Son zamanlarda yeniden gündeme gelmeye başlayan “Kur’ân vahyinin, lafzen mi yoksa mânen mi vahyedildiği konusu”nun Kur’ân tarafından açıklanmadığı iddiası isabetli değildir. Zira Kur’ân-ı Kerîm kimi ayetlerinde bu hususu açık bir şekilde dile getirmektedir. Örneğin şu ayet-i kerime son derece nettir: Hiç şüphesiz biz onu iyice anlayasınız diye Arapça bir Kur’ân yaptık.” (Zuhrûf, 3) Dikkat edilirse ayette açık bir şekilde “Biz, onu Arapça bir Kur’ân yaptık.” denmektedir. Yani Kur’ân’ı Arapça yapan Peygamber değildir, bizzat Yüce Allah’tır. Arapça yapma veya Arapçaya çevirme işi Peygambere bırakılmış bir mesele değildir.
Konuyla ilgili bir başka ayet pasajı ise şu şekildedir: Uyarıcılardan olasın diye onu (Kur’ân’ı), güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuarâ, 193-195) Burada verilen ayet grubunda da indirmenin keyfiyeti kapalı bırakılmamış aksine “güvenilir Ruh” olan Cebrail’in; vahyi, apaçık bir Arap diliyle yani anlaşılabilir bir Arapçayla Peygamberin kalbine getirdiği belirtilmektedir.
Burada bahsedilen “apaçık Arap dili” ile sadece manaların kastedilmediği son derece açıktır. Zira bir dili Arapça yapan onun manaları değil lafızlarıdır. Aksi takdirde Arapça ile örneğin Türkçenin veya İngilizcenin mana yönünden aykırı olduklarını iddia etmek gerekecektir. Bu durum da zorunlu olarak ‘elma-tuffâh-apple’ kelimeleriyle anlatılan manaların bütün dillerde ayrı olduğu sonucuna götürecektir. Hâlbuki bu üç farklı kelimeyle anlatılan mana aynıdır. Farklılık onların telaffuz edilme şeklindedir, onları ifade etmek için kullanılan lafızların ve harflerin değişik oluşundadır. Öyleyse yukarıda verilen ve benzer manayı ifade eden ayetler, açıkça Kur’ân’ın bizzat Allah tarafından Arapça kılındığını/yapıldığını ve Cebrail’in de bahsedilen apaçık Arap diliyle vahyi getirdiğini belirtmiş olmaktadır.
Müzzemmil suresinde geçen şu ayet-i kerime de konumuz açısından oldukça dikkat çekicidir: “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil, 5) Dikkat edilirse ayette, ağır yani içerdiği hükümler, farzlar ve hadler yönüyle taşıması ve sorumluluğu zor olan değerli bir ‘kavlin/sözün’ indirilmesinden bahsedilmektedir.[3] Yani bir ‘mananın’ indirilmesine değil, onun kalıba dökülmüş hali olan harf ve seslerden oluşmuş bir sözün vahyedilmesine vurgu yapılmış olmaktadır.
Bu noktada “Bakara 97 ve Şuarâ 194. ayetlerde Kur’ân’ın inzal edildiği mahal, Hz. Peygamber’in kalbi/idraki diye belirtilmiş; fakat vahyin lafzen mi yoksa manen mi nazil olduğu tasrih edilmemiştir.”[4] iddiasının tutarlı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira Şuarâ’nın hemen bir sonraki ayeti olan 195. ayette denmek suretiyle vahyin lafız ve mana olarak bir bütün şeklinde, apaçık bir Arapça ile nazil olduğu dile getirilmektedir.
Burada söz konusu ettiğimiz 195. ayetin atlanarak “Kur’ân’ın mana olarak nazil olduğuyla ilgili delillerimizden biri Şuarâ 196. ayetindeki “ve-innehû lefî zübüri’l-evvelîn” ifadesi ile A’lâ 18. ayetindeki “inne hâzâ lefi’s-suhufi’l-ûlâ” ifadesinde Kur’ân’daki mesajların geçmiş peygamberlere gönderilen vahiylerde de mevcut olduğundan söz edilmesidir. Kur’ân’ın önceki vahiylerde mana/mefhum itibariyle mevcut olduğu şüphesizdir”[5] denmesi de gerçeğin sadece bir yanını kabul, diğer yanını ise görmezlikten gelen bir durumdur. Muhtemelen ayetleri değerlendirirken daha ziyade mealler üzerinden bir okuma yapma tarzındaki kolaycılığın sebep olduğu bir dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır. Hâlbuki ayetteki ifade, Kur’ân’ın apaçık bir Arap diliyle Peygambere getirildiği konusunda son derece nettir. Öyleyse 195. ayeti unutmadan 196. ayeti anlamaya çalışmak elzemdir.
