1930’lu yıllar…
Said Havva’nın dilinden dinliyoruz.
Yine bir geceydi… Arkadaşlarla İsmail’in evinde toplanmış ders yapıyorduk. İsmail, çok hoş bir kardeşti. Dokuz yıl evlat hasretiyle yandıktan sonra bir kızı olmuştu. Allah’ın bir lütfu olan biricik kızını o kadar çok seviyordu ki ona “canan” anlamına gelen Ruhiye adını vermişti. Ders saat bire kadar sürmüştü. Bu arada İsmail bize sunduğu tatlı ikramıyla beraber yüzündeki tebessüm de hiç eksik olmuyordu. Kalkma zamanı gelmiş arkadaşlar dağılıyorken İmam Hasan el- Benna’yı kapıda kolundan tutup “üstadım” dedi yüzünde acı bir ifadeyle “artık Ruhiye’yi gömebiliriz. Arkadaşlara haber verebilir misin? Biz dediklerinin şokundayken üstadımız sordu. “ne zaman öldü İsmail?” “biz ders yaparken, içerde” Hasan el Benna birden yaşlanan gözlerini tekrar İsmail’e çevirip “Neden bize söylemedin İsmail. Bu gece de ders yapmazdık” dedi. İsmail iman saçan o sözleriyle cevap verdi. “Kızım öldü üstadım. Davam değil!
Bugün bizlerin hali… Sabah namazı vakti girince çocuğuna kıyamayıp biraz daha uyusun diyen anne babalar olmamalı. Camiye, mescide, cumaya çağrıldığı zaman alışveriş, yağmur, kar, dolu insanı alıkoymamalı. Derse sohbete gidecek sin, baş ağrısı diş ağrısı alıkoymamalı yolundan seni. Çocuğum hastaydı gelemedim hocam. Düğünümüz vardı programa katılamadım. Sınavım vardı ezberimi yapamadım diyen bir nesil davayı omuzlayamaz. En sevdiğinin ölümünde bile söz verdiği yere yetişiyorsa insan asıl dava bilinci budur. Peygamber efendimize peygamberlik gelmeden önce bir adamla bir yerde buluşmak üzere sözlendikleri vakit tam üç gün boyunca söz verdiği yere gidip geliyordu. Adam gelince de beni çok beklettin genç adam üç gündür burada seni bekliyorum demişti. Baş nasılsa beden de onu takip eder. Bizden sonra gelen neslin sağlam olmasını istiyorsak bizim başta kendimizi düzeltmemiz gerekmez mi?
Akıllı telefonların içine gömülen bir baba, şu dizi senin şu dizi benim cehaletiyle televizyona kilitlenmiş bir anne nasıl bir model olacak ki evladından iyi haller beklesin. Ben olmasam da nasıl olsa başkaları olacak mantığıyla hareket eden tembel bir zihniyete nasıl bir sorumluluk verilebilir. Eşini, çocuklarını Allah, Rasulü ve davasının önünde tutan bir insan nasıl Ömer olmaya aday olabilir? Ki Hz. Ömer “Ya rasulullah sizi canım dışında her şeyden çok seviyorum“ demişti de peygamber efendimiz” olmadı ya Ömer” deyip ona asıl sevginin nasıl olması gerektiğini öğretince –tekrar geri dönen ve “ya rasulullah sizi canımdan da çok seviyorum” diyen Ömer’e “işte şimdi oldu ey Ömer” diye cevaplamıştı. Yine İhvan-ı Müslimin kardeşlerden bir vefa örneği: Bütün arkadaşları infak edecekleri bir şeyler getirince elinde hiçbir şeyi olmamasına rağmen uzun mesafeleri onunla gittiği ve sahip olduğu tek bir bisikletini satarak yiğitlik örneğinde bulunmuştu. Dava için bir şey istendiği vakit kara kara düşünüp de acaba biraz daha değersiz olan neyimi versem diyen bir anlayış şüphesiz ki davayı anlama noktasında olan bir anlayış değildir. Rabbimiz biz yerine getirmesek de bu davanın ismini yüceltecek sorumluluklarını yerine getiren bir nesil yaratacaktır. Bizden istenen zafere ulaşmak değil, yapabildiğimiz oranda çalışmaktır. Hal bu iken bu görevi de ihmal ettiğimiz takdirde hesaba çekileceğimizi de unutmamamız gerekir. Hacca giden karıncaya “ bu ayaklarla nasıl varacaksın” dediklerinde” varamasam da yolunda ölürüm” misali. İslam davasını ailemizden, kendimizden, sevdiklerimizden çok düşünüp dert ettiğimiz ve ardından da fedakarlık ve cehd örneklerini gösterdiğimiz vakit fehm anlayışına erdiğimiz vakittir. Bunu da ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakke’l-yakin olarak tarif edebiliriz. Şöyle ki. Ateşin varlığına inanmak onu bilmektir. Ateşe yaklaşmak onu görmektir. Ateşe dokunmak ise onu hissetmek, yaşamaktır. Bu dava da ancak hakke’l-yakin ile olur. Rabbim hepimize hak gözüyle görüp yaşamayı nasip etsin.