uriye devrimi bütün dünyanın görünmeyen yüzünü deşifre etti. Bütün ezberleri bozdu. Öngörüler, verilen takvimler, süreler, hesaplar tutmadı. Hâsılı bütün algılar tersyüz oldu. Çünkü Suriye bütün kirli ilişkilerin, ayak oyunlarının deşifre olmasına, aslında uyumayan ancak uyur görünen devlerin uyanmasına sebebiyet verdi.
Gelinen noktada, Tunus hariç, isyanların yaşandığı bütün ülkelerde iyi hesaplanamamış sonuçların ortaya çıktığını ifade etmek mümkün. Devrimler, süreç devam ediyor olsa da, beklenen, arzulanan noktanın eşiğine dahi giremedi.
Burada komplo teorisi yapmak elbette gereksiz olacaktır. Çünkü iddia edildiği gibi bu devrimleri “küresel güçler planlayıp fitili ateşledi” gibi teorilerin yersiz olduğu açıktır. Bu başkaldırılar ile “direniş ekseni” denilen safsatanın yok edileceği iddiası ise apayrı bir hezeyan!
Ancak hesaba katılmayan küresel güçler ve bölgesel aktörler gerçeğiydi. Bu aktörler mecrasında akan suyu -şimdilik- başka yöne akıtmayı başardı. Ellerinde sloganları dışında hiçbir gücü olmayan halkı, bir asra yakındır oluşturmaya çalıştıkları müesses nizamı kaybetmeme adına kıyımdan geçirdiler Açıkça zulme yumdular, el altından desteklediler, ellerindeki medya gücü ile gerçekleri çarpıtmayı başardılar.
Kimdi bu aktörler?
Sovyetler gitse de Rusya hala Ortadoğu’da ABD ve müttefiklerine karşı bir denge unsuru olarak İran ve Suriye rejimlerinin en büyük destekçisi ve silah finansörü rolüyle Ortadoğu’ya çadırını kurmuştu.
Öte yandan bütün Ortadoğu’yu perde arkasından yöneten batının şımarık çocuğu İsrail, bütün varlığıyla orada duruyordu.
Daha yakın zamanda Irak’ı işgal edip dünyanın gözünün içine baka baka yüzbinlerce Müslümanı katleden ABD, kullanma tarihi sona eren Saddam’ın yerine, görünmez dostları İran ile ortaklaşa kullandıkları Maliki kuklasını hediye ederek…
Diğer müttefikleri Suudi ve körfez ülkelerini saymaya gerek var mı?
Bölgede nüfuzunu artırmak için her türlü ilkesizliğe imza atan İran rejimi, ta başından beri “Esad kırmızı çizgimizdir. Ona karşı çıkan bizi karşısında bulur” nakaratını en üst dini mercii Hamaney’in dili ile tekrarlayıp, bütün varlığı ile askeri ve lojistik destek vererek, halkın kıyımdan geçirilmesine cevaz verme yüzsüzlüğünü gösteriyor. Tüm bu gerçeklere rağmen Esad’ın tek başına olduğu, Tunus ve Mısırda olduğu gibi kolayca yıkılacağı öngörüsü, duygusallığın siyasi basireti kilitlediği çıkmazlardan biriydi.
Nihayetinde Esad rejimi ve aveneleri 300 binden fazla Suriyeliyi kimyasal silah dâhil olmak üzere akla hayale gelmeyecek envai çeşit işkence metotlarıyla dünyanın gözleri önünde öldürmüşken, başta Türkiye olmak üzere çevre ülkeler Esad’ın zulmünden kaçan milyonlarca Suriyeli ’ye kucak açarak ev sahipliği yapıyor.
Batı uygarlığı için işler kolaydı. Çünkü öldürülenlere karşı duygusal bir bağ beslemiyordu ve yaşananlar kendi coğrafyasından çok uzaktaydı. İşte Türkiye’nin sessiz kalmasını isteyenlerin yanıldığı temel nokta burası. Geçmişe dayanan köklü ilişkilerin yanında sınırın ötesine taşmış akrabalık bağları ve imani sorumluluk…
Üzerine bomba yağan çocuklara sınırını açmak, aşını paylaşmak tamda vicdani ve imani bir gereklilikti. Kimyasalla toplu kıyımlara maruz bırakılan, diri diri toprağa gömülen, evlatları ve kadınları tecavüze uğrayan bu masum halka kucak açmamak onları açıkça ölüme terk etmek olacaktı. Kapınıza sığınmış, sizden aman dileyen birini bir caninin eline terk etmeniz bu halkın tarihteki misyonu ile bağdaşmayacaktı.
Ancak rasyonel olmayan durumlar da vardı elbette… Büyük bir hevesle birkaç ay içinde “Esedsiz bir Şam’da birlikte namaz kılacağız” sloganları kulağa hoş gelse de bu temenniler, politik bir hüsranın resmine dönüştü maalesef.
Aslında bölgesel kodları iyi okumak gerekiyordu. Gerçekçi okuma yapılınca hâlihazırda olduğu gibi başkaldırının başladığı tarihe kadar da devrimi yönetecek muhalif bir kadronun varlığından kimse söz edemiyordu. Çünkü küresel aktörler lehlerine olmayan bir manevra sahasına asla izin vermiyor. Halkı ya Esad ya İşid tercihine zorlayan bir durumda bırakıyorlar. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme hali…
Bu halk, on yıllardır çektiği çileye başkaldırıyı İŞİD gibi bir zihniyetin tahakkümü altına girmek için başlatmadı. Ötelerden strateji belirleyip akıl vermek kolaycılıktan öte bir şey değil. Bu halk savaşı isteyen taraf değildi. Savaş’a mecbur kalmıştı. Zillet içinde ölmektense, şerefli bir Mücadele’yi tercih etmek zorunda kaldı.
