İnsanoğlu oldukça değişik bir yaradılışa sahiptir. İnsan incelendikçe ne kadar ilginç ve mükemmel bir yaradılışa sahip olduğu anlaşılmaktadır. İnsanın diğer mahlûkattan daha mükemmel ve farklı bir yaradılışa sahip olduğunu anlamak için çok kısa bir düşünme yeterli olacaktır. Mesela görme eylemi ve göz; işitme olayı ve kulak; konuşma ve dil; hafıza ve beyin ve hakeza bunlar çoğaltılabilir. Hayvanlarda göz var; ama dünyaya bakışları insan gibi olabilir mi? Tabi ki hayır. Bir hayvan kendine, bir insana, bir meyveye ya da bir sebzeye baktığında orada ne görüyor acaba? Peki, bir insan bunlara baktığında ne görüyor acaba? Son olarak Allah’a inanan ve gereklerini yerine getiren Müslüman bir insan bu sayılanlara baktığında ne görüyor acaba?

Bir hayvan bu sayılanlara baktığında tabi ki fazla anlamlandıramadığı, Allah tarafından kendine yüklendiği kadarıyla bir algı içindedir. Özellikle sebze, meyve vb. yiyecekler hayvanlara lezzet veren şeylerdir. İbadetsiz, Allah’ı tanımayan ya da tanıyıp, bilip de gereklerini yerine getirmeyen kişi için de durum bundan çok da farklı değildir aslında. Onlar da yiyip, içip, geziyorlar. Sadece hayvanlardan daha fazla bilinçli olarak lezzet alıyorlar. Fakat bilinçli bir insan, bütün bunlara bakarak yaratılıştaki asıl gayenin yiyip içmekten ibaret olmadığını, kendisinin hayvandan kat kat daha üstün yaratılmasından anlar ve buna göre hareket eder. Ayrıca zaten kâinattaki her şey bir yönüyle insan için yaratılmış ve ona hizmet etmektedir. Dikkatli bakıldığında güneş, ay, bitkiler, hayvanlar ve benzeri mahlûkatın insana hizmet için yaratıldığını görmek zor olmasa gerek. İşte burada şu soru akla gelmeli: Peki insan ne için yaratılmıştır?

İnsan bu kadar mükemmel teçhizatla donanmış bir yapıdayken bunları bazen amacı dışında kullanmaya meyledebiliyor. Bazı insanlar bilmeden bunu yaparken bazıları ise bilerek ve isteyerek bu fiilleri yapabiliyor. Araştırmakla yükümlü olan insan bilmediğinden de sorumlu değildir aslında. Fakat belirttiğimiz gibi her insan kendi imkânı ölçüsünce araştırmak ve doğru olanı bulmakla sorumludur. Araştırıp öğrenmekle de bitiyor mu? Tabi ki bitmiyor. Öğrendiği şeyle amel etmesi gerekiyor. Yani bir şeyi öğrendikten sonra onu hayatına tatbik etmesi gerekiyor. Hayatına tatbik ederken de bu şeyleri sadece ve sadece Allah rızası için yapması gerektiği şuurunu bir an bile aklından çıkarmaması gerekiyor.

Tabi ki bunlar ezbere söylenen sözler olmasa gerek diye düşünülebilir. Evet. Sözdeki benzersizlikten tahmin edileceği üzere bu bir hadîs-i şerîftir. Aslı ise şu şekildedir: “İnsanlar helâk oldu, ancak âlimler kurtuldu. Âlimler de helâk oldu ancak, ilmiyle amel edenler (bildiklerini hayatlarına uygulayanlar) kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu, ancak ihlâs sahibi olanlar (amellerini sırf Allah için işleyenler) kurtuldu. İhlâs sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler.” (1) Hadîsin sonunda da belirtildiği üzere ilmiyle Allah rızası için amel edenler de tehlike içindedir.

Elbette burada ye’se düşmek ihtimali vardır. Fakat bir Müslümanın havf ve reca ortasında olması gerektiği akla gelince o ümitsizlik de ortadan kalkıyor. Tamamen ümitsizlik içinde olan bir Müslümanla cenneti garantileyen bir Müslüman arasında olmamız gerektiği gerçeğini asla unutmazsak buradaki sıkıntı izale olacaktır. Aslında buradan bizler bir Müslümanın nasıl bir ruh halinde olması gerektiğini anlıyoruz.

