Bismillah…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…

İslam’a Saldırı ve Bu Saldırının Mahiyetinde Meydana Gelen Değişim

Tarih boyunca tüm peygamberlerin davetleri çeşitli düşmanlıklarla karşılaşmıştır. Peygamberlerin hayatını incelediğimizde onlara yönelik fiziki ve maddi saldırıların birbirini kovaladığını göreceğiz. Allah Resul’ü (sav) de hayatta iken nice zorluklarla, davasının yok edilmesini ve saptırılmasını hedefleyen nice girişimlerle karşılaşmış ve kendisi de bunlara karşı çeşitli tedbirler almıştır. Bu hususu Kur’an, apaçık bir ‘sünnetullah’ olarak birçok ayette işlemiştir.


Allah Resulü’nün (sav) vefatından sonra büyük bir riddet/dinden dönüş hareketi yaşandı ve bu durum karşısında Müslümanlar ilk etapta ne yapacaklarını bilemediler. Fakat yüce Allah’ın bu hususta Hz. Ebubekir’e doğru yaklaşımı göstermesi, gönlüne inşirah ve sebat vermesi, Müslümanların çabucak toparlanmalarına ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için çalışmaya koyulmalarına vesile olmuştur. “Riddet Savaşları” olarak bilinen ve nice kahramanlıkların sergilendiği bu mücadelelerin neticesinde İslam’ın varlığına kasteden bu kanserli yapı yok edildi ve Müslümanlar, İslam hidayetini yeryüzüne yaymaya kaldıkları yerden devam ettiler.


Riddet/dinden dönüş hareketi, sadece tarihte yaşanmış ve bitmiş bir vakıa değildir. Sonraki dönemlerde de kılık değiştirerek, yeni görünümlere bürünerek, sinsice hareket ederek, toplumu etkileme potansiyeli büyük olan makam ve konumları işgal ederek varlığını sürdürmüştür. Çünkü İslam düşmanları, riddetlerini açıkladıklarında artık Müslüman birey ve toplumları etkileyemeyeceklerini ve gözden düşeceklerini biliyorlardı. Riddetlerini gizleyerek hem makam ve imtiyazlarını koruyacaklar hem de kritik vazifeleri icra ederek sinsi planlarını yürütebileceklerdi. Böylece bunlar karşımıza, müftü, gazeteci, yazar, düşünür, bürokrat, öğretmen, STK gönüllüsü, hukukçu… olarak çıkacaklar ve Ebu’l Hasan en-Nedvi’nin dediği gibi “Ebubekir’i olmayan bir riddetle” karşı karşıya kalmış olacağız. Riddet hadisesindeki bu değişim ve dönüşüm Müslümanların daha uyanık olmasını, çağdaş Müslüman âlim ve düşünürlerin bu hususla ilgili çalışmalarını daha dikkatli bir şekilde okumalarını gerekli kılmaktadır.1


İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün haddini aşarak Kur’an ve Allah Resulü’ne (sav) dair serdettiği kibir taslama ve hezeyan dolu sözler, Müslüman kamuoyunu son günlerde epey etkiledi. Adı geçen şahsın yaklaşık kırk dakikalık videosunu dikkatlice izlediğimizde konuşmasının bir bütün olarak felaket olduğu, bir Müslümanın idrakinden ve ağzından çıkamayacak nice küfür, sapkın fikir ve iftiralar barındırdığı apaçık bir şekilde görülecektir. İşin aslı, hiç de bazılarının dedikleri gibi “sözleri bağlamından koparılmış, cımbızlanmış…” değildir. Aksine, bu şahsın hezeyanları siyak-sibak bağlamında bir bütün olarak dinlendiğinde veya yazılı düşünceleri okunduğunda işin vahameti daha da artar. Ayrıca, kendisine yöneltilen ciddi tepkilerden sonra, 05.12.2020 tarihli Karar gazetesindeki köşesinde “Yekfî” başlığıyla yazdığı köşe yazısında kendisini yanlış ifade ettiğine veya bu düşüncelerden dönüş yaptığına dair bir işaret de yok. Aksine kendisini güya kitapları yakılan ve değeri bilinmeyen Farabi’ye benzeterek ne denli vazgeçilmez olduğunu ispatlamaya çalışmıştır.


Öztürk, hem kitap ve yazılı sunumlarında hem de çokça tartışma yaratan ve Müslüman vicdanları yaralayan son videosunda, Kur’an’ın sadece manasının bir öz olarak Hz. Peygamber’e indirilmiş olduğunu, O’nun da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürdüğünü ve bunun sonucu olarak; O’nun bazı tarihi ve yerel olayları, kendi halet-i ruhiyesini yansıtan öfke ve sevinçlerini Kur’an’a kattığını, Yahudilerle ilgili ayetlerde olduğu gibi şartlara göre söylem geliştirdiğini ve böylece Kur’an’da Allah’ın söylemeyeceği şeyler olduğunu iddia etmektedir.
Bu iddialar doğru olarak kabul edilirse Kur’an Allah kelamı olmaktan çıkacağı gibi Hz. Muhammed (sav) de haşa yalancı peygamber durumuna düşecektir.


