Bismillah…
Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (s.a.s), alinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Fehm/Anlayış:
5. Madde: Hakkında nass bulunmayan, hakkında birden fazla yorumu/tefsiri bulunan nassın olduğu konularda ve mesâlih-i mürsele kapsamındaki durumlarda şer’i bir esas/kural ile çelişmemek şartıyla halifenin veya vekilinin içtihadı geçerlidir. İçtihadî görüşler örf, âdet ve şartlar gereği değişiklik arz edebilir. İbadetlerde asıl olan taabbüdî (Kulluk bilinci ile ibadet ve uygulama) bir yaklaşımla eda edilmeleridir. Diğer konularda ise, sırlar, gayeler ve amaçlar (illet) dikkate alınır.Bu maddede aşağıdaki konular işlenmektedir:
a- İslam hukukunda ictihad ve maslahat sistemlerinin önemi ve işleyişi
b- Hakkında nass bulunmayan, hakkında nass olup birden fazla yorum/tefsir bulunan konularda ve mesâlih-i mürsele kapsamındaki durumlarda halifenin veya vekilinin içtihadı
c- Maslahat, çeşitleri ve hükmü
d- İbadet ve Adât yaklaşımımız
Makalenin başında bu maddede geçen ve usul ilmini ilgilendiren bazı kavramları açıklamakta yarar görüyorum.
“Nass: Genelde, hüküm kaynağı olması yönüyle Kitap ve sünnetin ifadeleri anlamında, fıkıh usulünde lafzın açıklık düzeyini belirtmek üzere kullanılan bir terim.” (İslam Ansiklopedisi) Daha genel bir tanımlamayla, manası açık olup birden fazla yorumu olmayan Kur’an veya sünnet ifadesi demektir.
“İctihad: Nassın, lafız ve manasından hareketle, nass bulunmadığında da çeşitli istinbat metotları kullanılarak şer’î hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma çabasının genel adı.” (İslam Ansiklopedisi)
Maslahat, sözlükte doğruluk, düzgünlük, iyilik, uygunluk, yararlılık gibi manalar içeren salâh kelimesinden köken almış olup çoğulu mesâlihtir. Menfaat kelimesi buna benzer manalar içermektedir.
“Geniş anlamıyla maslahat faydanın sağlanması yanında zararın savulmasını, menfaat de haz (lezzet) ve hazza vasıta olanın temini ve korunması yanında acı (elem) ve acıya vasıta olanın giderilmesini kapsar. Esas itibariyle maslahat kavramının, “Nasslar nasıl yorumlanmalı ve uygulanmalı?” sorusunun yanı sıra, “Nasslarda özel olarak değinilmemiş olaylar, ana kaynaklardaki hükümlere hâkim olan ruh ve düşünceye uygun biçimde nasıl çözüme kavuşturulabilir?” sorularına cevap arayan, kısaca ictihad faaliyetini İslâm teşrîinin özüne ve amacına göre denetlemeye yönelen zihnî çabanın ürünü olduğu söylenebilir. (İslam Ansiklopedisi)
Taabbüdî: Hikmet ve nedenlere dalmadan ibadet amacıyla bir şeyin yerine getirilmesidir. Sabah namazının 2 rekât oluşu, ticaret zekâtının %2,5 oranında olması gibi.
İslam Hukukunda İctihad Sisteminin ve Maslahat Ölçütünün Önemi ve İşleyişi
Resulullah (s.a.s) hayatta iken, şer’i hükmü belirlemek üzere kendisine vahiy nazil olur veya yaptığı ictihadlar vahiy ile düzeltilirdi. Resulullah’ın (s.a.s) ictihadının mahiyeti usul âlimlerince geniş bir ihtilaf konusudur. Bu husus, bu makalede detaylı bir şekilde işlenmeyecektir. Sadece şu hususu ifade etmekle yetineceğim: Resulullah’ın (s.a.s) Kur’an’ı telakki dışında da Cebrail’le iletişimde bulunduğu ve bu iletişimde edindiği bilgileri “Yüce Allah şöyle buyurdu, şunu seviyor, bunu sevmiyor” veya “Cebrail bana şunu tavsiye etti” şeklinde ifade ettiği sabittir. Keza, çoğu olay hakkında kendi kanaatini ifade ettiği ve bunun gerek vahiy ve gerekse istişare neticesinde değiştiği de mevcuttur.