Bir grup Müslüman var ki ümitsizliğe düşüyor. Benim Müslümanlığım nedir ki? Ben ne kadar ibadet ve dua ediyorum ki? Benden bir şey olmaz, olsa olsa cehennem odunu olur gibi Müslümanın düşüncesinde olmaması gereken havf denilen daima korku içinde olan bir Müslüman profili… Aslında buradaki düşüncenin temelinde yatan, asırlık tecrübeye sahip bir düşmanın bizleri zayıf noktamızdan yakalamasıdır. Bu düşman tabi ki şeytandır. Şeytan bizim sıkıntılı olduğumuz yönümüzü bulup bize o yönden vesvese vermektedir. Bu vesvese sonucunda ise ümitsizlik içine düşmüş bir Müslüman ortaya çıkmaktadır. Bu noktaya gelen birisinin imdadına “Ben kulumun zannı üzerindeyim.” (2) (Yani beni nasıl tanırsa öyle muamele ederim.) kudsî hadîsi yetişmektedir. Tabi ki, buradaki mana, bütün günahları işleyerek nasıl olsa Allah merhamet eder, beni de affeder diyerek tövbe etmemek üzere rahatlıkla günah işlemek değildir. Tam bu noktada ikinci grup devreye girmektedir.

Bu grup ise hiçbir ümitsizlik hali olmayan, her şeyden son derece emin, nefis ve şeytanı yok sayan bir düşünce yapısına sahiptir. Bunların genelde kullanıp sığındıkları sadece kendilerini kandırdıkları, vicdanlarını rahatlattıkları, “Benim kalbim temiz”, “Benim kalbimde kötülük yok” gibi basit, belki de kendilerinin bile inanmadıkları düşüncelerdir. Haşa! Haşa! İki cihan sultanı Peygamber efendimizin (sav) -söylemeye bile dil varmıyor ama- kalbi temiz değil miydi de İslâm’ın gerektirdiği gibi yaşayıp bize de öyle yaşamamızı tavsiye etti? İki cihan sultanı neden sabahlara kadar namaz kıldı? Neden mahremiyete dikkat etti? Bu örnekler çoğaltılabilir. Mesela biz mahremiyeti ele alalım. Namahreme bakmak, onlarla konuşmak konusunda son derece dikkatli olmamız gerektiği üzerinde durulmasına rağmen bizlere ne oldu ki bu hassasiyeti kaybettik. Bizler başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere sonrasında sahabeler, tabiîn, tebe-i tabiîn ve velî zatların hayatlarını örnek almamız gerekirken kimlerin hayatlarını örnek alır olduk?… Kafamızı iki elimizin arasına alıp bunu iyice düşünmemiz gerekir. Herkesin kendisini muhasebeye çekip bu sorunun cevabını bulması gerekir. Çünkü insan kendisini muhasebeye çektiğinde vicdanıyla baş başa kalır ve bilinmelidir ki, o vicdan asla yalan söylemez.

Başta da söylemiştik: İnsan mükemmel bir yaratılışa sahip, fakat nasıl ve nerede kullandığıyla yolunu kendisi çiziyor. Bu mükemmel yaratılışın sadece yiyip içmek için olmadığı çok aşikâr olsa gerek. Zira bunu hayvanlar çok güzel yapıyor. Ayrıca hayvanlarda geçmiş düşüncesi ve gelecek kaygısı olmadığı için yeme içme eyleminden elemsiz tam bir lezzet alabilirler. Fakat insanda bu anın biteceği fikri, geçmişteki sıkıntılı anlar, gelecek endişesi gibi insana sıkıntı verip aldığı lezzeti azaltan düşünce yapısının bulunması, sanki insana şunu idrak ettiriyor: “Ey insan! Sen hayvan gibi yiyip, içip, yatmak için yaratılmamışsın. Başka önemli amaçların var. Zira yaratılışındaki mükemmeliyet göz önüne alındığında hayvandan daha fazla lezzet alman da gerekiyor. Demek ki, senin yaratılışındaki asıl amaç, sadece yeme, içme, gezme vb. fiillerle sınırlı olmayıp daha âlî gayelerle donatılmıştır.” Bu gayeler de tabii ki, başta namaz olmak üzere birçok ibadetle süslenmiş olan sahih gayelerdir.

Bizler yukarıda zikredilen iki grup Müslümana dâhil olmayıp, yaratılışının farkına varıp ona göre hareket edenlerden olsak sanki bizim için daha hayırlı olacaktır. Sırat-ı müstakim üzere olmak duasıyla…

 

Kaynakça

1) Aclûnî, İsmail b. Muhammed el-Cerrâhî, (1351 hş.) Keşfu’l-hafâ ve Muzîlü’l-ilbâs Amme İştehara Mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-nâs, I-II, Şam. (‘Aclûnî, II, 312.) 2) İmâm-ı Buhârî, (2010), Sahîh-i Buhârî Tercüme ve Şerhi, (Trc. Harun Yıldırım), İstanbul: Sağlam Yayınevi. (Buhârî, Tevhîd, 15.)

 

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?