Bismillâhirrahmânirrahîm…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) aittir. Allah’ın salât ve selâmı kulu ve elçisi Muhammed’in (sav), âlinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Hangi çağda olursa olsun, yetişmiş kadro/dava erlerinin önemi göz ardı edilemez. Özellikle davaların başlangıç ve kendine yer bulma dönemlerinde bu durum daha fazla önem arz eder ve kritik bir hâl alır. Hiçbir iyiliği ve davet çalışmasındaki çeşitliliği küçümsememek gerekir. Fakat altın vuruşu yapacak, maddî (ilimler, yeterlilikler, yeteneklerin geliştirilmesi) ve manevî (terbiye, tezkiye) yönünden iyi eğitim almış donanımlı kadroları yetiştirmeyi ciddi bir şekilde önemsemek gerekir. Bu nedenle İslâmî bir hareket altyapıya, iyi ve donanımlı erlerin yetiştirilmesine ne kadar emek ve zaman verirse o oranda başarı yakalar. Medine dönemindeki ve dört halife asrındaki başarıları detaylı bir şekilde incelediğimizde bu başarılarda asıl payın İslâm’ın ilk yıllarında yetiştirilen ve sayıları 50-60’ı geçmeyen kadrolara ait olduğunu ve ancak böyle kadroların varlığında proje ve hedeflerin hayat bulabileceğini söyleyebiliriz. İslâmî bir hareket için iyi eğitim almış, davasını kavramış ve onunla bütünleşmiş, tüm zamanını davaya adayan ve hiçbir dünyalığın şehvetine kapılmayan mücahit erlerin varlığından daha büyük bir nimet tasavvur edilebilir mi?
Halifeliği döneminde İslâm Devletinin kurumlarının olgunlaşarak güçlendiği ve fetihlerin zirve yaptığı Hz. Ömer (r.a), bunu en iyi fark edenlerden olmuştur. Onun hayatında yetişmiş eleman vurgusunu sıkça görmekteyiz. Bu hususun daha iyi anlaşılması için onun hayatından birkaç örnek verelim:
Hz. Ömer (r.a), hilafeti döneminde bir mecliste hazır bulunan arkadaşlarına sordu:
– Dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, “İslâm yolunda harcamak üzere bu ev dolusu altınım olsun, isterim.” dedi. Bir başkası, “ Benim bu ev dolusu yakut, elmas vb. değerli taşlardan oluşan servetim olsun isterim. Onu İslâm yolunda harcayayım diye.” dedi. Mecliste bulunan diğer Müslümanlar da buna benzer isteklerde bulundular. Verilen cevapların hiçbirisi Hz. Ömer’in çehresinde memnuniyet ve beğeni alametlerini oluşturmadı. Bunun üzere meclistekiler, Hz. Ömer’e sordular:
– Ya Ömer, peki sen ne dilerdin?
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle cevap verdi:
– Ben şu ev dolusu Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Ebû Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim ve Huzeyfe b. Yemân gibi adamların olmasını ve onları Allah’ın adının yücelmesi için görevlendirmeyi isterdim.1
İnsanlar altın, gümüş, elmas ve diğer değerli mücevherleri Allah yolunda infak etmek üzere düşünürlerken, Hz. Ömer (r.a) bunların yerine yetişmiş elemanları ve tüm bunları da elde edebilecek dava erlerini düşünüyor. Bu yaklaşım, Hz. Ömer’in büyük bir dahi olduğunu ispatlamıyor mu? Buna benzer başka bir örnek de şudur: Amr bin As (r.a), Mısır fethi esnasında Halife Ömer’den (r.a) takviye güç istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) onun isteğini karşıladı ve ona şöyle bir cevap yazdı: “Ben seni dört bin kişilik ordu ile takviye ediyorum. Gönderdiğim her bin kişinin başında kendisi bin adama bedel erler vardır. Onlar: Zübeyir Bin Avvâm, Mikdât Bin Amr, Ubâde bin Sâmit ve Mesleme bin Mahled’dirler.”
Yetişmiş dava erlerini iyi değerlendiren ve onları önemseyen Hz. Ömer, Kadisiye Savaşında Sa’d bin Ebî Vakkâs’a destek olarak iki adam yollamış ve ona gönderdiği mektupta şöyle yazmıştı: “Sana destek olarak iki adam yolluyorum, bu desteği az görme! Onların her biri bin adama bedeldir. Onlar, Amr b. Ma’dikerb ile Talha b. Huveylid’dir.” Kadisiye Savaşını okuduğumuzda bu iki zatın kahramanlıklarını ve savaş seyrini Müslümanların lehine nasıl çevirdiklerini görüyoruz. Hz. Ömer’in “bin adama bedeldir” dediği Amr b. Ma’dikerb o gün düşman ordusunun dağıtılmasına vesile olan en önemli işleri gerçekleştirmişti.