Bazı kesimler Suriye’de meseleyi Esad’ın devrilmesine kilitliyor. Esad gitse bütün acılar dinecek, özgürlük ortamı sağlanacakmış gibi bir hava estiriliyor. Oysaki yarın köşeye sıkışan küresel patronlar piyonlarının iplerini çekmekten geri durmayacaklarını Mısırda Mübarek, yemende Ali Abdullah Salih örneğinde açıkça gösterdiler. Mısırda körfez ülkelerinin işbirliği, yemende İran destekli Şii çetelerin ataklarıyla geçiş evresi dahi tamamlanmamışken karşı devrim yapıldı. Demek ki mesele kişilerin gitmesi ile çözülmüş olmuyor. Geride bıraktıkları on yılların biriktirdiği yeraltı çeteleri ve dini kostümlerin arkasında gizlenen bir şer ittifakı söz konusu.
Devrimlerin uzatılarak boğulmasını hesaplayanların asıl amacı süreci uzatmak ve daha fazla ajitasyon ile radikal örgütlere kapı aralamaktı. Ayrıca devrimlere sahip çıkanları, ‘teröre destek vermek’ gibi algılar ile şeytanlaştırmanın yanı sıra, haklı taleplerin arkasında duran her kesimi zorda bırakma girişimlerini ustalıkla sahnelediler.
Bütün engelleme ve ittifaklar, Ortadoğu coğrafyasının tamamında en organize ve mutedil sünni hareket olan Müslüman Kardeşleri İŞİD ile tasfiye etmeyi amaçlıyor. Özgürlükçü muhalefet yerine vahşeti tercih eden örgütler, Batı’nın arayıp da bulamayacağı bir ganimettir. Ve batı bu ganimeti iyi değerlendiriyor. Mutedil muhalefetin tasfiye edilerek, devrimlerin geciktirilmesi İŞİD’in sahne almasına zemin hazırlamaya yönelik sinsi bir plandı. İslam coğrafyasında gittikçe yükselen, kural tanımaz bu örgütün sempatizanı bir kitle oluştu.
Müslümanın lügatinde ümitsizliğe yer yoktur!
Tüm bu girişimler devrimlerimizi geciktirse de, yaşanan trajediler bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir. Asıl öldüğümüz gün, yüreklerimizde taşıdığımız ümidin öldüğü gündür.
Müslümanlar büyük bir mesajın taşıyıcısı, insanlık ailesinin kurtuluş ümididir. Büyük bedeller ödenmeden büyük zaferlere ulaşılmaz. İslam tarihi buna şahittir.
Bütün gücümüzle maddi sebeplere sarılmakla birlikte, Allah’ın yardımının inananlarla birlikte olduğunu unutmamamız gerekir. Bu ümmetin tarihinde yaşadığımız dönemden daha büyük acılar yaşandı, ancak bütün acılara rağmen yükselişi durdurulamadı. Bütün ibreler zalimlerden yana görünse de mü’mine yakışan tavır eğilmemek, dik durmaktır.
Taşımamız gereken ümit, Humuslu bir gencin taşıdığı ümit kadar büyük olmalı!
Şöyle diyordu genç;
“Bu devrim Şam’a ulaştıysa, nihayete ereceği yer, Allah’ın izniyle beyaz saray olacaktır.”
Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile.(saff-8)
Baksanıza ümmetin gençleri, gözlerini kırpmadan zalimlere karşı ayaklanıyorlar canları pahasına…
Ümmet olarak daha zor günlerle karşılaşabilir, kendimizi topyekûn bir mücadelenin içinde bulabiliriz. Belki de Allah, müminlere vadettiği zaferi büyük bedeller karşılığında verecektir. Aslında sunnetullah da bunu gerektirmiyor mu?
Bu bir değişim hareketidir. Bu taleplerden vazgeçmek mümkün değil. Ok yaydan çıkmıştır artık. Suriye kıyamı öyle veya böyle, er veya geç ümmetin kurtuluşuna kapı aralayacaktır.
Seyyid Kutub, (r.a) “Zafer ve Allah’ın yardımı neden gecikir?” sorusunu şöyle cevaplıyor;
Mü’min ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca çıplaklığı ile halkın gözünde netleşmediği, çirkefliği bütünüyle bilinmediği için zafer gecikebilir. Böyle bir durumda mü’min ümmet batıla üstünlük sağlayacak olursa, batılın bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda henüz ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı olan kimi aldanmışlar bulunabilir. Bu durumda gerçeği tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde batıla karşı köklü bir eğilim yer edebilir. Hâlbuki yüce Allah, bütün insanlar net olarak görene kadar batılın varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı zaman geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse kendisine hayıflanmadan yok olup gitsin diye.
(Fi Zilal/hac suresi 38. ayetin tefsiri)
Gecikmeler bizim gecikmelerimizden kaynaklanıyor. Doğru yöntem üzere çalışmak ve sabır, başarı ve zafer getirir.
“Bu ne zaman olacak?” diye sorarlarsa, onlara de ki: “Umarım ki pek yakında.”(isra-51)

Muharrem Güneş

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?