Sahabenin, Resulullah’ın (s.a.s) hayatta olup kendisine ulaşamadığı durumlarda ictihad ettikleri ve bu durumun kendisi tarafından takrir edildiği (kabul edildiği) çok sayıda örnekle sabittir. Buna verilebilecek en açıklayıcı örnek Beni Kurayza savaşının hazırlık aşamasında Resulullah’ın (s.a.s) “İkindi namazını Benî Kurayza dışında kılmayın” şeklindeki emri ve bu emrin yerine getirilmesi esnasında sahabenin yaptığı ictihattır. Şöyle ki, bazı sahabeler nassın zahirine göre hareket etmişler ve Beni Kurayza yurduna vardıklarında vakit çıktığından ikindi namazını kaza etmişler. Diğer bir grup sahabe ise bu nassı ‘hızlı davranmak’ anlamına yorumlamışlar, nassın zahirine göre amel etmemişler ve namazı Beni Kurayza yurduna varmadan eda etmişler. Durumdan haberdar olan Resulullah (s.a.s) her iki görüşü takrir etmiştir.
Resulullah’ın (s.a.s) vefatıyla birlikte şer’i hükmün vahiyle bildirilme süreci sona erdiği gibi, ictihadla ulaşılan şer’i hükmün vahiyle denetlenmesi de sona ermiştir. Yeni çıkan ve dinle ilişkili olan hususlarda; toplum ve devleti ilgilendiren konularda fert ve toplum yararını gözeterek şer’i hükmün öğrenilmesi için Kur’an ve sünnet nasslarına ek olarak bir açılım gerekli idi. Bu açılım, bizatihi Resulullah’ın (s.a.s) sünnetinde vücut bulan ve nassların teyit ettiği ictihad sistemi ve onun icrasında gözetilen maslahat ölçütüdür.
Resulullah’ın (s.a.s) vefatından sonra ictihad müessesi vahyin sona ermesi nedeni ile daha önemli bir hal almıştır. Resulullah’ın (s.a.s) vefatından sonra ortaya çıkan yeni durumlarda şer’i hükmün öğrenilmesi için ictihad sistemi ve ictihadın icra edilmesinde gözetilen maslahat ölçütü İslam hukukunda önemli açılımlara sebep olmuştur. İctihad sistemi, bu özelliği yanında İslam mesajının evrenselliğini ve ebediliğini sağlamada önemli bir rol alır. Çünkü Kur’an ve sünnetin nassları ile dinin temel ilke ve yaklaşımları açıklanmış, nasslara ek olarak ictihad sistemi ile de Resulullah’ın (s.a.s) vefatından kıyamete kadarki sürede meydana gelecek olaylarda şer’i hükmü belirleme yöntemi bulunmuştur.
Maslahat, yapısı itibariyle bağımsız bir kaynak olmayıp; şer‘î delillerin incelenmesi sonucunda ulaşılan amaçları (doğruluk, adalet, zarar vermeme gibi) ve bu delillerden şer’i hüküm elde edilirken gözetilen kulların dünya ve âhiretteki yararlarını bir bütün olarak inceleyen bir ölçüttür. Maslahat o denli önemli bir ölçüttür ki, hakkında nass bulunan konularda ictihadda bulunurken nassın yorumlanmasında göz önünde bulundurulur ve hakkında nass bulunmayan konularda ise ictihadî görüşün oluşumunda daha belirgin bir önem arz eder.
Maslahat, hakkında şer‘î değerlendirmenin bulunup bulunmamasına göre üç gruba ayrılır. Nassla geçerli sayılana “el-maslahatü’l-mu’tebere, geçerli maslahat”, nassla geçersiz sayılana “el-maslahatü’l-mülgāt, geçersiz sayılan maslahat”, geçerli yahut geçersiz olduğuna dair hakkında nass olmayana “el-maslahatü’l-mürsele” adı verilir. Birincisine din, mal ve aklın korunması maslahatları; ikincisine faiz geliri maslahatı; üçüncüsüne ise trafik kuralları, il-ilçe ve köy düzenlemeleri örnek olarak verilebilir. Geçerli yahut geçersiz olduğuna dair hakkında nass olmayan maslahatlar “mesalih-i mürsele” hususunda Müslümanların yetkilisinin (devlet başkanı veya vekilinin) görüşü bağlayıcıdır. Usul âlimlerinin halife veya devlet başkanı olacak kişide ictihad düzeyinde ilim sahibi olma şartını zorunlu görmeleri bu sebeptendir.
