Bismillah…
Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (s.a.s), alinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Davetçiler Yüce Allah’ın rızasını elde etmek için çaba gösterirler ve bu çabalarında başarılı olmak için usul ve yöntem arayışında bulunurlar. Başarılı olmak için neler yapmalıyız? Nelerden sakınmalıyız? Başarısızlığımızın sebepleri nelerdir? İslam için çalışanlar “Önemli olan çalışmamızdır, bizler başarıdan sorumlu değiliz, başarı Allah dilerse olur…” gibi düşüncelerle başarılı çalışma altyapısını göz ardı etmemelidirler.
Bu perspektiften bakıldığında ve geçmişin muhasebesi yapıldığında başarı için aşağıdaki 5 madde zorunluluk arz ettiği gibi kritik konumunu da korumaktadır. Bu makalenin başında başarının ilk ve ana unsuru olan Yüce Allah’ın tevfiki, beraberliği ve yardımı unutulmamalıdır. “O’nu bulan her şeyi bulmuştur, O’nu yitiren hiçbir şey elde etmemiştir.”
Fehm
Fehm: Anlamak, kavramak, ne yaptığını bilmek… Kur’an-ı Kerim’de Peygamber (sav) ve onun izinden gidenlere verilen emir… “De ki (habîbim:) işte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a (körü körüne değil) bir basîret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tâbî olanlar da (böyleyiz).” (Yusuf, 108)
Davetçi davasının gayesini, esaslarını, ilkelerini, hedeflerini, aşamalarını, çalışma metot ve yöntemlerini, değişmez ve değişebileceklerini, karşılaşabileceği zorlukları ve davete bulunduğu toplumu ve coğrafyayı iyi düzeyde bilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de bu bilgi düzeyi ‘basiret’ olarak ifade edilmiştir. Basiret, basar (görmek, göz) kökünden türemiş bir kelime olup sıradan veya yüzeysel bir görmek ve bilinçten ziyade geniş boyutlu, derinlikli ve kaliteli bilgi düzeyini ifade eder. İngilizce bir kelime olan vision veya Türkçeleşen şekli ile vizyon kelimesinin eşdeğeridir. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve önceki vahiy belgeleri birçok yerde ‘Basair’ (Basiret kelimesinin çoğulu) olarak nitelendirilmiştir. (Bakınız: Casiye: 20, En’am: 104, İsrâ: 102, İsrâ: 102)
Davetçinin fehm düzeyi onu yolculuğu boyunca sapmalardan koruyacak seviyede olmalıdır. Davetçinin donanımında buna gerekli ağırlık, önem ve zaman verilmelidir. Kanaatimce fehmin bu kritik önemi nedeni ile nebevi hayatın Mekke dönemi Medine döneminden daha uzun olmuştur. Dolayısıyla aynı amaç ve hedefler için bir araya gelen bireylerde temel konularda tam bir fikir birliği sağlanmalıdır. Fehm düzeyinde küçük bir fikri bozukluk veya sapma çalışma çizgisinde ve yaşantıda ciddi sapma ve kargaşalara sebebiyet verecektir. Bu durum, tıpkı hafif bir sapma ile ayrılan yan yolların zamanla anayoldan kilometrelerce uzaklaşması gibidir.
İmam Nevevi gibi bazı âlimler ihlası fehm ve amelden daha öncelikli görmüşlerdir ve buna binaen bu konuyu eserlerinde baş konu yapmışlardır. İmam Nevevi Riyaz’üs Salihin adlı hadis kitabında (باب الإخلاص وإحضار النية في جميع الأعمال والأقوال والأحوال البارزة والخفية) ‘Gizli ve Açık Tüm Hal, Amel ve Sözlerde Niyeti Tazeleme/Gözden geçirme ve İhlas Konusu’ adlı bir konu oluşturmuş ve bunu kitabının ilk konusu yapmıştır. Yani en başta düzeltilmesi geren niyettir. İmam Nevevi’yi nice selef ve çağdaş yazar izlemiştir. Hasan el-Benna ise İhvan düşüncesini on temel üzere kurmuş ve fehmi birinci, ihlası ise ikinci esas kılmıştır. El-Benna sanki şöyle demeye çalışmıştır: Gönlü ve kalbi ıslah etmeden önce aklı ve fikri ıslah etmeliyiz. Yani, nefis tezkiyesinden önce akıl tezkiyesi gelmelidir. Düzgün bir anlayış olmadan sahip olunan ihlas, nice kötülüklerin fitne ateşini yakmış ve sahibini İslam düşmanlarının oyunlarına alet etmiştir. Sapık düşünce ehlinin eksikliği ihlas azlığı veya yokluğu değil, fehm (etmeme) sorunudur. Ne Hariciler bunun ilk örneğidirler, ne de IŞİD bunun son örneğidir.