- ayet ise şöyledir: Hiç şüphesiz o, daha öncekilerin kitaplarında da vardı.”[6] (Şuarâ, 196) Bu ayetten hareketle şöyle denilmektedir: “Kur’ân’daki mesajların geçmiş peygamberlere gönderilen vahiylerde mana itibariyle mevcut olduğu, bunun ise Kur’ân’ın sadece mana olarak indiğine delil olduğu şüphesizdir.”[7]
Öncelikle bütün hak dinlerde temel ilkelerde birliktelik olduğu ve bunun anlam itibariyle tekrarlandığı bilinen bir husustur. Ancak bu durum “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.” (İbrahim, 4) ayetinde ifade edilen her peygamberin kendi kavminin diliyle gönderilmiş olma gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Yani Kur’ân’ın mana olarak önceki kitaplarda bulunmuş olması, onun Arapça olarak indiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Zira Hz. Muhammed’e indirilen ilahî vahiy, hem manası yönüyle Kur’ân’dır, hem de lafızları yönüyle Kur’ân’dır. Birinin zikredilmesi veya kastedilmesi diğerinin dışlanmasını gerektirmez. Olsa olsa, asıl ve daha önemli olan yöne bir vurgu olarak kabul edilebilir.
Bir diğer husus, Kur’ân’ın önceki kitaplarda var olduğu hususu, onun taşıdığı bütün anlamları itibariyle önceki kitaplarda bulunduğunu akla getirir ki, bu durum ise zayıflığı ortada olan bir algıya dayalı temelsiz bir iddiadır. Zira böyle bir algı, önceki kitapların hem Kur’ân’ın taşıdığı bütün manaları içerdiğini, hem de ilave unsurlar taşıdığını akla getirebilecek bir ihtimali düşündürmektedir. Zira onlar Kur’ân’dan olmadıklarına ve Kur’ân onların içinde manasıyla yer aldığına göre, o kitapların Kur’ân dışında birtakım unsurlarının olması da kaçınılmazdır. Buna göre önceki kitapların Kur’ân’dan daha geniş bir çerçeveye sahip olduklarını kabul etmek gerekmektedir. Bu noktadan hareketle Kur’ân’ın önceki kitaplarda var olmasını, onun indirileceği haberinin yer alması olarak anlamak, ayetlerin “siyâk ve sibâk”ı olarak formüle edilen öncesi ve sonrasının bağlamı açısından daha tutarlı olsa gerektir.[8] Tâbi ki, bu yaklaşım da Kur’ân’da anlatılan temel hususların önceki kitaplarda da mana itibariyle mevcut oldukları gerçeğine aykırı değildir.
Bir diğer önemli prensip de şudur: Şayet bir konuyla ilgili net olan ve kapalılığı gideren ifade ve deliller mevcutsa o konuda dolaylı anlamlara, akla gelmesi mümkün olan delilsiz ihtimallere itibar edilmez. Örneğin; “Hani meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik, İblis hariç hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.” (Bakara, 34) mealindeki secde ayetlerinde İblis’in melek olabileceği hususu akıllara gelebilmektedir. Zira ilgili ifadeler böyle bir ihtimali rahatlıkla akla getirmektedir. Çünkü ayetin başında hitabın meleklere olduğu belirtilir. Sonrasında ise İblis dışında kalan bütün muhatapların secde emrini yerine getirdikleri vurgulanır. Ancak başka bir ayette, “O, cinlerden idi.” (Kehf, 50) ibaresiyle, açık bir şekilde İblis’in cinlerden olduğu ifade edilince bu tarz bir ihtimalin, ilmî bir değeri kalmamaktadır. “Kur’ân önceki kitaplarda manasıyla mevcuttur, öyleyse sadece onun manasına Kur’ân denebilir.” iddiası da bu tarz dolaylı bir anlamlandırmadır. Hâlbuki birçok ayette Kur’ân’ın apaçık bir Arapça ile Allah tarafından melek Cebrail vasıtasıyla indirildiği ifade edilmektedir. O halde önceki dolaylı ve akla gelmesi mümkün ihtimalin ilmî bir değeri kalmamaktadır.