Maslahatın birden fazla sınıflandırılması mevcuttur. Genel kabul gören ve pratik karşılığı daha fazla bulunan yukarıdaki sınıflandırmadır. “Temelleri Cüveynî tarafından atılıp (el-Burhân, II, 923-964) Gazzâlî tarafından geliştirilen bir ayırıma göre maslahat, fert ve toplum hayatındaki önem derecesi ve karşılanan ihtiyacın türü açısından zarûriyyât, hâciyat ve tahsîniyyât şeklinde gruplandırılır. Bu sıralama aynı zamanda, İslâm teşrîinin ana gayelerinin korunması hedeflenen yararların önemine göre derecelendirilmesini ifade eder.” (İslam Ansiklopedisi, maslahat maddesi)
Maslahatın belirlenmesinde kişi ve toplumların yararı gözetildiği gibi zararın uzaklaştırılması da hedeflenir. Maslahatın belirlenmesinde dine mi, dünyaya mı öncelik verilir? Veya hangisine ne kadar öncelik verilir? Bu husus usul âlimleri arasında önemli bir ihtilaf konusudur ve ictihada dayalı görüşün oluşmasında önemli bir faktördür.
Maslahat Ne Zaman Geçerlidir?
Maslahatın meşruiyet ölçütleri konusunda usul âlimleri arasında ihtilaf olmakla beraber, genel kabul gören yaklaşım şudur:
a- Maslahat, makāsıdü’ş-şeri’a (İslam’ın korunmasını istediği amaçlar) kapsamında olmalıdır. Bunlar beş esas (din, can, akıl, nesil ve mal) olarak belirlenmiştir. Maslahat, meşru sayılabilmesi için bunların muhafazasını hedeflemelidir. Bunların tamamının veya bir kısmının zarar görmesine veya yok edilmesine yol açan her şey maslahat dışında sayılır, görünürde yaralı olsa da zarardır, mefsedettir.
b- Maslahat, meşru olabilmesi için Kitap ve sünnete (nasslara) aykırı olmamalıdır.
c- Maslahat, kıyasa aykırı olmamalıdır. Şer‘an muteber olduğuna dair özel delil bulunmayan bir maslahat (maslahat-ı mürsele) sahih bir kıyasla çatışırsa dikkate alınmaz.
d- Maslahat, daha önemli bir maslahatın zarar görmesine veya yok edilmesine yol açmamalıdır.
Nassın sadece zahiri (lafzı) ile yetinip amaçladığı maslahatların göz ardı edilmesi yanlış olduğu gibi, maslahat ile çelişiyor diye nassı devre dışı bırakmak, onunla amel etmemek de yanlıştır. Nassı devre dışı bırakıp maslahatı kayıtsız bir şekilde uygulamak son derece yanlıştır. Yukarıdaki şartlar göz ardı edilmeden maslahatın değerlendirilmesi gerekir. Bazıları Hz. Ömer’in yer yer, maslahatı öne sürerek nasslarla amel etmeyi bıraktığını, nassların zahiri anlamını uygulamak yerine nassla varılmak istenen maslahatı önemsediğini iddia ediyorlar. Söz gelimi Müellefetül Kulûb (gönülleri İslam’a/Müslümanlara sevdirilecek kişiler, kalpleri kazanılması düşünülen kişiler) kapsamındakilerin zekât hakkını ödemediğini ve kıtlık döneminde hırsızlık cezasını uygulamadığını dile getiriyorlar. Bu iddia doğru olmadığı gibi, yapısında İslam dinine büyük bir iftirayı da barındırıyor. Bu iddiada bulunanlar İslami nassların insan maslahatı ile çatışabileceğini dolaylı olarak söylemiş oluyorlar.
Hz. Ömer’in uygulamaları dikkatlice incelendiğinde onun nassları uygulamayı terk etmediği, aksine nassları yerli yerinde ve Şar’i’nin (kanun koyucunun) amacı ve şartları doğrultusunda uyguladığı görülecektir. Hz. Ömer mekasid-i şeriaya (şer’i hükümle amaçlanan gayelere) vakıf müctehid bir halife idi. Kıtlık döneminde hırsızlık cezasını uygulamaması konusuna gelince, nasslar her hâlükârda bu cezanın uygulanacağını söylemiyor ve hiçbir müctehid bu nassları böyle anlamamıştır. Konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim ve sünnetteki nasslar beraber incelendiğinde bu cezanın bazı şartlara bağlı olduğu açık bir şekilde görülecektir. Netice itibarıyla Hz. Ömer nasstaki cezayı işlevsiz bırakmamış; şartları oluşmadığından uygulamamıştır.