İhlas
Niyetlerin, çabaların, amel ve girişimlerin sadece Yüce Allah için kılınması gerekir. Davetçilerin bunu kendilerine ve çevrelerindekilere sürekli olarak hatırlatmaları gerekir. Bu konunun ehemmiyeti ve kritik özelliği teorik, deliller ve yaşanmış örnekler düzeyinde incelenmelidir. Davetçiler tüm çaba ve amellerinde gayeye odaklanmalıdır. Hedefler, araçlar, stratejiler, metotlar çeşitlenebilir, artıp azalabilir. Gaye ise tektir, değişmezdir, bakidir. O da Allah rızasıdır. Hicr suresinde Âdem’in (as) yaratılması, meleklere secde emri ve İblis’in bu karşı gelmesi anlatılırken ihlasa vurgu yapılması konunun önemini kavramaya kâfidir. ‘İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.’ (Hicr, 39, 40) Ayetten açıkça anlaşılıyor ki İblis sadece ihlaslı kullara yol bulamayacağının farkındadır.
Yüce Allah tüm niyet, duygu, söz ve amellerimizde bize ihlası nasip etsin. Âmin…
Kurumsallık
“Kurumsallaşmada esas olan kurumun faaliyetlerini sürdürmesinde, çalışanların kişisel yöntemlerine bağımlı olmadan, kurumun kendi yöntemlerini üretmesi ve çalışanların kurumdan ayrılması durumunda dahi işlerin aksamadan yürümesi için ilgili yapı ve süreçlerin oluşturulmasıdır. Bir başka ifadeyle, kurumsallaşma bir işletmenin faaliyetlerinin bireylerin varlığına bağlı olmadan sürdürülebilmesi ve geliştirilebilmesi için gerekli yapının kurulmasıdır.”
“Türkiye’de ikinci nesilden sonra üçüncü nesille varlığını sürdüren işletme sayısı oldukça azdır. Bunun nedenlerinden birisi, belirli büyüklüğe erişmiş firmaların kurumsallaşma açısından yeterli çalışma yapmamış olmalarındandır.”1
Kurumsallaşmanın temel amacı kurumu, kişilerden ve onların kendilerine özgü yöntemlerinden bağımsız hale getirerek, kurumsal işleyiş yöntemlerinin geliştirilmesidir. Şayet, mevcut elemanlardan bir kısmının bulunmadığı durumlarda da kurum faaliyetlerini aksatmadan yürütebiliyor ve geliştirebiliyor ve işe yeni alınan bireyler faaliyetlerin nasıl yapıldığını örgütün kendisine özgü sistemi içerisinde öğrenebiliyor ise kurumsallaşmada önemli bir mesafe kat edilmiştir.
Kurumsallaşmak için çaba sarf edilirken liderliğin, inisiyatif kullanmanın ve deneyim aktarmanın önemi göz ardı edilmemelidir. Bu üç faktörün aktifleştirilmesi ile beraber günün birinde birilerinin olmadığı durumda işlerin aksamadan bırakıldığı yerden devamı sağlanmalı ve bireylere bağlılık en alt düzeye indirgenmelidir.
Burada cevaplanması gereken bir soru vardır: Kurumsallaşmazsak ne olur?
Kurumsallaşmazsak, işlerin büyümesine paralel olarak şahıslara bağlılık artar ve sorunlarda yığılmalar olur. Çözüm kapsamında belli aralıklarla yetenekli kişiler işe alınır ve kısa süreli çözümler sağlanmaya çalışılır. Fakat zamanla bu yetenekli kişiler de önceki elemanların durumuna düşerler.
Kurumsallaşmazsak, her gelen yönetici kendi huyunu, yaklaşımlarını, iyilik ve eksikliklerini kurumun kuralları(?) ve teamülü haline getirir. Bu da farklı yetenek ve özelliklere sahip kişilerde zamanla, kurumda kendilerinin yerinin olmadığı ve kendilerine gereksinim olmadığı kanaatini oluşturur. Kurumsallaşmayan yapılarda zamanla meydana gelen ayrılık ve bölünmeleri nasıl açıklamalıyız? Öyle kurumlar vardır ki onunla tanışıp devam etmeyenler devam edenlerden daha fazladır.
Bugün geriye dönük bir analiz yapılsa İslam âlemindeki çalışma ve çabaların çoğunun önceden planlanmamış tepkisel çabalar, bütüncül bir yaklaşım yerine cüz’i yaklaşımlar ve kurumsal olmayan ferdi çabalar olduğu anlaşılacaktır. Bu vakıa bizi üzmelidir.