Konuya Dair Yaklaşım İpuçlarımız

Bu makalemizde konuya dair yaklaşımımızı birkaç başlıkta özet olarak ifade etmeye çalışacağız. Çünkü ilahiyat profesörü ünvanı olan bu şahsın tüm sapık düşünce ve hakaretlerinin cevabı, müstakil bir kitap çalışmasını gerektirir. Böylece korumasını bizzat yüce Allah’ın üstlendiği Kur’an’a ve güvenilir Elçi’ye (sav) karşı “nasihat” vazifemizi yerine getirmiş olacağız.


A- Öncelikle usul ile ilgili yaklaşımımızı ifade etmek isteriz. İlahiyat aidiyetli birisinin, İslamî sabiteler çerçevesinden çıkmadan konuşup fikir beyan etmesi ve açıklamalarda bulunması gerekir. Bunun aksini yapması onu tahrifatçı yapar, saptırıcı kılar ve dürüstlüğünü sorgulatır. Bu durumun akademik özgürlük, bilimsel çalışma ve eleştirel düşünce gibi kalıplarla tevil edilecek hâli yoktur… Bir kişi şüphelerle dolu, hatta inançsız olabilir. Böyle birisi davet edilir, şüpheleri giderilip doğru yolu bulması için çalışılır. Ama bunun yeri İlahiyat Fakültesi hocalığı değildir. Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve aktarmakla yükümlü birinin, kendi sapık ve kibir taslayan düşüncelerini eğitim adı altında öğrencilere zerk etmesine izin verilemez. Çünkü İmam Hatip okulları, İlahiyat fakülteleri vb; imam, müezzin, vaiz ve müftü yetiştiren kurumlar, dinî bir hüviyet taşırlar ve bu kurumların hocaları fikir özgürlüğünü ileri sürerek hadlerini aşamazlar, tabir caizse Müslüman mahallesinde salyangoz satamazlar. Bunu yapacaklarsa dürüstçe davranmalılar ve öncelikle o makam ve vazifeleri terk etmelidirler. O zaman diledikleri gibi fikir özgürlüğünden yararlanabilirler.


Biliyoruz ki, ülkemizde Allah’ın varlığını kabul etmeyenler de var ahiret yurduna inanmayanlar da. Benzer şekilde, Hz. Muhammed’in elçiliğini kabul etmeyenler var olduğu gibi Kur’an’ın ilahî oluşuna inanmayanlar da vardır. Böyle insanların varlığı bizi üzmekle beraber İslam dini için bir sorun teşkil etmez. Ama bu düşüncelere sahip insanların karşımıza cami imamı, ilahiyat hocası veya müftü olarak çıkmaları ve bu görevlerini ifa ederken etki alanlarındaki insanları bu aykırı ve sapkın fikirleriyle zehirlemeleri büyük bir sorundur ve kabul edilebilir değildir.
Öztürk’ün yazılı ve sözlü iddialarını incelediğimizde bunların, kişiyi iman dairesinden çıkarıcı unsurlar olduklarını söyleyebiliriz. Burada bizim kendisini tekfir ettiğimiz sonucuna varılmamalıdır. Çünkü tekfir kararı birey temellidir ve adil bir yargılama sürecinden sonra verilebilir. Fakat düşünce ve fikirlerin değerlendirilmesi veya tekfir edilmeleri böyle değildir. Bu nedenle, “Peygamber Kur’an’da değişim yapmıştır, ona kendinden bir şeyler katmıştır.” sözü küfürdür ve söyleyenini kâfir kılar, diyebiliriz. Fakat bizzat bunu diyen bir kişiyi dinlemeden, yargılamadan tekfir edemeyiz. Kaldı ki tekfir bizim görevimiz değildir. 2


B- Mustafa Öztürk’ün İddiaları ve Cevaplarımız
1. Öztürk, Kur’an lafzının Allah Resulü’ne ait olduğunu, Allah’ın, vahyi O’nun kalbine; adalet, tevhid ve ahiret inancı gibi temel ilkeler şeklinde koyduğunu, O’nun da bunları ayetler şeklinde ifade ettiğini ve bu temel ilkelere yozlaştırıcı müdahalelerde bulunduğunu iddia ediyor. Öztürk’e göre Kur’an’ın tümü ve lafzı Allah’tan değildir. Allah Resulü (sav) de, psikolojik, sosyal ve politik ortama göre şahsi sıkıntı, beklenti, öngörü ve sorunlarını Kur’an’a yansıtmıştır. Böylece, eldeki Kur’an, Allah’a nispet edilemeyen ifade, yaklaşım ve anlamlar barındırıyor!


Öztürk, vahyin mahiyetiyle ilgili düşüncelerini kitap ve makalelerinde sık sık gündeme getirmiştir. Biz bu konuda dört alıntıyla yetineceğiz:
“Bu noktada kritik soru şudur: Kur’an’da Allah’la ilgili kibriyâ, kebîr, mütekebbir, müntekîm, rahmân, rahîm, vedûd, gazap, beddua gibi sıfatlar ve fiiller bizzat Allah’ın kendi ifadeleriyle kendini tanıtması mı yoksa Hz. Peygamber’in elçi (rasûl) sıfatıyla Allah katından genel mana ve mefhum (kavram) olarak aldığı vahyin ışığında kendi diliyle O’nun adına konuşması mıdır? Bize göre Kur’an’daki lafızlar Hz. Peygamber’in kendi diliyle Allah hakkında konuşmasıdır. Bilindiği gibi dil/lisan insanın duygu, düşünce, idrak ve kültür dünyasından bağımsız değildir; bu yüzden Hz. Peygamber’in kendi varlık tecrübesinden hareketle Allah’ı gazap, rahmet, beddua gibi insan biçimci sıfatlarla anlatması gayet tabiidir. Ayrıca ‘insanlık halleri’ tabirinin de ifade ettiği gibi, bir insanın hâlet-i ruhiyesi sabit ve stabil değil, ahval ve şeraite göre değişkendir. Hâliyle, Kur’an’da hem affedici ve bağışlayıcı olmaya yönelik teşviklerin, hem de birçok beddua ve tel’în ifadesinin yer alması, -haşa- ‘Allah’ın rûh halindeki değişikliğin değil, Hz. Peygamber’in yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. … ” 3