Nitekim Kur’ân’ın sadece mana yönüyle nazil olmuş olabileceği ihtimalinin ilmî bir değer taşımadığı, Kıyâme suresinin şu ayetleriyle de açıkça dile getirilmektedir: Onu çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak ve okumak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyâme, 16-19) Ayetlerde dikkat çekici noktalar mevcuttur: Öncelikle gelen vahyi çarçabuk almak için dilin kımıldatılması, lafızlarla ilgili bir durumdur. Eğer sadece vahyin manası gelmiş olsaydı, dili kımıldatmak abes bir iş olurdu, zira dil lafızları okumak üzere kımıldamaya başlar. İkincisi, ilk okumanın Yüce Allah’a ait olduğu anlaşılmaktadır. O, vahiyle görevlendirdiği elçisi Cebrail’e okumuştur. Melek Cebrail, Yüce Allah’tan öğrendiği şekliyle, O’nun insanlardan olan elçi Muhammed’e (sav) vahyi okuyarak aktarmaktadır. Hz. Muhammed’e düşen de bu okuyuşu, olduğu şekliyle öğrenip muhataplara aktarması, tebliğ ve tebyin etmesidir.
Sadedinde olduğumuz tartışma konusuyla ilgili olarak sahanın duayen imamlarından Zerkeşî ve Süyûtî’nin isimleri üzerinden de spekülasyonların yapıldığına tanık olmaktayız. Öyleyse bu konuda da kısa bir bilgilendirme yapmak yararlı olacaktır.
İmam Zerkeşî Burhân isimli eserinde, bazılarının Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûl keyfiyeti konusunda Semerkandî’den üç görüş naklettiklerini belirtir.[9] Bu görüşlerin ilkini, Kur’ân’ın lafız ve mana olarak inmesi; ikincisini, Cebrail’in manayı getirip Hz. Peygamberin Arapça lafızlarla ifade etmesi; üçüncüsünü, Cebrail’in Allah tarafından kendisine verilen manaları Arapça tabirlerle anlatması şeklinde özetler. Ancak bu bilgiyi naklettikten sonra peşisıra herhangi bir değerlendirme ve eleştiriye yer vermez.[10]
İmam Süyûtî ise İtkân isimli eserinde Hz. Peygambere gelen vahyin keyfiyeti, nasıl ulaştığı, sadece manayla mı yoksa mana ve lafız unsurlarıyla birlikte mi geldiği konusuyla ilgili olarak şu nakillerde bulunmaktadır:
“Bir başkası (Zerkeşî, Semerkandî’den nakleder) dedi ki; Hz. Peygambere indirilen vahiyle ilgili üç görüş vardır: İlki; onun hem mana hem de lafız olarak indiğidir ki, buna göre Cebrail Kur’ân vahyini Levh-i Mahfûz’dan ezberledikten sonra indirmiştir.[11] İkincisi; Cebrail sadece manaları indirmiştir, Peygamber manaları öğrendikten sonra kendisi Arapça tabirlerle onu ifade etmiştir. Bu görüşü iddia eden kişi, ‘Güvenilir Ruh, onu senin kalbine indirdi.’ (Şuarâ, 193-194) ayetlerinin zahirine tutundu. Üçüncüsü; Cebrail’e bu manalar verildi, o bunları Arapça lafızlarla ifade etti. Zira göktekiler onu Arapça okumaktaydılar, sonra Cebrail de onu bundan sonra Arapça olarak indirdi.”[12]
Süyûtî, söz konusu edilen görüşleri verdikten sonra, Zerkeşî’den farklı olarak suskun kalmamakta, tarafsız/nötr diyebileceğimiz bir tavır sergilememektedir. Aksine 293. sayfadan tâ 297. sayfaya kadar ilk görüşü benimsediğini gerekçeleriyle birlikte ele almaktadır.
