Ömer AYTAŞ
İnsan sosyal bir varlıktır, yaratılışı ve ihtiyaçları gereği toplum halinde yaşamaya mecburdur. Çünkü o, bütün ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılama imkânına sahip değildir. Dinimizin mü’minleri bölünme yerine birlikteliğe, beraberliğe davet eden emirlerini de bu ihtiyaç paralelinde değerlendirmek gereği ortaya çıkmaktadır. İnancı, sosyal ve kültürel yapısı her ne olursa olsun toplum halinde yaşamanın insana yüklediği belli birtakım sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar, onların faydalarına yöneliktir. Toplum olarak yaşamanın belli ilke ve kuralları vardır.
Dinimizde başta insan olmak üzere bütün canlılara karşı iyi davranmak genel ilkedir. Bu iyi davranış sadece insanları değil diğer canlıları da kapsar. Zira varlık âlemi Allah’ın eseridir. İnsanın da bu eserle ilgili belli sorumlulukları vardır.
İnsanlık ailesi değişik renklerde farklı isimlerde adeta aynı bahçenin gülleridir. Bu geniş yelpaze içinde herkesin birbirine karşı yakınlık ve ilişki dereceleri farklı farklıdır. Davranışlar, bu yakınlık ve ilişki derecesine göre şekil ve anlam kazanır. Bilindiği gibi insana en yakın olanlar; anne, baba, dede-nine, kardeşler, torunlar, amcalar, halalar, teyzeler ve diğer akrabalardır. Bunlar bir ağacın kökleri, gövdesi ve dalları mesabesindedir. Ağacın gövdesi, dalları ve kökleri arasındaki ilişki neyse akraba arasındaki ilişki de odur. Bu ilişkinin koparılmayıp aksine sağlamlaştırılması asıldır. Yakınlar arasındaki bu bağa dinimiz “sılai rahim” demiştir.
Günümüz dünyasında çoğu ilişkilerin menfaat temeli üzerine inşa edildiği, insanların çoğu zaman kendilerine sağlayacağı menfaatler ölçüsünde başkalarıyla ilgilendiği, uhrevi ve inanç boyutundan uzaklaşmaların yaşandığı, bunun sonucu olarak da çoğu kez üst kattaki komşunun alt kattakinden habersiz yaşadığı, aileler ve yakınlar arasındaki irtibat ve ilişkilerin zayıfladığı, nesiller arasında kalın duvarların örüldüğü, vefa, hayâ, iffet gibi bizi biz yapan değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu bir çağda yaşamaktayız.
Günümüz Müslüman toplumu olarak gerek akrabalarımız gerekse diğer insanlarla ilişkilerimiz gün geçtikçe zayıflamaktadır. Kendimizin dışındaki insanları ve onların problemlerini gün geçtikçe umursamaz oluyoruz. Ümmet olarak huzuru, sevinci, üzüntüyü, varlığı, yokluğu bireysel olarak yaşamaya doğru hızla ilerliyoruz. Oysa problemler, üzüntüler paylaşıldıkça hafifler, aynı şekilde de sevinçler de paylaşıldıkça daha büyük bir anlam kazanır.
Ahlâkımız, ticaretimiz, sanatımız, dinlenme ve eğlence kültürümüz, insanî ilişkilerimiz gittikçe yozlaşmaktadır. Bunun en önemli sebebi modern dünyanın bizlere sunduğu hayat tarzı ve kendi değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Kentlere doğru yaklaştıkça akraba ilişkilerinin zayıfladığını, hatta kaybolma noktasına geldiğini görmekteyiz. Oysa dinimiz, bir taraftan akraba ilişkilerini mümkün mertebe kuvvetlendirmemizi, onlardan muhtaç konumda olanları koruyup kollamamızı emrederken diğer taraftan da yakınlarla ilişkilerimizi koparmamamızı emretmektedir. Dinimizde sılai rahimin, bu derece önemli görülmesinin temelinde işte bu tür kaygıların yattığı ifade edilebilir. Bu itibarla sılai rahimin, bu tür problemlerin çözümünde ümmet olabilmenin ilk adımının atılmasını sağlayan etkin bir yol olduğu söylenebilir.
