Günümüzde çalışmalarını insanların özellikle gözüne hitap ederek yürüten kurum ve kuruluşlar, toplumsal olarak daha görünür olmaktadır. Medyanın her türlü aygıtının kullanılması da bunun daha da perçinleşmesini, toplumsal hafızada kalıcı hale gelmesini sağlamaktadır. Durum bu iken insanların büyük bir kısmı, başarıyı artık medyada görünürlük ya da somut belirginlikler üzerinden değerlendirmekte, hedeflerine ulaşmayı bu tür aygıtlarda yer almayla eşdeğer görmektedir. Tam bu noktada böyle bir değerlendirmenin İslâmî çalışmalar için de mümkün olup olmadığı akla gelmektedir.
Modern zaman Müslümanlarının özellikle Muhammed Mursî’nin de liderlerinden olduğu İhvan Hareketinin Mısır’da karşı bir hamle ile devrilmesinden sonra İhvan’nın ilke ve prensipleri ile ilgili yeni sorgulamalara gittiği gözlemlenmektedir. Öyle ki, Türkiye’de bir zamanlar AK Parti-İhvan karşılaştırması yapılmıştır ve hâlâ da yapılabilmektedir.
Bu meselenin elbette ki, stratejik, operasyonel, sosyal, ekonomik sebep ve sonuçları vardır.
Asıl burada irdelenmek istenen durum ise Allah’ın da kendine göre bir kurgusunun dünya üzerinde gerçekleştiğidir. “Allah her şeyi bilmektedir, Allah her şeyi dizayn eder.” itikadını önemseyenler olarak, Kur’ân’a ve sünnete riayet edenler olarak böyle bir kanıyı savunmak ya da ileri sürmek aslında davaya-harekete tamamen makyavelist bir çizgi ile bakmaktır.
Ticarette bazen “iki artı iki”nin sonucu sıfırın altında -2000 olarak derin bir iflasla sonuçlanabilir. Bazen de “bir artı bir”in bir milyonla sonuçlandığı da olabilir. Ticaretin, esnaflığın bile kendine göre bir kuralının olduğu bir dünyada nasıl ki, her zaman “iki artı iki eşittir dört” etmiyorsa bazen İslâmî hareketlerin zamana ve zemine göre almış olduğu pozisyonlarda da istenilen sonuçlara varılmayabilir.
İslâmî hareketlerdeki eylemselliği ticarî bir mantıkla yürütmeye çalışmak, hareketlerin reel duruşları ve pozisyonları açısından tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı ileri sürmek, tedavüle sokmak, insanlık ve özellikle de peygamberler tarihindeki nice görünürde negatif gibi duran durumun ya da pozisyonun “başarısız” şeklinde değerlendirilmesi sonucuna bizi ulaştırır ki, bu düşünüş de beraberinde epeyce bir problemi beraberinde getirecektir.
Şeyh Said’in kıyamını, Mehmet Akif’in adeta sürgüne gönderildiği Mısır’da vefat etmesini, Bediüzzaman Said Nursî-Kürdî hazretlerinin hapishaneden hapishaneye, mahkemeden mahkemeye sürülerek tamamladığı, hayat boyu çilesini, el-Bennâ, Seyyid Kutub, Ömer Muhtar, Cevher Dudayev gibi modern zamanların en büyük dava ve hareket önderlerinin şahadetlerini “başarısızlık, strateji eksikliği, körlük, organizasyonel bozukluk” olarak değerlendirmek ne derece doğru olabilir?
Şeyh Said’in kıyamı bugün birçok Müslüman hareketin şekillenmesinde etkili olmuştur. Bediüzzaman’ın sürgün yılları, bir Müslümanın asıl vazifesinin Allah’ın buyrukları çerçevesinde yaşamak olduğu, bunun haricinde imanî hakikatlere ulaşmak için kişinin asil bir mücadele sergilemesi gerektiği dersini vermektedir. Ömer Muhtar’ın yüzyıl içindeki birçok İslâmî organizasyonun şekillenmesinde ana etkenlerden biri olduğunu, el-Bennâ’nın ilkelerinin bugün dünya üzerinde diz çöktürülmeye çalışılan topyekûn bir İslâm ümmeti tarafından emperyalizme, sömürgeciliğe atılmış en büyük tokat olduğunu düşünmemek doğru olur mu?