Sözgelimi, Beyhâkî’nin, Cebrail’in Yüce Allah’tan duyduğu şeyleri indirdiğini, Kur’ân vahyinin nüzûlünde yalnızca taşıyıcılık vazifesi ifâ ettiğini belirtir; aynı şekilde Ebû Şâme’nin de bu anlayışın bütün Kur’ân lafızları için geçerli olduğuna dair görüşüne yer verir. Peşinden Taberânî ve İbn Merdûye gibi râvîlerden Kur’ân’ın mana-lafız olarak indiği görüşünü destekleyen merfû’ hadîsleri naklederek konu hakkındaki kişisel görüşünü de net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Sonrasında Ali b. Sehl Nîsâbûrî ve Huveyyî (veya Cüveynî)’nin de Cebrail’in, Kur’ân vahyinin tek bir harfini dahi değiştirmeden Allah’tan aldığı şekliyle onu Hz. Peygambere ilettiği görüşlerine yer verir. Akabinde mana ile indirilenin vahiy değil, sünnet olduğunu ve bu sebeple de sünnetin mana ile nakledilmesinin caiz olduğunu açık bir şekilde dile getirir. Hâlbuki Kur’ân’ın mana ile nakledilmesi caiz değildir. Zira Cebrail onu bizzat lafızlarıyla getirmiştir.
Kur’ân’ın lafızlarının ibadet dili olması, onu okumanın ibadet sayılması, yanısıra lafızlarının mucize oluşu, mana ile aktarmayı caiz kılmayan önemli unsurlardır. Yine Süyûtî’nin son derece açık ifadeleriyle, hiç kimsenin Kur’ân’ın lafızlarının yerine geçebilecek alternatif başka bir lafız getirebilmesi mümkün değildir. Bunun yanısıra lafızla inme gerçeği, ilahî kitabın tebdîl ve tağyîre uğramamasının da yegâne garantisidir. Selef de bu görüşü benimsemiştir.[13]
Bu noktada deriz ki, “Bizim tercih ettiğimiz ikinci görüş ise Zerkeşî ve Süyûtî gibi Sünnî âlimler tarafından ikinci sırada nakledilir”[14] tarzındaki bir yaklaşım, pek sağlıklı ve tutarlı bir yaklaşım değildir. Zira böyle bir ifade ve davranış tarzı, bahsedilen imamların ve özellikle de İmam Süyûtî’nin bu görüşe prim verdiğini çağrıştıracak bir mahiyete sahiptir. Doğru olan, bu görüşün onlar tarafından nakledilmekle beraber net bir şekilde reddedildiğini açıkça ortaya koymaktır. Yani eğer onlar bu konuyla ilgili olarak kaynak vereceklerse bizzat kendilerinin konu hakkındaki yaklaşım ve tercihlerinin dile getirilmemesi önemli bir eksikliktir.
Biz bu noktada ismi geçmese de İmam Zürkânî’nin de konuyla ilgili değerlendirmesine yer verip konuyu tamamlamayı arzu ediyoruz. Zürkânî, konu hakkındaki kanaatini daha yüksek bir perdeden ve son derece açık ifadelerle gündeme getirmektedir ki şöyle demektedir:
“Bazı insanlar, Cebrail’in Hz. Peygambere sadece Kur’ân’ın manalarını indirdiğini ve Peygamberin kendisine gelen manaları Arapça ifadelere çevirdiğini iddia ederek seviyeyi düşürmüşlerdir. Bazısı da Kur’ân’ın lafzının Cebrail’e ait olduğunu ve Yüce Allah’ın ona sadece manaları indirdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddiaların her ikisi de günaha götüren batıl görüşlerdir. Kitap, Sünnet ve İcmâ’ya terstir, kendisiyle yazı yazılan mürekkep kadar bir kıymeti yoktur. Benim inancım o ki, söz konusu iddialar Müslümanların kitaplarına sinsî bir yolla sokulmuştur. Aksi takdirde lafzı Hz. Peygambere veya Cebrail’e ait ise o zaman Kur’ân nasıl mu’cize olabilir? Hem sonra lafzı Allah’a ait olmadığı halde, Kur’ân’ın Allah’a nisbet edilmesi nasıl doğru olabilir? Hâlbuki Yüce Allah açıkça ‘Tâ ki Allah’ın kelamını işitsin (Tevbe, 6)’ diye buyurmaktadır.”[15]
Zürkânî, konuyla ilgili değerlendirmesinin devamında Kur’ân vahyi hususunda Cebrail’in aktarma ve indirme, Hz. Peygamberin ise kavrama, ezberleme, aktarıp tebliğ etme, açıklayıp tefsir etme ve tatbîk edip uygulamaya koyma dışında hiçbir müdahalesinin bulunmadığını son derece net ifadelerle dile getirmiştir.