Başta insan olmamız, sonra da Müslüman olmamız sebebiyle üzerimize düşen bazı haklar vardır. Bu haklar; insan olma ve yaşama hakları yanında şu şekilde sıralanabilir: Akrabalık, komşuluk, arkadaşlık, yolculuk ve İslâm kardeşliği hakkı.
Bunlar arasında en önemli ve ilk önce gözetilmesi gereken hak, akrabalık hakkıdır, yani sılai rahimi önemsemektir.
Sılai rahim gerek kan gerekse evlilik vesilesiyle oluşan hısımlara, yakınlara iyilikte ve yardımda bulunma, onlarla ilgilenme, akrabalık bağlarını güçlendirip koruma şeklinde tanımlanabilir. Sılai rahim, yakınlarımızla maddi ve manevi, söylem-eylem olarak dayanışmanın, bütünleşmenin ifadesidir. Sılai rahim, insanları boncuk taneleri gibi bir araya getiren ipliğe benzer. İslâm dini, yakınlar arasındaki bu ipin, bu bağın koparılmasını, büyük günahlar arasında saymıştır. Zira insanın diğer insanlarla olan ilişkileri, yakınları ile olan ilişkilerine göre şekillenmektedir. Buna göre yakınları ile iyi ilişkiler içinde olmayan insan, diğer insanlarla nasıl iyi ilişkiler içinde olabilir? Toplumdaki sevgi ve dayanışma bağlarının çözülmesi aileden başlar, komşulara ve diğer kesimlere sirayet eder, neticede fert ve toplum bazında ahenk bozulur. Toplumun çekirdeğini oluşturan aile ve onun etrafını sıkıca saran akrabalık bağları ne kadar sağlam olursa toplum da o kadar sağlam ve güçlü olur.
İslâm kardeşliği hakkı: Bu hak en kapsamlı olan haktır. Irk, renk, soy, makam, mevki, milliyet, cinsiyet ayırımı olmaksızın bütün mü’minleri kapsar. Bu bağ yani akide bağı salt akrabalık bağından çok daha güçlü ve kapsamlıdır. Bunun örneklerini hem kutsal kitabımız Kur’ân’da hem de Resulünün sîretinde defalarca görmek mümkündür.
Sahabeden birkaç kişi, Mescid-i Nebevî’de kendi aralarında sohbet ediyorlardı. O esnada sahabeden Selmân, mescide girdi. Bunun üzerine sohbet etmekte olanlardan birisi yanındakilere sırayla “Aileniz, soyunuz sopunuz nedir?” diye sordu. Sohbet halkasında bulunanlardan her biri kendi ailesini, soyunu sopunu överek zikretmeye başladı. Nihayet bu şahıs, Selmân’a dönerek “Senin soyun sopun, sülâlen nedir ey Selmân?” dedi. Aslında bu soruyla onu zor durumda bırakmayı arzuluyordu. Zira onun Selmân’la arasında şahsî bir problemi vardı. Herkes Selmân’ın ne diyeceğini merakla beklerken şu ibretlik sözler döküldü dilinden: Ben İslâm’ın oğlu Selmân’ım. Ben dalaletteydim Allah, beni Muhammed (a.s) ile hidayete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni, Muhammed Mustafa’yla zenginleştirdi. Ben köleydim Allah Beni Muhammed Mustafa’yla özgürleştirdi.” Bu konuşmaları duyan Hazreti Ömer topluluğun yanına gelerek, “Benim kim olduğumu, benim de soyumu sopumu öğrenmek ister misiniz?” diye sordu. Ve sonra dedi ki: “Ben de İslâm oğlu Ömer’im, İslâm oğlu Selmân’ın kardeşiyim.”
Peygamber Efendimizin (sav) oluşturmak istediği toplumun nasıllığını, hak, hukuk ve paylaşımın örnekliğini, asrı saadetlerinde oluşturduğu sahabeler toplumundan çıkarabiliriz. İnançta tevhit, toplumda ise uhuvvet yani kardeşlik esastır. Dolayısıyla efendimizin gerçekleştirdiği İslâm toplumu, sınırları iman ile çizilmiş, din kardeşliği ilke ve hukukuna dayalı kardeşler topluluğudur. “Mü’minler kardeştirler (1)” âyeti ve “Müslüman Müslümanın kardeşidir (2)” hadisi bu yapının esasında neden ibaret olduğunu göstermektedir.
