Bu makalede haktan, onun Müslüman birey ile toplumlarda nasıl anlaşıldığından, ayrıca hakkın onların yaşamına ne kadar yansıdığından söz edeceğiz.

Bir Kavram Olarak Hak

“Hak kavramı, gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, gerçeğe uygun bulunmak; bir şeyi sabit ve gerekli kılmak anlamlarında masdar ve bu anlamlara dayalı bir sıfat olup Allah’a nispet edildiğinde “bizzat ve sürekli olarak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve ulûhiyeti fiilen tahakkuk eden” anlamındadır. Kur’ân, hadis ve diğer İslâmî kaynaklarda hak kavramı “korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gereken maddî veya manevî imkân, pay, eşya ve menfaatler; görev, sorumluluk ve borç” gibi anlamlarda da kullanılmıştır.”1
Bu kavramın en önemli özelliği, onun Yüce Allah’ın isimlerinden (Esmâ-i Hüsnâ) biri olmasıdır. Âlimler, hak kavramında iki temel anlam/odak belirlemişlerdir: Var olmak (vücûd) ve gerçeğe uygunluk (mutâbakat). Hak kavramı kelam/felsefe ve fıkıh/hukukta geniş bir ilgi alanı olmuştur. Biz bu makalede hakkı ayrıntılı ve uzmanlarını ilgilendiren boyutları ile değil; ağırlıklı olarak hakkın Müslümanların nezdinde neyi ifade etmesi gerektiğine ve günümüzde nasıl bir karşılık bulduğuna ilişkin bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
Bu çalışmada, İslâm âlimlerinin hakkı sınıflandırma şekillerinden, yaygın bir kabul gören; “Allah hakkı, kul hakkı ve müşterek haklar” şeklindeki sınıflandırma esas alınmıştır. Bu bağlamda, kısaca hak şu şekilde açıklanabilir:
a- Allah Hakkı (Hakku’llah): “Allah hakkı” ile birey ve gruplardan ziyade genel toplum yararını ilgilendiren/etkileyen, daha çok iman ve ibadet gibi yalnızca Allah’a ait olan ve sadece O’nun lâyık olduğu haklar kast edilir. Bu hakkın ihlal edilmesi durumunda yüce Allah zarar görmez, fakat toplum bazen direkt ve bazen de dolaylı bir şekilde zarara uğrayabilir. Şirk, içki içmek, zina yapmak gibi ihlaller Allah’ın hakkının ihlalidir. Bu hak ihlalinde bulunan kişi usulüne uygun bir şekilde tevbe ederek hatasını telafi edebilir.
b- Kul Hakkı (Hakku’l-ibâd): Kul hakkı, kişinin ilk etapta diğer insanlara ve topluma karşı yükümlü bulunduğu sorumluluk, vazife, ödeme gibi sorumluluklarının tümünü kapsar. Aslında kul hakkı olarak nitelendirdiğimiz tüm haklar, aynı zamanda Allah’ın hakkıdır ve her kul hakkı ihlali aynı zamanda Allah’ın hakkının ihlalidir. Sözgelimi, hırsızlık yapan kişi malı çalınan kişinin hakkını ihlal etmiştir, ayrıca aynı zamanda Yüce Allah’ın koyduğu kuralları da çiğneyerek Allah hakkını da ihlal etmiştir. Böyle bir hak ihlalinde tevbenin şartlarından birisi de hakkı ihlal edilenin rızasının alınmasıdır.
c- Müşterek (Karma-ortak) Haklar: Bu haklar, bir yönüyle kul hakkı olarak değerlendirilirken, başka bir yönü ile de Allah’ın veya toplumun hakları olarak değerlendirilebilen haklardır. Bu haklar, kul hakkı boyutu ağır basanlar ve Allah’ın hakkı boyutu ağır basanlar şeklinde daha detaylı ve fıkıhta/hukukta karşılığı bulunan bir sınıflandırılmaya tabi tutulur. İnsan sağlığının korunması ve nimetlerin israf edilmemesi gibi haklar, Allah’ın hakkının ağır bastığı müşterek haklara örnek olarak verilebilir. Bu haklar, ilk etapta şahsi ve kişiyi ilgilendiren haklar olarak görünmekle beraber, kişi sağlığına zarar veremez, başta mal olmak üzere sahip olduğu nimetleri israf edemez ve dilediği gibi tasarrufta bulunamaz.
Kısas gibi bazı haklar ise kul hakkının ağır bastığı müşterek haklara örnek olarak verilebilir. Öldürülenin mirasçısı dilerse bu hakkından vaz geçip suçluyu affedebilir. Keza, mirasçının izni olmadan kısas uygulanmaz. Müşterek haklarda bir taraf yetkisini kullandığında diğer tarafın yetkisi veya hakkı düşmez. Örneğin, öldürülenin yakını katilin öldürülmesini engelleyebilir ve kısası düşürebilir ve bu durum katili Allah katında temize çıkarmaz. Çünkü katil, öldürme suçu ile O’na karşı da suç işlemiştir. Ancak tevbe ederek kendisini yüce Allah’a affettirebilir.
Hak kavramı başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere İslâmî kaynaklarda geniş bir yer bulmaktadır. Bu kavram, Müslüman’ın nazarında geniş ve şümullü bir anlama sahiptir. Allah’ın hakkı, Peygamber hakkı, İslâm’ın hakkı, fakirin hakkı, dilencinin hakkı, arkadaş hakkı, dost hakkı, Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakkı, akraba hakkı, komşu hakkı, karı-koca hakkı, misafir hakkı, yolculuk hakkı, beden hakkı, akıl ve sağlık hakkı, kamu hakkı, hayvan hakkı, çevre hakkı gibi. Tüm bu hakları açıklayan Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Her hak sahibine hakkını ver!”2
Resûl-i Ekrem (sav) gece kıyamında söyle dua ederdi: “Allah’ım! Sen haksın, vadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır.”3 Hak kavramının Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyede çokça tekrar edilmesi -ki, sadece Kur’ân’da türevleri ile beraber 287 defa “hak” kavramı tekrar edilmiştir- çeşitliliği ve kapsayıcılığı, bizi bu kavram hakkında derin derin düşünmeye yöneltmektedir.