Ayetlerden pek çok delil getirerek Kur’ân’ın lafzının ne Hz. Peygambere ne de Cebrail’e ait olmadığını belirtir ki, söz konusu ettiği ayetlerden birisi şudur: “Kendilerine ayetlerimiz açıkça okunup anlatılınca hesap vermek üzere bize geleceklerine inanmayanlar, ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir’ dediler. Onlara şöyle de: Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 15) Bir başka delil ise şöyledir: “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık da hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (Hâkka, 44-47)
Zürkânî, ardından İmam Süyûtî’nin konu hakkındaki değerlendirmelerini nefis bulduğunu vurgulayarak tıpkı onun gibi Cebrail’in sadece manalarını getirdiği bilgilerin sünnet olduğunu, bu sebeple sünnetin mana ile nakil ve aktarımının caiz olduğunu söyler. Hâlbuki Kur’ân sadece mana ile aktarılıp okunamaz, zira Cebrail onu bizzat Allah’tan aldığı lafızlarla getirmiştir.
Öyleyse sonuç itibariyle lafızla gelen Kur’ân’ın sadece lafızla rivayeti mümkündür. Aksi ise Kur’ân’ın tahrîf ve tağyîri anlamına gelecektir. Hâliyle bu konuda en temiz ve şaibesiz görüş, Kur’ân’ın lafızlarıyla birlikte Allah’tan indiğinin ittifakla kabul edildiğini bilmektir. Cüveynî’nin dile getirdiği diğer ihtimaller ise salt olarak akla gelebilen ancak destekleyici sağlam bir delile sahip olmayan olasılıklardan başka bir şey değildir. Böyle önemli bir meselede ise -daha önce de vurguladığımız üzere-, bu tarz delilsiz ihtimallerin bir kıymetinin olmayacağı açıktır.[16]
Kaynakça:
1-Kur’ân-ı Kerîm. 2-Beydavî, Kâdî Nâsıruddîn Ebû Said Abdullâh İbn Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2011. 3-İzz b. Abdisselam, Abdulaziz b. Abdisselam es-Sülemî, Tefsîru’l-İzz b. Abdisselam, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2008. 4-Kurtȗbî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1971. 5-Mehmet Soysaldı, “Kur’ân Vahyinin Oluşum Şekli”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi “Fırat University Journal of Social Science”, Elazığ, 2000, Cilt: 10 Sayı: 1. 6-Mustafa Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Tercih Görüşüm”, https://www.karar.com/ yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675#, Erişim Tarihi: 19.02.2019. 7-Niyazi Beki, https://sorularlaislamiyet.com/kuran-allahin-kelami-olarak-ne-ifade-etmektedir-vahyin-metnini-teskil-eden-husus-sadece-mana-midir-0; 15.01.2019. 8-Süyûtî, Ebu’l-Fadl Celâluddîn Abdurrahman, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Memleketu’l-Arabiyyetis’s-Suûdiyye, el-Medînetu’l-Münevvere, 1426. 9- Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed b. Abdullâh, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, 1427/2006. 10-Zürkanî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut.
[1] Bu çalışma; SSS Journal Dergisi‘nin Haziran 2019’de çıkan Vol:5, Issue:37. Sayısında, 3154-3169. sayfaları arasında, “Kur’ân’ın Lafızlarının İlahî Olup-Olmadığı Tartışması Üzerine Mülâhazalar” isimli makaleden yararlanarak yayına hazırlanmıştır.
[2] Öğr. Üy. Mardin Artuklu Üniversitesi, İslâmî İlimler Fakültesi.