Allah Teâlâ, “Erkek-kadın bütün mü’minler (tevhîdde) birbirlerinin velileridir (3)” buyurmakla mü’minlerin tevhitte birleşmek suretiyle hem dünya ve hem de âhiret işlerinde birbirlerinin yardımcısı olmaları gerektiğini ifade etmektedir.
Dine hizmet etmek ancak ve ancak bütün İslâm âlemindeki Müslümanların aynı gaye etrafında birleşip aynı duygularla dîn-i mübîni İslâm’ı her türlü tehlikeden korumak ve zafere ulaştırmasıyla mümkündür. Bu gayeye ulaşma hususunda Cenâb-ı Allah, insanların günde beş defa mescitlerde bir araya gelmelerini ve haftada bir defa cuma günü camide toplanmalarını, senede iki defa bayram münasebeti ile bir mekânda buluşmalarını ve ömürlerinde bir defa da hac vesilesiyle bütün beldelerden gelip Beytullah’ın etrafında birleşip Arafat’ta hep birlikte vakfeye durmalarını istemiş, bu da ümmet bilincinin inşasına vesile olmuştur.
Eğer Müslümanlar kendi aralarında Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde birleşmiyor ve Allah’ın gösterdiği yolun hâricinde bir yol takip ediyorsa, Allah muhafaza buyursun, zilletin çukuruna yuvarlanmışlar demektir. Bu minvalde “Allah’tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin (4)” ayeti, Müslümanların arasının bulunmasını; “… birbirinizle münakaşa etmeyin! Sonra içinize korku düşerek devletiniz elden gider (5)” ayeti ise birbirlerine muhalefet ettikleri takdirde elbette ki aralarında anlaşmazlık ve mücadelenin ortaya çıkacağını ve birliğin yıkılacağını ifade etmektedir.
“Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır (6)” Buna göre sılai rahimin çekirdeğini Allah ile olan kulluk ya da O’na olan iman bağı teşkil etmektedir.
Başka bir ifadeyle Allah’a iman, sılai rahimin esasıdır. Allah’a verdikleri sözden dönenler, imandan dönmüş kimselerdir. İmanından dönenler ise Rabbi ile kalbî bağını, yani “sılasını” kesenlerdir. Bu açıdan düşünüldüğünde imanın, namazın, orucun, haccın ve diğer bütün salih amellerin Allah’a olan sılanın göstergeleri olduğu söylenebilir.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, dinimiz ümmet bilincini kuşanmamızı ve Müslümanların birleşmesini bizlere sorumluluk olarak yüklemektedir. Kardeşliğin gerçekleşmesi, Müslümanların birliği, başta sılai rahim daha sonra ümmet anlayışı ile mümkündür. Kardeşlik, dünya Müslümanlarının birleşmesi ile gerçekleşir. Dolayısıyla kardeşlik meselesini sadece ferdîolarak değil ümmet bilinci çerçevesinde de ele almamız gerekmektedir. Kendi köşesinde yalnız başına İslâm’ı yaşamakla ne sılai rahim ne de İslâm kardeşliği gerçekleşmez.
Bugün ettiğimiz duadan, kıldığımız namaza, verdiğimiz sadaka ve zekâttan, tuttuğumuz oruca, hacdan cihada kadar, yaptığımız tüm ferdî veya umumî ibadetlerimizi, ümmet şuuruyla ifa etmenin yollarını aramalı ve bugün inananların arasına sonradan çizilmiş tüm “sun’î, fikrî ve coğrafî sınırları” ortadan kaldırmak için gayret göstermeliyiz.
Bugün ayrılık-ğayrılık yok, küslük yok, düşmanlık yok. Sılai rahim var, kardeşlik var, yardım var, diğergamlık var. Ümmet için, Kur’ân için, din için birlik olma var… Birlik dirliktir, ayrılık ise hüsrandır…
Kaynakça
1) Hucûrât Suresi, 10.
2) Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.
3) Tevbe Suresi, 71.
4) Enfâl Suresi, 1.
5) Enfâl Suresi, 46.
6) Ra’d Suresi, 25.