Rantisî’nin, Şeyh Ahmet Yasin’nin, Bilge Kral ve asil duruşlu Aliya’nın destanlaşan hayat hikâyeleri, her türlü engellemeye rağmen sırat-ı müstakîmden ne olursa olsun taviz verilmemesi gerektiğini bize göstermektedir.
Başarı ya da başarısızlık Allah’ın küllî iradesindedir ve bir kul olarak oraya müdahalenin yollarını aramak, asla doğru değildir. Başarı sadece ve sadece Allah’tandır. Bizler onun emrine boyun eğenlerdeniz. Yapılması gereken en yoğun ve kesif eylemselliği gerçekleştirdikten sonra gerisini âlemlerin Rabbine havale ederiz.
Çalışmalarımıza önem veririz. En doğrusunu, en iyisini, hatasız bir şekilde yapmaya gayret ederiz. Ama sonucunu Allah’a havale ederiz. O başarıyı isterse verir, isterse mükâfatını cennete bırakır.
İnsanlık tarihinde Hz. Yusuf’un çilesi, “Medrese-i Yusufiye” kavramı şeklinde değerli bir yalnızlık olarak yaşanmıştır; lâkin Yusuf’un çilesi olmadan yeni dünyanın ideal bir değişimle şekillenmesi konusunda insanın nasıl bir iddiası olabilir? Yusuf’u Yusuf yapan asıl şey; O’na yüklenmiş olan ve Allah’tan aldığı kutsal görevi en güzel şekilde yapmaya çalışmasıdır.
“Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?” ayeti mucibince yeryüzünde garantör gibi dolaşmanın, nutuk irad etmenin bir manası var mıdır?
En ince matematik hesaplamalar, en güçlü fizik ilkeleri ile hareket edilmesine rağmen bazen uzaya fırlatılan roketlerin devasa bütçeler ayrılmasına rağmen kırk beş saniye sonra başarısızlıkla sonuçlandığına hatta saniyenin binde biri zamanlama hatasından dolayı bu aygıtların infilak ettiğine şahitlik edilmektedir. En güçlü motorlu uçakların havalandıktan kısa bir süre sonra oradan geçen kırk gram ağırlığındaki zavallı ve masum birkaç kuş tarafından indirildiği görülmektedir. Birileri çıkıp buna “Başarısız oldular. Vazgeçelim. Bırakalım bu işi.” diyebilir mi? Dese bile ne derece bu durum tutarlı ve kabul edilebilir?
Hz. Zekeriya, en yakın çevresinin oyunlarıyla uğraşıyordu ve o “Rabbim! Beni tek başıma bırakma.” diye dua ediyordu. Yani bu yolda yeri geldiğinde “tek başına” kalabileceğinin farkındaydı. Ama o, asıl Nuri Pakdil’in kristalleşmiş ifadesiyle “klas duruş”unu asla bozmadı.
Hz. Yakup, Bir Yûsuf Masalı’nın ana karakteri olarak davet tarihinde yerini aldı. Bunların yanın da kesilen peygamberler, yurtlarından, Mekke’lerinden adeta sürgüne gönderilenler, eşlerine-çocuklarına söz geçiremeyen ve mücadele etmekten, çalışıp çabalamaktan asla geri durmayan rahmet timsali peygamberlere şahitlik etmekteyiz. Bu peygamberler “başarısız” olarak şayet değerlendirilirse kesinlikle hakikat ıskalanmış olacaktır.
Davet yolu, rahmet yolu dikenlerle kaplıdır. Elbette ki, çileler olacak, Mursîlere ihanet edilecek, Muhammed Bediîler içeri alınacak, Erbakanlar haksız yere makamlarından indirilecek, Molla Abdulkadirler çileyle ömürlerini tamamlayacak, Suriye kana bulanacak, İslâm dünyası kan-gözyaşının nehirlere ulaştığı coğrafyalara dönüşecektir. Kimse bunlar oldu diye “Başarısız olduk.” demesin.
Bütün olumsuzluklardan sonra Allah’ın izniyle zafer gelecek ve dünyanın aydınlık yüzü, yeni bir sahne olarak karşımıza çıkacaktır.
Önemli olan meşakkatlerden, sıkıntılardan, körleştiren dünyevî isteklerin arasından kurtulup yaşanmış bütün tecrübelerin gölgesinde çıkarılması gereken dersleri çıkararak güneşi görmek ve güneşle kalmaktır. Gerisi lâf ü güzâftır…
Yard. Doç. Dr. Adnan Oktay