[3] Ayette geçen “seķîl/ağır/değerli” kelimesinin tefsiri için bkz., Beydâvî, Kâdî Nâsıruddîn Ebû Said Abdullâh İbn Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2011, II, 537-538; Kurtȗbî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 1971, XIX, 26; İzz bin Abdisselâm, Abdulazîz b. Abdisselâm es-Sülemî, Tefsîru’l-‘İzz b. Abdisselâm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2008, II, 313-314. Bu bağlamla ilgili olarak 69. Hakka; 40. ve 81. Tekvîr 19. ayetlerde geçen Hiç şüphesiz o, çok şerefli bir elçinin sözüdür” ifadeleri, Kur’ân vahyinin elçilik görevi yapan Cebrail veya Hz. Muhammed’in sözü olduğunu göstermez. Aksine, “elçinin sözü, onu görevlendirip gönderenin sözüdür” gerçeğini, yani elçinin tebliğden başka hiçbir müdahalesinin olmadığını ifade etmektedir. Türkçedeki “Elçiye zeval olmaz.” deyimi de bu gerçeğin bir ifadesidir. Bkz., Niyazî Beki, https://sorularlaislamiyet.com/kuran-allahin-kelami-olarak-ne-ifade-etmektedir-vahyin-metnini-teskil-eden-husus-sadece-mana-midir-0; 15.01.2019.
[4] Bk., Mustafa Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzâl Keyfiyetine Dair Tercih Görüşüm”, https://www.karar.com/ yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675#, Erişim Tarihi: 19.02.2019
[5] Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Tercih Görüşüm”, https://www.karar.com/ yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675#, Erişim Tarihi: 19.02.2019
[6] Şuarâ, 196.
[7] Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Tercih Görüşüm”, https://www.karar.com/ yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675#, Erişim Tarihi: 19.02.2019
[8] “Bunun anlamı şudur: Hiç şüphesiz Kur’ân’ın ineceği bilgisi öncekilerin yani önceki peygamberlerin kitaplarında mevcuttu. Şöyle de denildi: Hz. Muhammed’in geleceği bilgisi, öncekilerin kitaplarında mevcuttu. Nitekim Yüce Allah, ‘Onlar, onu yanlarındaki Tevrât ve İncil’de yazılı olarak bulurlar (A’raf, 157)’ demektedir. Zubur, kutub (kitaplar) demektir, tekili ‘zebûr’dur. Tıpkı ‘resûl ve rusul’ gibidir. Daha önce de geçti.” Kurtȗbî, El-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 93.
[9] El-Mektebetu’ş-Şâmile’de yaptığım taramada, Semerkandî’ye atfedilerek nakledilen bu görüşe, onun eserlerinin herhangi bir yerinde rastlama imkânı elde edemediğimi belirtmek isterim.
[10] Bkz., Zerkeşî Bedruddîn Muhammed b. Abdullâh, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, 1427/2006, s. 161.
[11] Bu bağlamda bazıları “Levh-i Mahfûz’daki Kur’ân harflerinin her biri Kâf dağı kadar büyüktür, her harfin altında sadece Allah’ın kuşatabileceği kadar manalar vardır” tarzında muhakkik âlimlerin uzak durduğu, akıl ve nakille bağdaşmayan delilsiz birtakım iddialarda bulunmuşlardır. Bkz., Süyûtî Ebu’l-Fadl Celâluddîn Abdurrahman, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Memleketu’l-Arabiyyetis’s-Suudiyye, el-Medinetu’l-Münevvere, 1426, s. 292.
[12] Süyûtî el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 292-293.
[13] Bk., Süyûtî el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 293-297.
[14] Öztürk, “Kur’ân Vahyinin İnzal Keyfiyetine Dair Tercih Görüşüm”, https://www.karar.com/ yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675#, Erişim Tarihi: 19.02.2019
[15] Zürkanî Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, I, 44.
[16] Bk., Zürkanî, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I, 44-46; Vahyin Cebrail’e nasıl intikal etmiş olduğu konusunda daha ayrıntılı bilgi için ayrıca bk., Mehmet Soysaldı, “Kur’ân Vahyinin Oluşum Şekli”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi “Fırat Universty Journal of Social Science”, Elazığ 2000, Cilt: 10 Sayı: 1, s. 178-185.