“Tam bu noktada Kur’ân vahyinin mahiyeti ve Hz. Peygamber’e hem lafız, hem mânâ mı, yoksa salt mânâ ve mefhum tarzında mı indirildiği meselesi de tartışmaya değer niteliktedir. Zira Kur’ân’ın hem lâfız hem mânâ itibarıyla inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahyin salt mânâ ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığı vahyin ışığında, konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir ki, bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde “Allah’ın ahlâkîliği” meselesi gündeme gelir.” 4


Oryantalist kafayla hareket eden ve kullandıkları dil ve üslupla onlara yer yer rahmet okutturan Öztürk ve benzerleri, Müslümanlar üzerinde “Haşlanmış Kurbağa Sendromu”nu uyguluyorlar. Onların ürkütülmeden işi kanıksamalarını istiyorlar. Şöyle bir deney anlatılır, kurbağayı direkt olarak kaynar suyun içine koymuşlar. Refleks olarak hemen kendini dışarı atmış ve haşlanmaktan kurtulmuştur. Fakat onu ılık suyun içine bırakmışlar ve suyu alttan yavaş yavaş ısıtmışlar. Böylece kurbağa korkutulmadığından öylece kımıldamadan durmuş. Sıcaklık yavaş yavaş yükselirken kurbağa, yapabildiği halde kendini kurtarmak için hiçbir şey yapmamış, tersine süreçten keyif almış. Yükselen sıcaklıkta kurbağa sarhoşluk hazzıyla kendinden geçmiş ve dışarı çıkamayacak hâle gelerek haşlanmıştır.


Oryantalistlerin geniş yelpazedeki çalışmalarını incelediğimizde, onların başta sahabe ve ilim öncülerimiz olmak üzere İslam’ı bize aktaran selef-i salihini gözden düşürmeye çalıştıklarını, onlara itibar suikastları düzenlediklerini görüyoruz. Bu onların İslam’a yönelik ilk basamak saldırısıdır. Onların etkisinde yetişen ilahiyatçıların ve kitaplarını okuyan okurların gözünde, Hz. Ebu Hüreyre’in (ra), İmam Buharî’nin (ra), muhaddis ve fakih âlimlerimizin değeri eskisi gibi değildir. Artık bir metnin hadis olup olmadığına; ravîsinin Ebu Hüreyre ve nâkilinin Buharî olduğuna göre karar verilmezmiş. Aynı şekilde bu metnin anlam kritiği için de İmam Nevevî (ra) ve benzerlerine başvurulmazmış! Tüm bunlara oryantalistler ve onların kibirli öğrencileri karar verecekmiş! Burada başarı sağlandıktan sonra ikinci basamağa geçildi.
İkinci basamakta itibar suikastının hedefi bizzat Allah Resulü (sav), sünneti ve hadisleri oldu. “Kur’an bize yeter” sloganı da hazırdı. Böylece Peygamber (sav), devre dışı bırakılmaya çalışıldı ve birileri kendilerini O’nun (sav) yerine koymaya başladı. Hadislere yönelik şüphe oluşturmak, Allah Resulü’nü (sav) haşa postacı konumuna düşürmek, O’nun teşri yetkisinin olmadığını iddia etmek… şeklinde süreç olgunlaştı.


Daha sonra üçüncü basamakta itibar suikastnın hedefi bizzat Kur’an oldu. Onun kutsallığı, ilahî oluşu tartışmaya açıldı ve böylece Kur’an’ın hadisleştirilmesi hedeflendi. İncil’in başına gelen şeylerin bir benzerinin onun başına geldiği iddia edildi ve bu hususta Allah Resulü (sav) itham edilerek yeni bir Pavluslaştırma temayülü sergilendi!
Öztürk’ün şu sapık düşünceleri işin hangi noktaya vardığını yansıtması açısından manidardır. “Kanaatimce vahiy; tevhid, adalet, meâd gibi temel kavramlar olarak nazil olmuş ve bu genel/mücmel kavramsal içerik, Hz. Peygamber’in zihninde detaylı hale gelmiştir. Hz. Peygamber temel inanç ve ahlâk ilkeleri uyarınca toplumu dönüştürme hedefini tutturmak üzere o günkü sosyoloji içerisinde durum bağlamına uygun birtakım tikel stratejiler ve taktikler belirleyip imkânlar elverdiği ölçüde bunları tatbik etmiştir.” 5


“Bu zaviyeden baktığınızda, Kur’an’ın ötekilerle ilişkisinde niçin çok esnek, değişken ve aynı zamanda politik bir dil ve üslûp kullanıldığını anlamak mümkün olabilir. Daha açıkçası, Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i kitap, özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe sûresi 29. ayette aynı zümreyi “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum az çok anlaşılır hale gelir. Kur’an’daki bu keskin üslûp ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lâfzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren ayetlerin Hz. Peygamber’in zihnindeki genel ve küllî vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim.” 6