Müslüman Birey ve Toplumlarda Hak Algısı

İslâmî kaynaklarda geniş yer verilen hak kavramı, bugünkü İslâmî camia/toplumlarda ne kadar karşılık buluyor? Kur’ân-ı Kerîm’de 247 -aynı kökten türeyen isim ve fiil sözcükleri eklenince bu sayı 287’ye ulaşır- defa tekrar edilen hak kavramı, Müslümanın günlük hayatında ne kadar karşılık buluyor? Gerçek şu ki, hakkın bir kısmının (somut, ferdî) Müslümanlarda güçlü bir karşılığı bulunmakla beraber; hakkın kapsayıcı bir anlamda algılanmaması önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bugün İslâmî bilinçle hayatını idame etmeye çalışan bir Müslümanın, hakkın ferdî ve somut kısmı konusunda iyi bir düzeyde olduğu söylenebilir. Böyle bir Müslüman ırkı, milleti, dini ve diğer aidiyetleri ne olursa olsun, bir başkasının malını, parasını ve genel bir ifade ile hakkını yemez. Fakat soyut ve nispeten bireyden ziyade toplumu ilgilendiren haklar konusunda maalesef aynı şey söylenemez. Kamu malı ve imkânları, ihaleler, bürokratik atamalar, akademik unvanlar ve iş bulma gibi hususlar söz konusu olduğunda maalesef hak duyarlılığımız nerede ise yok denecek düzeye inebiliyor. Bu durumda, “Devlet malı deniz, yemeyen keriz” gibi sözler maalesef başını alıp gidiyor.
Bu hali pür melalimizi şu şekilde öyküleştirebiliriz:
Üniversite son sınıf öğrencisi olan Hasan, bir hafta sonu eğitim gördüğü şehrin doğal güzelliklerini görmek ve dinlenmek amacı ile bir plan yapmış ve bunun için de arkadaşının arabasını emanet almıştır. Hasan o hafta sonu gezisinde bir trafik kazasına karışmış ve kaza ona 10 bin TL’ye mal olmuştur. Hasan bu maliyeti karşılamak için sınıf arkadaşlarından borç istemiş, bunun üzerine sınıf arkadaşlarından on kişi kendi aralarında biner lira parayı Hasan’a borç vermiştir. Hasan da aldığı borçla sebep olduğu kazanın masrafını ödemiş ve beş ay sonra borcunu ödeyebilir hale gelmiştir.
Hasan alacaklı defterini çıkarmış ve borcunu ödemek istediği öğrenci arkadaşlarını düşünmeye başlamıştır. Borç aldığı arkadaşlarından kimisi dindar, kimisi de hayatını yaşarken İslâmî kaygılar ile hareket etmiyor, ayrıca günlük ibadetlerini yerine getirmiyor; kimisi sağcı kimisi solcu; kimisi Alevi ve kimisi de Sünni’dir. Hatta arkadaşları arasında Gayrimüslim olan da vardır. Bununla birlikte kimi arkadaşı ırkdaşı, kimisi de farklı ırklardandır. Dindar ve Sünni bir öğrenci olan Hasan bir an şöyle düşünmeye başlamış: Benim gibi Sünni ve az da olsa dinî vecibelerini yerine getiren arkadaşlarımın borcunu ödeyeyim. Ama gayrimüslim, Alevi ve hatta politik ve ideolojik olarak benim gibi düşünmeyen arkadaşlarımın borcunu ödemeyeyim. Hatta bu konuda eğer zor durumda kalırsam çamura bile yatabilirim. Bu düşünceler üzerine, içinde bir huzursuzluk belirmeye başlamış, bu borcun bir hak olduğunu, hak ve haklı söz konusu olduğunda farklılıkların devre dışı olması gerektiğini vicdanının derinliklerinde hissetmeye başlamış ve bu şeytanî düşünceden/vesveseden vazgeçmiş.
Bir yıl sonra mezun olan Hasan, araştırma görevliliği için gönlünden geçen üniversiteye başvurmuş, ilan edilen kontenjan için kendi şartlarının yeterli olmadığını ve yeterliği kendisinden daha yüksek kişilerin başvuruda bulunduğunu öğrenince işini garantiye almak için bürokrasideki tanıdıklarına, ulaşabildiği siyasetçilere, aidiyet hissettiği STK yetkililerine ve kuruldaki jüri üyelerine bütün yolları deneyerek ulaşmaya çalışmış. Bu süreçte ne Hasan’ın ne de aracı kıldıklarının içinde herhangi bir burukluk veya huzursuzluk belirmiş. Hasan hak etmediği araştırma görevliliği kadrosunu torpille, hileyle, adam kayırmayla elde etmiş ve bu süreci yeri geldikçe övüne övüne anlatmaktan da geri durmamış!
Evet, Hasan başkasının borcu ödeme konusunda gösterdiği duyarlılığı maalesef araştırma görevliliği kadrosunu almak için göstermemiştir. Oysaki borcun ödenmemesi durumunda hak bir defa ihlal edilirken araştırma görevliliği kadrosunu haksız yere alma konusundaki hak ihlali süreklilik arz ediyor. Bir defalık sadakaya kıyasla sadaka-i cariye ne kadar bol sevaplı ve değerli ise haksız bir şekilde elde edilen araştırma görevliliği kadrosu da birisinin borcunu ödememeye oranla çok büyük bir günah ve ağır bir vebal oluşturur. Bu durum, basit ve bir defa olan hak ihlali değil, katmerli bir hak ihlali, hayat boyunca tekrarlanan ve ömrün bereketini alan bir hak ihlalidir.