Hz. Ömer’in önemini hissettirmek ve kavratmak istediği hususta İmam Hasan el-Bennâ şöyle demiştir: “Gerçek Müslüman var ise başarı için gerekli tüm faktörler vardır, demektir.” El-Bennâ’nın yetiştirmek istediği ‘gerçek Müslüman’ kimdir, hangi özelliklere sahiptir? Bunun bir kriterini kendisi şöyle açıklamıştır: “Bugün bizler davamızı, dünyevi hayatımızın kenarında yaşıyoruz. Dünya hayatımızı, davamızın kenarında yaşadığımız gün, gerçek davetçi erler olacağız.’ İmam Hasan el-Bennâ meseleyi ne güzel ifade etmiş! İslâm adına iyi işler icra edenler bile günümüzde kişisel hayatlarını birinci dereceye ve İslâmî çalışmaları ikinci dereceye yerleştirmişlerdir. Acaba tersi bir durum söz konusu olsaydı İslâm âleminin ve Müslümanların durumu ne olurdu?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüz İslâm davetçileri en verimli zamanlarını ve iyi imkânlarını, kendilerinin ve bakmakla yükümlü olduklarının günlük ve diğer dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak için harcıyorlar. Böylece sadece arta kalan zamanlarını (hafta sonları, geceler) ve kazandıkları malın çok az bir kısmını (%5-10) davete ayırmış oluyorlar. Sahabe toplumunu incelediğimizde tersi bir durum ile karşılaşıyoruz: Tebük Savaşında servetinin tümünü bağışlayan ve geride sadece Allah ve Resulünün sevgisini bırakan birinci halifenin ve servetinin yarısını bağışlayan ikinci halifenin infak anlayışını tüm davetçiler biliyor. Sahabe toplumu, dinlerine fazla kalanı değil; öz ve muhtaç oldukları mal ve emeklerini bağışlıyorlardı.
Hadis kaynaklarımızda ufkumuzu açan, konunun önemini çok net bir şekilde dile getiren tabir yerinde ise harika bir hadisi şerif vardır. “İnsanlar, aralarında soylu ve binmeye elverişli bir tek deve bulmakta güçlük çekeceğin yüz deve(lik sürü)ye benzer.”2 Hadiste geçen ‘râhile’ kelimesi, “binmek ve yük taşımak için seçilmiş iyi cins deve” demektir. Köy hayatını yaşayanlar bilirler ki, yükünü dört dörtlük taşıyarak sahibine güven veren çok az yük hayvanı bulunur.
Çocukluk dönemi köyde geçen birisi olarak bu konu ile ilgili hafızamda yer edinen bazı bilgileri paylaşmak istiyorum: Bazı hayvanların (merkep, katır, at) yükleri erişkinler tarafından yüklenirdi ve yükün götürüleceği yere kadar o hayvan bir an bile gözden ırak tutulmazdı. Zira dakikalar içinde ya yükünü eğriltip düşürecek ya da bataklığa veya dikenli bir yere sapardı. Buna karşın öyle yük hayvanları vardı ki, yükleri yüklendikten sonra gideceği yere kadar bir çocuğa bile teslim edilebilirdi. Zira hayvan yüküne dikkat ediyor, yolu ve çevredeki tehlikeleri iyi bir gözlemci gibi gözetliyor. Hatta böylesi yük hayvanlarına yükleri bir çocuk tarafından ve sağlamlaştırılmadan bile yüklense hayvan yolda yükünü düzeltirdi.
Yukarıdaki hadisi şerif, uzun yolculukta kullanılmaya elverişli, güçlü ve seçkin deve nasıl yüzde bir oranda ise aynı şekilde üzerine aldığı sorumluluğu, hakkını vererek, yerine getiren insanların da az olduğunu ifade ediyor ve önemli bir sosyal hakikati tespit etmiş oluyor. Hişâm et-Tâlib ‘İslâm Davetçilerine Eğitim Rehberi’ adlı eserinde şöyle der: “İnsanların yarısı işini yüzde doksan oranında, yüzde dokuzu işini yüzde doksan dokuz oranında ve sadece yüzde biri işini yüzde yüz oranında yapar.” Bu gerçekle hayatın birçok alanında karşılaşıyoruz. Kurumlarda çalışanlar, ekip çalışmalarını yürütenler bu yönleri ile değerlendirildiğinde bu çok iyi bir şekilde anlaşılacaktır.
Çoğu defa insanoğlu çevresindeki arkadaşlarını incelediğinde içinden şöyle der: “Şu arkadaş ne güzel bir insan! Fakat keşke şu kusuru olmasaydı.” Bunu isterseniz bir örnekle netleştirelim: Çok sayıda iyi özelliğe sahip bir İslâm davetçisinin tek bir kusura sahip olduğunu düşünelim (kibir, dar ufukluluk, sabırsızlık, korkaklık, cimrilik gibi özelliklerden sadece birisi). Böyle bir davetçi ideal bir iş çıkarabilir mi? Bazen doksan dokuz güzel özelliği bir tane kötü huy berbat edebilir. Bu tarz insanlarla yapılan hizmetler her zaman kısır kalmaya mahkûmdur. Fakat beşer olma özelliği ihmal edilmeyerek belirgin zaaf yönü bulunmayan fertler tabir yerinde ise cihana bedeldirler ve bu tür fertler varsa imkânsızlıklar devre dışı olacaktır.
Bu makalenin neticesinde aşağıdaki soruların cevapları üzerinde muhasebede bulunmayı başta kendime ve davetçi kardeşlerime öneriyorum:
Dünyaya ibadet etmek üzere geldiğine inanan biz İslâm davetçileri, yetişmiş kadro hususunda üzerimize düşeni yapıyor muyuz? Ömerî hassasiyetin neresindeyiz?
Bu dinin hedeflerinin gerçekleşmesi için katkımız nedir?
Sahabeler önce dava, sonra kişisel hayatları şeklinde bir öncelik bilincine sahiptiler, biz onlara ne kadar benziyoruz?
Selam ve dua dileği ile…

Kaynakça
1. İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 413; Hâkim, el-Müstedrek, III, 294; ez-Zehebî, A’lâmu’n-nübelâ, I, 14.
2. Buhârî, Rikâk 35; Müslim, Fedâ’ilu’s-Sahâbe 232; Tirmîzî, Edeb 82; İbn Mâce, Fiten 16.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?