Öztürk ve benzerleri “Haşlanmış Kurbağa Sendromu”nu Müslümanlar üzerinde yıllarca Tarihselcilik adı altında denediler. Müslümanları Tarihselcilik fitnesine karşı sık sık uyaran âlim ve düşünürler maalesef gözardı edildiler. Çağımızın Cemil Meriç’i olarak kabul edebileceğimiz düşünür Yusuf Kaplan Hoca, bu konuda şunları söyler: “Tarihselcilik, Kur’ân’ı izâfileştirecek ve Kur’ân’ın vahyî konumunu tartışılır hâle getirecek, sonuçta, Müslüman kitlelerin, özellikle de genç kuşakların inanç temellerini altüst edecek tehlikeli bir akımdır. Tarihselcilik, Batı’da bile kıyasıya tartışılmış ve hurdaya çıkarılmıştır. Ülkemizde Batı’da hurdaya çıkarılan bir akım üzerinden Kur’ân metnini tartışmaya açmak kelimenin tam anlamıyla epistemik köleliktir. Protestanlaşma, Tanrı’nın hayattan uzaklaştırılması, dinin bireysel bir inanç meselesine indirgenmesiydi: Bunun sonucu deizm olacaktı: Deizm de kültürel çözülme ve nihilizmle sonuçlanacaktı.” 7


Elimizdeki Kur’an’dan bir ayete bakıp, acaba Allah bunu der mi, demeye başladığımızda vahiyde ayıklama sürecine girdiğimizi söyleyebiliriz. Tevrat ve İncil’e bakıp hangisi Allah kelamı, hangisi sonradan eklenme yaklaşımına benzer bir süreç yaşamış oluruz ve Peygamber’in (sav) güvenirliğini ciddi bir şekilde sorgulamış oluruz. O zaman da imanın temel iki rüknü ortadan kalkmış olur.
Öztürk ve benzerlerinin iddiaları kabul edilirse yani Kur’an lafzının Allah Resulü’ne (sav) ait olduğu ve O’nun (sav) da duygu ve düşüncelerini buna kattığı benimsenirse, peşi sıra nice sorular birbirini kovalayacaktır: Bu müdahale ne kadardır? Nerelere müdahale edilmiştir? Aslı veya yüce Allah’ın muradı ne idi? Bunu nasıl belirleyeceğiz? Buna kim karar verecektir…?


Öztürk, Müslümanların zayıf olduğu Mekkî dönemde farz kılınmayan cihadın, Medine döneminde güçlenmeleriyle birlikte Kur’an’da farz kılındığını, bu yaklaşımın ahlâkî olmadığını, bunun Allah’a ait olamayıp Allah Resulü’ne ait bir yaklaşım olduğunu iddia etmektedir. Sanki yüce Allah’a ahlaksızlık nispet edilemezmiş de O’nun elçisine edilebiliyormuş! Bu ve daha birçok konuda açıkça sadece Kur’an lafzının değil, içeriğinin de Allah Resulü’ne ait olduğu iddia edilmekte ve Allah Resulü (sav), vahiy muharrifi olarak nitelendirilmektedir.


Aslında burada Öztürk ve benzerlerinin ahlâkîliği ciddi bir şekilde tartışma konusudur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’le ilgili nice sorular zihinlerde oluşmuş, bunların cevaplarına basit bir inceleme neticesinde veya konunun uzmanlarına sorular sorularak varılmış ve böylece mübarek kelama olan saygı artmıştır. Sözgelimi, sözünü ettiği husus Kur’an’ın tedricilik/aşama ilkesiyle açıklanmıştır. Yani Mekke döneminde öncelik Müslüman bireylerin yetiştirilmesi olduğundan, o dönemde inen ayetler, bu aşamaya yönelikti. Fakat Medine döneminde Müslüman bir toplum oluşmuş ve bu toplum, İslam devletini kurmuştur. Bu nedenle cihad, savaş vb. konular Medine döneminde inen ayetlerde işlenmiştir. Öztürk’ün dediği gibi olsaydı, Mekke’de inen ayetlerde Mekkeli müşrikleri çokça rahatsız eden tevhitle ile ilgili ayetler Kur’an’ın Mekkî kısmında geçmeyip Medine dönemine bırakılacaktı! Görüldüğü gibi bu ve benzeri soru(n)ların çok basit bir açıklaması vardır ve bunu anlamak için profesör olmaya da gerek yoktur.