Toplumda adaletin tesis edilmesi, hakkın korunması ve ikame edilmesi Kur’ân-ı Kerîm’in ana maksatlarındandır. Bizler adaleti tesis etmek, hakikate ve Hakk’a ermek istiyorsak hakkı ikame etmeliyiz. “Kendim” kadar “öteki”yi, almak kadar vermeyi düşünmeliyiz. Hak kelimesini Arapça sözlüklerde incelerken aynı harflerden oluşan ‘kukk’ kelimesi dikkatimizi çekti. Kukk kelimesi, kemiğin oturduğu yuva, eklem yeri, kapının örtülünce oturduğu yuva’ anlamındadır. Kemikten, görevini yerine getirmesi bekleniyorsa kemiğin de hakkı verilmelidir. O da kemiğin yuvasına, eklem boşluğuna yerli yerine oturtulmasıdır. Yoksa ondan vücudu düzgün bir şekilde taşımasını bekleyemezsiniz!

Bizler haklının hakkını teslim etmeden, ne adaleti, ne toplumsal huzuru tesis edebilir ne de Hakk’ın rızasını elde edebiliriz. Zira Hakk’ın rızası hakkın gözetilmesiyle hak edilir. Mevla bu durumu ayette ne güzel ifade etmiş: “Allah, size (umumî ve hususî görevler, kamu hizmetleri, makam ve mevkiler dâhil) bütün emanetleri ehillerine vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”4 Ayetin bu ihtişamı karşısında biz ne yaptık? Maalesef, işi ehline vermek yerine, işi ehlimize verme bedbahtlığını yaşadık. Yaptığımız işin neticesi ise ortadadır. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”5
Ey STK yetkilileri! Değerinizi düşürmeyin, kendinizi ‘mabeyinci’ konumuna düşürmeyiniz. Lütfen, kuruluş amaçlarınıza dönünüz. Sizler insan yetiştirmek, Müslüman bir toplum oluşturmak, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmak, sosyal adaletin sağlamasında katkıda bulunmak, İslâm’ı tebliğ etmek vb. kuruluş senedinizde yazılı bulunan ve insanlara duyurduğunuz hedeflere odaklanınız. Resûl-i Ekrem’in (sav), yüz binin üzerinde bir katılımın gerçekleştiği Veda Haccında, elçilik vazifesini tamamladığını ilan ederken çarpıcı bir vurguda bulunduğu hakkın çiğnenmesine alet olmayınız. “Kimseye haksızlık etmeyin.”
Ey kamu görevlileri, sizlere emanet olarak verilen görev ve yetkiler hususunda Allah’tan korkunuz! Görev ve yetkilerinizi ahbap-çavuş ilişkisi ve menfaat çerçevesinde kullanamazsınız, ayrıca bu konuda yaptığınız haksızlıkları inisiyatif kullanma şeklindeki bir kılıfla açıklayamazsınız! Bu husustaki hak ihlallerin hesabını yüce Allah’a vereceksiniz.
Allah’ım, hakkı hak olarak bilip ona uymayı, batılı batıl olarak bilip ondan uzaklaşmayı bizlere nasip eyle! Âmin.Allah’ım, bizi haktan ayırma! Âmin.
Kaynakça:
1.‘Hak’ maddesi, DİA.
2.Buhârî, Savm, 51.
3.Buhârî ve Müslim.
4.Nîsâ, 58.
5.Mâide, 8.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?