Netice itibarı ile kurumsallığın bir zorunluluk olduğunu kabul etmeliyiz, bunun usul ve yöntemleri üzerinde kafa yormalıyız. Aynı zamanda kurumsallığın zorunluluğu sadece üst düzey yöneticiler için değil; kurumun tüm üye ve görevlileri için de geçerlidir. Haftalık ders hocası, üç beş kişiden oluşan bir ortaokul halkasının sorumlusu da bu hususta kendini sorgulamalıdır. İslami literatürde yöneticiler için geçerli olan talimat ve kurallar özel kılınmasını gerektiren bir delil olmadığı müddetçe geneldir ve sadece tepedeki yöneticilere has değildir.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Neticede hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.” (Buhari ve Müslim)
Örneklik
Üstat Mustafa Meşhur (Allah rahmet eylesin) Davet Fıkhı serisini oluştururken ‘Davet Yolunda Örneklik’ adlı bir ana bölüm oluşturmuştur. Böylece örnekliğin davetçi için ne kadar önemli bir meziyet ve kuşanması gereken zorunlu bir donanım olduğunu bize hatırlatmıştır. Davet Fıkhı serisinin bu bölümü davetçilerin sürekli okuyup kendilerini muhasebe etmeleri gereken bir alan olmalıdır. Davetçi, ebeveyn veya evlat; yönetici veya yönetilen; patron veya çalışan; öğretmen veya öğrenci; davette bulunan veya davet edilen; zengin veya fakir; her ne statüde bulunursa bulunsun çevresine örnek olmak zorundadır. Tebliğde sadece dilimiz konuşmamalı, halimiz de dile gelmelidir. Unutmayalım ki eğitim sadece sözel bir süreçten ibaret değildir. Başkasını taklid etmek, onun gibi olmaya çalışmak, ona özenmek vb. durumlar da eğitim ve öğretim sürecinin önemli araçlarıdır. İnsanlar sadece düşünerek değil, aynı zamanda görerek, işiterek ve çevresinden etkilenerek öğrenirler ve bunun sonucunda kişilikleri gelişir. “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 78) Ayetten anlaşılıyor ki bilgi kaynağımız sadece düşünmek değildir. İşitmenin ve görmenin katkısını unutmamalıyız. Çocukların öğrenme, beceri kazanma ve eğitim süreci böyle değil midir?
Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel örnekliğe önem vermeye ve sahip çıkmaya davet edilirken; kötü örneklik ve arkadaşlıktan sakındırmaya yönelik nice uyarılar vardır. “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21), “İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Öyleyse onların hidayetine tâbî ol!” (En’am, 90), “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder. (Furkan, 27,28,29)
Davetçiler iyi bir bilgi birikimine sahip olabilirler, bunu insanlara sunmak için doğuştan verilen yeteneklerle beraber kazanılan becerilere de sahip olabilirler. İlim, yazı, hitabet, ses tonu ve çağımız insanının peşinden koştuğu görseller… Fakat bunlar rabbani bir davanın başarısı için yeterli değildir. Hatibin hitabetinde ve yazarın yazısında bereket olmadıktan sonra ne hitabet salon gürültüsünün ötesine geçer, ne de yazı sıradan bir edebiyat çalışmasının ötesine geçer. Sözlerimize, hitabetimize ve yazımımıza bereketi sağlayan örnekliğimizdir, yaşantımızdır. Evet, söz ve yazımızla amel ediyorsak Yüce Allah bereket ve tesir gücünü bahşeder.
Bu hususta Seyyid Kutub’u dinlemeye ne kadar muhtacız! “Muhakkak ki, kalem sahipleri çok şey yapabilirler. Ancak bir şartla: Düşüncelerinin yaşayabilmesi için kendileri ölecekler, bunu göze alacaklar. Düşüncelerini, etleri ve kanlarıyla besleyecekler! Hak olduğuna inandıkları sözleri söyleyecekler ve onun uğruna kanlarını feda edecekler! Şüphesiz düşüncelerimiz de, kelimelerimiz de hareketsiz ve ruhsuz cesetler olmaktan kurtulamayacaklardır. Ne zaman ki, biz onların uğrunda ölürüz, onları kanımızla besleriz; işte o vakit dirilirler ve diriler arasında yaşama şansını elde ederler.”2
Fedakârlık
En başta davetçiler olmak üzere tüm Müslümanlar Allah rızasını ve onun sonuçlarını elde etmek için sahip olduklarının tümünü Yüce Allah’a satmışlardır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’in apaçık ifadesi ile sabittir. “Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe, 111)
Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve İslam’ın ilk neslinin hayatı ve İslam’ı ele alma yöntemleri incelenirse bu dinin fedakârlığı bir zaruret olarak telakki ettiği kesin bir şekilde anlaşılacaktır. Bu din iman, teslimiyet, amel, cihad, fedakârlık, sebat ve şehadet dinidir.
Fedakârlıktan kaçınanların kendilerini tatmin etmek için ulaşabilecekleri bir kanıt yoktur. “Elif Lâm Mîm. İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir.” (Kasas, 1,2,3) Bu hakikatin Müslüman zihninde açıklığa kavuşması için Kur’an-ı Kerim’in sadece Tevbe suresinin tefekkürle okunması yeterlidir.
Davasını kavramış, niyetini Allah için halis kılmış ve kurumsallık statüsünü en az asgari düzeyde tamamlamış bir İslami çalışma kadrosu örneklik ve fedakârlık meziyetleri ile bürünerek başarı için gereken asgari müştereği sağlamış olur. Artık bu kadro Yüce Allah’a güvenerek başarı bekleyebilir, Allah Resulü (s.a.s) ve sahabesinin yakaladığı başarı ve sonuçları isteyebilir.

Selam ve Dua dileği ile…

Kaynaklar
1. http://www.marmarasps.com.tr/images/makale_kapak/e9a2bf440c60636914697685af9ba8f4.pdf
2. İslami Etütler

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?