Bizce, burada ahlâkî bir sorun vardır. O da Öztürk ve benzerleri bu kelama ve yüce sahibine karşı şımarıklık ve kibir hâlindedirler ve bu durumları onların bu nurdan istifade etmelerini engelliyor olabilir. Bu noktayı ifade eden çok sayıda ayet ve hadis mevcut. Biz birer örnekle yetineceğiz. “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım.”8 Buradaki ayet kevnî olabildiği gibi kitabî de olabilir. Müstekbirler, ne kâinat üzerine yapılması gereken tefekkürden ne de Kur’an ayetlerini düşünerek anlamaktan yararlanırlar. Allah Resulü (sav) ne güzel ifade etmiştir: “Allah şu Kur’an’la bazı kavimleri yüceltir; bazılarını da alçaltır.”9 Kur’an’ı Kerim’den istifade etmek isteyen, onun yüzgörümlüğünü vermek zorundadır. O da kimin kitabını okuduğunun farkında olmak, tevazu sahibi olmak, edep, illa edeptir.
Kur’an’ın hem lafzının hem de manasının tamamen yüce Allah tarafından vahiy edildiği ve başta Peygamber (sav) olmak üzere hiçbir kimsenin ona müdahale etmediği bizzat sayısız Kur’an ayetinde apaçık bir şekilde ifade edilmiştir. Biz bu konuyla ilgili Diyanet’in yayınladığı basın açıklamasının okunmasının tavsiyesi ile yetinerek sözü burada sonlandıracağız ve Öztürk’ün diğer iddialarına geçeceğiz.


2. Mustafa Öztürk Kur’an’a yaptığı saygısızlık ve terbiyesizlikle alçaldığı videosunda şöyle demektedir: “Kur’an’da 23 sene Velid bin Muğire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi… (Hem kel hem fodul ve piç) Bu Allah dili olabilir mi? İnsani dil olamaz mı? Olabilir. Yanmış canı. Feverandır. Olabilir üstadım olabilir.”10


Öztürk’ün üstteki küstah konuşması nice basit ve kasıtlı çarpıtmalar içeriyor. Onu dinleyen biri eğer Kur’an’dan habersizse ilahî kelamın nerede ise yüzde ellisinin Velid b. Muğire ve kalan yüzde ellinin de As b. Vail ile ilgili olduğunu sanacaktır. El insaf, bu ne küstahlık bu ne hadsizlik! Adı geçen iki müşrikle ilgili olduğu düşünülen ayetler Kur’an’ın yüzde birini bile teşkil etmiyor. Kaldı ki bu ayetlerin nüzul sebebinin onlar olduğu da yoruma açık ve nüzul sebebi ayetin hükmünü yerel ve kişiye/topluluğa özel kılmaz. Yani bir kişinin yalan söylemesini yermek üzere inen bir ayet yalanı sadece ona yasaklamaz.


Keza, Kur’an kadrajının Hicaz-Taif-Medine’ye sıkıştığını, onun 3-5 müşrike kafa taktığını ve çapının bunu geçmediğini iddia ediyor. Acaba Kur’an-ı Kerim’in sadece basit bir mealini okuyan birisi bu iddiaya beş kuruş öder mi? Bu söz gerçek manada profesör olan birisinden sadır olabilir mi? Bu konuda fizikçi ve felsefeci Doç. Dr. Enis Doko’dan bir alıntı yapalım:


“Hoca erguvan, Andromeda’ya atıfla National Geographic ile Kur’an’ı kıyaslıyor. Kur’an lokal olaylarla uğraşırken, evrende neler var neler diyor. Bu resmen Kur’an’a haksızlık. Ben çok sayıda felsefi ve dini metin okudum işim gereği. Doğaya bakmaya ve üstüne tefekkür etmeye bu kadar yönelten başka metin görmedim. Çoğu yerde de Mustafa hocadan daha evrensel yapıyor bunu. Hoca Andromeda’ya, Oriona bak diyor, Kur’an gökyüzüne bak diyor. Gökyüzüne bakınca hepsine bakıyorsun zaten! Yağmurdan, denizlerin karanlıklarına, hayvanlardan, uzaya, antik kalıntılardan, dağlara çok sayıda fenomene atıf yapıyor ve bunlar üstüne tefekkür etmeye davet ediyor. Daha ne kadar evrensel bir anlatı olabilir! Daha ne kadar doğaya işaret edebilir.


National Geographic seçimi de retorik hamle. Resimlerle dolu ve evet büyüleyici resimler. Şaşırtıcı değil, orada Allah’ın yarattığı kitap resmediliyor. Ancak NG metninin öyle Kur’an’dan daha etkili olduğu savunulamaz. Ha Kur’an’ın resimli baskısını isterse hoca yaparız sorun değil. Buradan açıkça tarihselcilere meydan okuyorum. Madem Kur’an hicaza sıkışık, evrensel atıf yok diyorsunuz buyurun hodri meydan. Bana doğaya bakmaya ve hakkında tefekkür etmeye Kur’an’dan daha çok teşvik eden onla çağdaş ya da daha eski bir eser gösterin. Dini olmak zorunda değil.”11


Kur’an-ı Kerim’in hayatın tüm alanlarına dair öğreti ve yaklaşımlarını, emir ve yasaklarını görmeyip onun nerede ise baştan sona birkaç müşrik eleştirisi ve hakaretiyle dolu olduğunu iddia etmek, sıradan bir oryantalizmle veya cehaletle bile açıklanamaz. Merhum Cemil Meriç bizdeki hadsizlerden yakınırken çok güzel söylemiş: “Eyvah, Batı’da cinnet bile terbiyeli.” Öztürk, konuşma şehvetine kapılmayıp kibrine yenilmeseydi, Kur’an’ın iman, ibadet ve ahlakın yanı sıra bir özgürlük, adalet ve hukuk kitabı olduğunu, derin bir kozmolojik boyutunun bulunduğunu ve felsefe ihtiyacını karşılayan ontolojik yönünün olduğunu görecekti.