Müellefetül Kulûb kapsamındakilere zekât vermediği hususu ise şöyle açıklanıyor: Resulullah (s.a.s) ve sonraki halife Ebu Bekir (ra) kalplerini İslam’a ısındırmak veya Müslümanları onların kötülüklerinden korumak amacıyla bazı münafık veya imanı zayıf lider veya ileri gelenlere zekât vermişlerdir. Hz. Ömer döneminde İslam, Arap yarımadasına egemen olup çevresindeki iki büyük devlet olan Bizans ve Sasani imparatorluklarını yenmiş ve dağıtmıştır. Daha önce kendilerine zekât verilen münafık veya imanı zayıf lider veya ileri gelenlerin toplumdaki konumları ve Müslümanların onlara olan ihtiyacı veya şerlerinden korunma gereksinimi ortadan kalkmıştır. Bunu gören ikinci halife Ömer (ra) onlara zekât vermekten vazgeçmiştir. Bu, fakir olduğu için kendisine zekât verilen birisine zengin olduktan sonra zekât verilmemesi gibi bir durumdur. Veya başarılı olduğu için burs verilen bir öğrencinin bir sonraki sene sınıfta kalması ve başarısız olması nedeni ile bursunun kesilmesi gibi bir duruma benzer.
İbadet ve Adât Yaklaşımımız
İbadetlerde esas olan onların kulluk bilinci ile eda edilmeleri ve Şari’nin belirlediği şekil, ölçü, miktar ve diğer niteliklerin irdelenmemesidir. Kullara düşen vazife bunları Yüce Allah’tan geldiği gibi kabul edip uygulamaktır. Sabah namazının iki, akşam namazının üç rekât, farz orucun yılda bir ay oluşu gibi. Bazen kanun koyucu olan Yüce Allah ibadetleri belirtirken nedenini veya hikmetini açıklayabilir. Bu açıklama biz kullara irdeleme hakkını vermez. Örneğin, ayette orucun farz kılınışı açıklanırken bunun hikmeti/nedeni olarak takvadan söz edilmiştir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara: 183) Bu ayetten yola çıkarak; takvaya ulaştırmıyor diye oruç terk edilemez veya daha az günle takvaya varılabilir diye farz oruç günlerinde eksiltmeye gidilemez.
İbadetlerin hikmetleri araştırılabilir, fakat belirlenen hikmetler, hükmü ve niceliğini değiştiremez. İbadet dışındaki alanlarda ise asıl olan hikmet ve nedenin araştırılmasıdır. Bu alanlarda akıl yürütülür, nedenler sorgulanır ve alternatif arayışına gidilebilir. Örneğin; nasslara aykırı davranmamak şartıyla yönetim, hizmet, sosyal ilişkiler, hukuk ve benzerleri gibi doğrudan ibadet sayılmayan alanlarda akıl yürütülmesi, alışılagelmiş yaklaşımların dışında çözüm ve yöntemlerin bulunması yanlış olmadığı gibi, İslam’ın teşvik ettiği bir husustur. Bunu bir örnekle açıklayalım: İslam tarihinde adalet arayışı genellikle bir hâkimin kontrolündeki mahkemede gerçekleşmiştir. Adalet arayan kişi hâkime, sorununu söyler ve bulabildiği şahitleri gösterir. Bu durumun adalet sağlamada veya haksızlıkları gidermede ne kadar etkili olduğu tartışılabilir ve buna alternatifler bulunabilir. Mahkeme heyetinin birden fazla hâkimden oluşması, savcılık ve avukatlık müesseseleri, farklı mahkemeler, üst mahkemeler ve benzeri arayışlar adaletin tecellisine katkı sağlayacaksa değişikliğe gidilebilir. Çünkü İslam, ibadet dışındaki alanlar için temel prensipler (adalet, istişare, maslahat gibi) belirlemiştir. Bu prensipler korunmak şartıyla şekiller ve yöntemler değişebilir.
Müslümanların bu konuda yer yer içine düştükleri hata, ibadetleri irdelemeleri ve adetleri dinin sabitleri gibi algılayıp onları tartışmaksızın uygulamalarıdır. Akıl yürütmemiz gereken alan ibadetler değil; adetler ve dünyevi işlerdir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?