa da bazı şartların sağlanmasından sonra ona cevaz vermesini de bu kapsamda değerlendirmeliyiz. Neticede diyebiliriz ki, davetçi, muhataplarının hafife alma ve alay etme tavrını takındıklarını ve işi faydasız tartışma zeminine taşıdıklarını gördüğünde onları ve bulundukları ortamları terk etmelidir. Böylece onurunu ve ruh sağlığını korumuş olur, aynı zamanda nimet olan zamanını boş yere harcamamış olur.
Ayetteki ‘cahil’ kelimesi, bilgisizlikten ziyade saldırganlık, barbarlık, zulüm, haksızlık, küstahlık, inatçılık gibi kötü huylardan oluşan ahlâk bozukluğunu ifade etmektedir. Cahillerden yüz çevirmekle; onların tuttukları yolun yanlışlığını göstermemek, bozuk inançlarını düzeltme yönünde çaba harcamamak, ellerinden tutup doğru yolu bulmaları için uğraşmamak kesinlikle kastedilmemiştir. Çünkü bu, İslâm’ın varlık sebebine ve genel olarak peygamberlerin gönderiliş hikmetlerine aykırıdır.
Bu veciz ayeti ve sözcüklerini incelediğimizde ahlak anlayışı hususunda sosyal hayatımızı kolaylaştıracak, bireyler arasındaki sorunları azaltacak ve toplumsal huzuru artıracak bir ölçüyü görüyoruz. Şöyle ki ayet affediciliği/kolaylaştırmayı ve iyiliği/marufu emretmeyi bizden istemektedir. Birincisinde al (خُذِ), ikincisinde ise emret (وَأْمُرْ) sözcükleri kullanılmıştır. Almak karşımızdakinin tasarrufuna verdiğimiz cevap iken, emretmek ise bizden çıkan bir tasarruftur. Yüce Allah (c.c) emirlerini bize iletirken kullandığı sözcüklerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Müslüman bir birey olarak İslami ahlakı yaşarken ve sorumlulukları gündem ederken kendimiz için ideali, en doğruyu, en mükemmeli benimsemeliyiz ve aşağısına rıza göstermemeliyiz. Fakat karşımızdaki insanlar için kolayı, kusurları affetmeyi ve hoş görmeyi kabul etmeli ve asgariyle yetinmeyi bilmeliyiz. Bunu bir örnekle açıklayalım: Saygı göstermek, ihtiramda bulunmak İslami bir ahlaktır. Bunu kendimize uygularken idealist olmalıyız. Böylece hiç kimseye saygıda kusur etmemeliyiz. Nefsimizin başkasına yönelik en ufak saygısızlığını kabul etmemeliyiz. Fakat bize saygı gösterilmediğinde veya yeteri kadar değer verilmediğinde hoş görülü davranmalı, saygı hakkımızda katı davranarak başkalarına zorluk çıkarmamalıyız. Böylece bir meclise girdiğimizde başkasının bize yer açmamasını hoş görüyle karşılarız. Fakat oturduğumuz meclise birisi geldiğinde ona yer açar, saygıda kusur etmez ve bu hususta kendi nefsimize karşı katı davranmış oluruz. Özet olarak diyebiliriz ki, alıcı iken aza, kusurluya razı olmalıyız. Fakat verdiğimizde tamı, eksiksizi hedeflemeliyiz.
Bu hususta İslam ile etkisinde yaşadığımız Batı medeniyeti arasında belirgin bir fark vardır. Yukarıda açıkladığımız İslam ahlak sisteminin aksine, Batı medeniyetinde insanlar başkalarına yönelik vazifelerinden ziyade başkalarının kendilerine yönelik sorumluluklarına odaklanırlar. Bireyler benim ebeveynlerime, yakınlarıma, komşularıma, çocuklarıma, eşime… karşı sorumluluklarım nelerdir? Bu hususta kusurum var mı? gibi sorulardan ziyade adı geçenlerin üzerinde haklarım nelerdir? Onlar bu hakları yerine getiriyorlar mı? Gibi sorularla zihinlerini meşgul ederler. Böylece çevresinden ziyade menfaatlerine odaklanmış, toplumuna katkısı olmayan egoist bireyler yetişmiş oluyor.
1) Tirmizî, Kıyamet. 2) Buhârî, İlim, 11. 3) Tirmizî, Kıyamet, 45.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?