3. Öztürk yukarıda bağlantısını verdiğimiz videosunda Kur’an’da bulunan hamd, övgü, sabır tavsiyesi, lanet, beddua vb. durumları ifade eden ayetlerin Allah kelamı olamayacağını ve bunların Allah Resulü’nün haleti ruhiyesinin yansıması olduğunu iddia ediyor. Engin merhamet ve şefkat sahibi tanrının kendisini övme ihtiyacının olmadığını, kimseye lanet, gazap ve beddua etmeyeceğini iddia ediyor, Kur’an’da tanrının dilinden lanetin eksik olmadığını eleştiriyor ve Allah Resulü’nü Hermes mitolojisi ile açıklamaya çalışıyor.


Bu ve benzeri -kişiyi dinden çıkaran- iddialar özgün olmadıkları gibi sahiplerinin art niyet ve anlama problemini de ortaya koyuyor. Evet, bu ve benzeri saçmalıklar, daha önce nice oryantalist tarafından dillendirildi ve Kur’an’ın ihtişamı karşısında varlık gösteremeyip tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Öte yandan, Öztürk’ün düşünce yaklaşımı incelendiğinde çok belirgin bir şekilde ilkel ve kibir kokan ahlaki bir sorun kendini ele veriyor. Şöyle ki, bir olayın veya sözcüğün birden fazla açıklaması veya anlamı varsa, kendisi mutlaka zihnindeki kötülüğü destekleyen açıklamayı veya anlamı tek seçenekmiş gibi bize ve okuyucusuna dayatıyor.


İlahî bir kelam olan Kur’an-ı Kerim, beşere bakan yönüyle yüce Allah’ın diğer nimetleri gibi insan fıtratının ve Müslüman ümmetin ihtiyaçlarını karşılıyor. Nasıl ki elma nimeti insanın beslenme ihtiyacı için yaratılmış ve buna göre bazı özelliklere sahipse Kur’an için de bunu söyleyebiliriz. Birisinin çıkıp elma meyvesi/nimeti kusurludur, dış ortamda çürüyüp bozulabiliyor, dolayısıyla Allah’a nispet edilemez, O’nun eseri olamaz, demesi ne kadar saçma ise Kur’an’daki hamd, övgü, kızmak, lanet vb. durumları ifade eden lafızlar Allah kelamı olamaz demesi de o kadar yersizdir. Siz çürümeyen ve bozulmayan bir elma istiyorsanız bunu bir fabrikada ve plastikten yaparsınız fakat o zaman ürettiğiniz elma insanın gıda ihtiyacını gidermez ve yenilemez. Benzer şekilde, ilahî kelam, mümin bir birey yetiştiriyor, Müslüman bir toplum inşa ediyor ve meleklere hitap etmiyor. Yeri geldiğinde bizi anlatacak, duygularımızı dile getirecek ve savunmamızı üstlenecektir.


Öztürk’ün Kur’an’a itiraz ve saygısızlıkları bununla sınırlı kalmıyor, videosunda güya Allah’ın kendisini övemeyeceğini iddia ederek Fatiha suresine sataşıyor, Mesed suresinin Ebu Leheb’e beddua barındırdığından yola çıkarak da onun ilahîliğine itiraz ediyor. İlginçtir ki, Müslümanların günde onlarca defa okuyup imanlarını arttıran Fatiha suresi Öztürk’ü cezbetmiyor. Benzer bir şekilde, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ispatlayan mucizelerden birisi olan Mesed/Tebbet suresini Allah’a yakıştırmıyor. Evet, Mesed suresi mucizedir. Çünkü yirmi üç yıllık tebliğin ilk senesinde ve ilk inen surelerden (iniş sırasına göre altıncı suredir) birisi olan bu surede Peygamber’in (sav) amcası Ebu Leheb ve karısının iman etmeyip cehennemlik olacakları ve sahip olduklarının kendilerini kurtaramayacağı açıklanmaktadır.


Hepimiz Allah Resulü’nün (sav), yakınlarının hidayeti için ne kadar çırpındığını biliyoruz. Buna rağmen Kur’an, amcasının iman etmeyeceği hakikatini işin başında deklare ediyor. Eğer Kur’an Allah kelamı olmasaydı, Ebu Leheb ve karısı Kur’an’ı yalanlamak ve Allah Resulü’nü (sav) zorda bırakmak için yalandan da olsa İslam’a girdiklerini açıklayabilirlerdi. Böylece Müslümanlar fitneye düşerlerdi. Fakat Ebu Leheb ve karısı hayatlarının sonuna kadar iman etmediler ve böylece Kur’an’ı doğruladılar. Oysaki tebliğin ilk yirmi yılında İslam’ın azılı düşmanları olan Mekkeli müşriklerin lideri Ebu Süfyan, Uhud savaşında yetmiş küsur Müslümanın şehadetine sebep olan komutan Halit b. Velid ve benzerleri gibi sonradan hidayet bulanlar hakkında böyle bir vahiy nazil olmadı. Kur’an-ı Kerim zaman, mekân ve şahıslar bağlamında okunduğunda onun hiçbir beşerin etkisini taşımadığı net bir şekilde görülecektir.
Tüm bunlardan sonra bize düşen Mesed suresini okuyup “Yüce Allah doğru söyledi.” Demektir. “Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. O, bir alevli ateşe girecektir, Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir).12


4. Öztürk, meşum videosunda, Kalem suresinin 13. ayetinde geçen “zenim” kelimesinden hareketle, Hz. Peygamber’in, Velid b. Muğire’ye ağır hakaretlerde bulunduğunu, ona küfredip sövdüğünü, ona veled-i zina, daha galiz ifadeyle “piç” dediğini, bu küfür ve sövgünün “Allah’ın” dilinin olamayacağını iddia etti.
Bu iddiaya cevap kapsamında iki hususu vuzuha kavuşturmakta fayda vardır. Aslında açıklayacağımız hususları vasat bir imam hatip öğrencisi bile bilir. Dolayısıyla açıklamamıza gerek var mı, diye tereddüt geçirdik. Fakat ilahiyatçı bir profesör bilmiyor gibi görünüyorsa bize de yazmak düşer.


1. İslam, zina günahı sonucu dünyaya gelen kişiye bu günahtan ötürü vebal yüklemez, ona ikinci sınıf insan muamelesi yapmaz ve onu kusurlu sayıp yermez. Çünkü İslam, kişileri ergenlikten sonra ve özgür iradeleriyle yaptıkları işlerden sorumlu tutar. O zaman bir kişinin zina veledi olarak suçlanması ne yüce Allah’a ne de Elçi’sine (sav) atfedilebilir.


2. İslamî bir metinde geçen ve birden fazla anlamı bulunan bir kelimeye mana verilirken, konuyla ilgili diğer metin ve ölçüler mutlaka göz önünde bulundurulur. Fakat daha önce belirttiğimiz gibi Öztürk’ün doğrulama önyargısı/yanlılığı sorunu var. Bir sözcüğün on anlamı varsa o diğerlerini görmezden gelerek düşüncesini destekleyen anlamı bize dayatıyor.


Öztürk’e reddiye kapsamında nefis bir makale yazan Ali Bulaç, Kalem suresinin ilk on altı ayetini bir bütün olarak tahlil ettikten sonra “zenim” sözcüğü ile ilgili şunu yazdı: “Sözlükler kelimelerin iştikakını verirken birden fazla anlam sıralarlar. Zenim kelimesine de farklı anlamlar vermişlerdir. Lisanü’l Arap’tan Müfredat’a birçok sözlük bu kelimenin Araplar tarafından aşağılık, kaba, zorba, yalancı, takma-uydurma, yağcı, dalkavuk, kötülükle damgalı; faydasız; işlediği kötülükler sonucu tabiatı bozulmuş, tıynetsiz, cibilliyetsiz; ne idüğü belirsiz, veled-i zina, annesi belli babası bilinmeyen, başkaları tarafından sahiplenilen, oğulluk; bir gruba sonradan katılan, soyunu inkâr edip kendini başka bir soya/kavme/kabileye mensupmuş gibi gösteren kimse.” (13) Görüldüğü gibi bu sözcüğün çok sayıda anlamı vardır. O zaman Öztürk’ün, bunu sadece zina veledi anlamında görmesinin saikı ne olabilir?


Öztürk kötü niyetli olmasaydı, Kalem suresinin ilk on altı ayetini bir bütün olarak değerlendirir, dördüncü ayette geçen “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” hakikatine uygun davranır ve nüzul sebebini göz önünde bulundurarak “zenim” sözcüğünün, aslen bir gruptan olmadığı halde çıkar ve kötü amaçla kişinin kendini başka bir gruba nispet etmesi anlamında olduğunu anlardı.
Yazımızın sonunda yüce Allah’tan başta kendimiz ve tüm insaf ehli insanlar için duamız; gönlümüzü Kur’an’a açması, ondan istifade yolunu bize göstermesi ve onu lehimize delil kılmasıdır. Âmin.
Selam ve dua dileği ile…

Kaynakça

1. Detaylı bilgi için bakınız: Yusuf Karadavî, Müslüman Toplumun Özellikleri, Nida Yayıncılık, Sayfa: 43-65; Said Havva, Allah Erinin Kültür ve Ahlakı, Cilt 1, Sayfa: 25-57.
2. Daha geniş bilgi için bakınız: Maruf Çelik, Ortak Payda, 2. baskı, Sayfa: 205-215.
3. Mustafa Öztürk, Kur’an, Vahiy, Nüzûl, Sayfa 226.
4. Mustafa Öztürk, “Kur’an’da Cihad”, İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, Sayfa 155, KURAMER Y., İstanbul, 2016.
5. Mustafa Öztürk, “Kur’an’da Cihad”, Sayfa 201.
6. Mustafa Öztürk, “Kur’an’da Cihad”, Sayfa 201.
7. Yusuf Kaplan, “Değişkenlerin sâbite katına yükseltilmesi: Epistemik kölelik ve Tarihselcilik sefâleti 1-2”, 6-7 Aralık, Yeni Şafak gazetesi.
8. A’raf, 146.
9. Sahihi Müslim, Müsâfirun, 269.
10. Kaynak: https://youtube.com/watch?v=6Ix4J0szZpg.
11. Enis Doko, 07 Aralık twitter paylaşımı; @enis_doko.
12. Mesed, 1-5.
13. Kaynak: https://alibulac.net/2020/12/05/cakma-kimlik-ile-veled-i-zina-arasinda-zenim.

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığının Konu ile Alakalı Yazısı:

Kur’an Lafzı ve Manasıyla Nazil Olmuştur
Son zamanlarda Kur’an’ın mahiyeti ve Kur’an’da yer alan kıssaların gerçekliği konusunda kamuoyunda tartışmalara yol açan birtakım iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir.
Söz konusu iddialara göre Kur’an’ın sadece manası bir öz olarak Hz. Peygamber’e indirilmiş, o da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürmüştür. Diğer bir iddia ise, Kur’an kıssalarının tarihsel gerçekliğinin olmadığı, sadece bazı mesajların verilmesi için kurgulanmış anlatımlar olduğu şeklindedir.
Bu iddialar, hem bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendi ifadelerine, hem onu insanlığa duyuran Hz. Peygamber’in açıklamalarına hem de tarih boyunca benimsenen İslam ilim geleneğindeki temel kabullere açık bir aykırılık taşımaktadır.
Yüce Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son mesajı olan Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok ayet, onun bütünüyle yani hem manası hem de lafzıyla Yüce Allah’a ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir.” (Şuarâ 26/192-195),
“Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (Neml 27/6),
“İşte, sakınsınlar yahut hatırlamalarını sağlasın diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda uyarılarımıza tekrar tekrar yer verdik.” (Taha 20/113),
“İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an vahyettik” (Şura 42/7) ayetleri vahyin lafızlarının yani sözlerinin onu indiren Yüce Allah tarafından Arapça olarak belirlendiğini göstermektedir.
Kur’an’ın, gerek indiriliş keyfiyeti gerekse indirildiği lafız örgüsüyle ilgili bu doğrultuda pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır. Nitekim İslam ilim geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda Müslümanlar da tarih boyunca böyle inanmışlardır.
Kur’an’ın lafız değil sadece mana ve mefhum olarak indirildiğine delil olarak ileri sürülen “O Kur’an, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuara 26/196), “Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın kitaplarında da vardır.” (A’la 87/18) ayetleri Kur’an mesajlarının özü olan tevhid ilkesinin önceki kutsal kitaplarda da bulunduğunu bildirmektedir.
İnzal aşamasında Kur’an’ın lafzı ve manası üzerinde Hz. Peygamber’in herhangi bir tasarrufunun kesinlikle söz konusu olamayacağı hususu da birçok ayette belirtilmiştir:
“Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bizimle karşılaşacaklarına inanmayanlar, “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” dediler. Onlara şöyle de: “Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15),
“Sen onlara bir ayet getirmediğin vakit, “Onu da derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir.” (A’raf 7/203) ayetleri bu gerçeği ifade etmektedir.
Şu ayetler ise Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın lafızlara dökülmesi konusunda hiçbir rolünün olamayacağı hususunda çok açıktır:
“Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (Hakka 69/44-47),
“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak elbette bize aittir.” (Kıyâme 75/16) Bu ayeti kerimeden vahyin indirilişi sırasında Hz. Peygamber’in, ayetleri ezberlemek için bir çaba içerisine girdiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ayetlerin lafız ve manasıyla kendisine nazil olduğunu göstermektedir.
Hal böyleyken Kur’an’ın sadece mana olarak nazil olduğu, lafzının ise Hz Muhammed’e ait olduğu şeklindeki bu şaz görüş, hiç bir İslam mezhebi tarafından kabul edilmemiştir. Bu görüşlerin bazı kitaplarda yer alması bunların benimsendiği anlamına gelmez. Nitekim İmam Matüridî, bu şaz görüşü Te’vilâtü’l-Kur’an adlı tefsirinde eleştirmiş, reddetmiş ve Kur’an’ın hem lafız hem de mana olarak Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e indirildiğini net bir şekilde ifade etmiştir. (I, 74; III, 121, 541)
Kur’an kıssalarının gerçekliği olmayan kurgusal anlatılardan ibaret olduğu iddiasına gelince, bu yorum da yine bizzat Kur’an’ın kendi ifadelerine ters düşmektedir. Zira Kur’an-ı Kerim, kendisinin anlattığı kıssalar için dile getirilen “öncekilerin masalları/uydurmaları” nitelendirmesini birçok ayetinde reddettiği gibi (Furkan 25/5-6; Nahl 16/24-25; Kalem 68/15-16) yine pek çok ayetinde anlatılanların “gerçek ve yaşanmış” olduğunu vurgulamıştır:
“Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur’a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Yine bu konuyu) tartışırlarken de sen yanlarında değildin.” (Al-i İmran 3/44),
“İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.” (Yusuf 12/102),
“Biz sana onların (Ashab-ı kehf’in) haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf 18/13)
Kur’an’ın bu apaçık beyanları da gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim hem lafzıyla hem de manasıyla Yüce Allah’ın katındandır ve her şeyiyle O’na aittir. Anlatılan kıssalar da gerçekten yaşanmış olaylara aittir ve gayb haberleri olarak vahyedilmiştir.
Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim, lafız ve manasıyla Allah’ın kelamıdır. Allah’ın koruması ile tek harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da baki kalacaktır. Nitekim geçmişten günümüze dünyanın her tarafındaki Mushafların hiçbirinde herhangi bir farklılığın olmaması da bu hakikatin ve mucizenin en somut göstergesidir. Hz. Peygamber’den bu tarafa mucizevi bir şekilde Müslümanların zihninde yer etmiş olan Kur’an’ı Kerim’in lafız ve manasıyla Allah’ın kelamı olduğu hususunda tereddüt uyandırabilecek söylemlerden uzak durmak bütün Müslümanların ortak sorumluluğudur.
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı


Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?