Piramit Sisteminde toplumsal katmanlar üst üstedir. Sosyal sınıflar, aşağıdan yukarıya doğru dizayn edilmiştir. Bir üst sınıfa geçmek isteyen sosyal sınıflar, daha çok başa/omuza basmak zorundadır. Piramit Sisteminde sosyal sınıflar arasında ezme/ezilme realitesi söz konusudur. Sosyal sınıflar arasındaki bu ezme ezilme sistemi, bireyler arasında da aynen geçerlidir. En tepeye çıkmanın şartı da daha çok bedene-başa basmak olacaktır.
Bu toplumsal yapının özünde ezme ve ezilme vardır. Yukarı çıkmanın, yükselmenin yolu ezmekten geçer.
Piramit Sisteminde çoğu kez sosyal sınıflar, hem ezen, hem ezilen konumunda olur. Bu sistemde “zülüm”, doğal bir seyir izler. Çünkü yükseliş, düzlemde dikey eksen formatında olur. Yükseliş, dikey formatında olursa, ezme-ezilme ve dolayısıyla “zülüm” kaçınılmaz olarak sıradanlaşır.
Kadim medeniyet tasavvurumuzun inşa ettiği sosyal sınıflar ve sosyal sınıfları oluşturan bireyler arasındaki süregelen yarışlar, rekabetler “Dikey Eksen” formatında değil, “Yatay Eksen” formatında ve dolayısıyla “Saf Sistem”inde gerçekleşir. Bu sistemde insanlar, hayırda yarışırlar. Yarışanlar, bilgi-birikim, liyakat ve sahip oldukları potansiyel niteliklerine göre bir rekabet sergilerler.
Bu temel kriterleri baz alan bireyler, sonuçta “Erdemli” bir toplum inşa etmek isterler. Erdemli toplumu ancak erdemli şahsiyetler inşa eder. Çünkü erdemli kişiler, yük olmazlar mümkünse yük alırlar.
Erdemliler, sorun çıkarmak, sorun olmak ya da sorunun parçası olmak yerine, çözümün parçası olurlar.
Erdemliler, zorunlu olmadıkça şikayet etmezler, şükrederler, hamd ederler. Hamdin ve şükrün gölgesinde hayatlarını inşa ederler.
Erdemliler, hayata iyimserlik penceresinden bakarak, pozitif yaklaşırlar. Çevrelerine pozitif enerji yayarlar. Fritz’in dediği gibi, “İyimserler, olasılıkları görürler, kötümserler ise görmeyi reddederler”.
Erdemliler, değer üretirler ve ürettikleri değerlere katma değer katarlar.
Erdemliler, ‘söylem’den ziyade “eylem”i tercih ederler. Bilirler ki, “İslam “kal/söylem” dini değil, “Hal/yaşam” dinidir”. “Kal” ve “hal” örtüşünce bir anlamı olur. Yaşanmayan teorik söylemlerin toplum katında hiçbir değeri yoktur. Bir bilgenin ifadesiyle, “Halkın aklı gözündedir. Gördüğüne inanır”. Ziya Paşa der ki,
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,
Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde” .
Kısacası Erdemli insan, işini, haddini, yerini ve sorumluluklarını bilir.
Bu bilinçle oluşan “Erdemliler Topluluğu”nun oluşturduğu “Saf Sistemi” insanlığın özlem duyduğu bir sistemdir. Bu sistemde, kaybeden yoktur. Herkes, çalıştığının karşılığını alır. Yükseliş, bilgi, birikim, yetenek ve liyakate göre olur. Böyle bir toplumda, riyakârlık, kıskançlık, dedikoduculuk ve benzeri toplumu zehirleyen hastalıklar yoktur.
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe (gerçek manada) iman etmiş olamazsınız” temel prensibini İstikamet Açısı kabul eden, “Empatik” yaklaşan, “ben” merkezci değil, “biz” merkezi bir anlayışla sevgi toplumunu inşa eden ve “Herkesin kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, benim de kurtuluşum olamaz” temel evrensel paradigmayı esas alan Erdemliler topluluğunun oluşturduğu “Saf Sistemi”, herkesin ve her kesimin, özellikle mazlumların ve mağdurların yararınadır.
YÜRÜYENLER VE SÜRÜNENELER
Hayatını inşa ederken hayatına söz geçiremeyenler ve hayat ırmağında nesne olarak çer-çöp olanlar, hayatlarını sırtına alarak bu yükün altında ezilenler, sürünenlerdir. Zira, pasif nesne olmanın sonucu budur.
Hayatını inşa ederken, hayat ırmağında pasif nesne değil, aktif özne olabilen, şahıs değil “şahsiyet” olabilenler, hayatın sırtına binerek yaşama anlam katanlar ve yaşama sevincini elde edenler, yürüyenlerdir. Zira aktif özne olanlar, geçmişlerini “kritik” ederek, yaşadıkları anın hakkını verip buna bir anlam katarlar ve gelecekle ilgili projeksiyonlarını-planlarını dizayn ederler. Bütün bu yaptıkları ve yapmayı tasarladıkları şeyleri bilirler, tanırlar ve eşyanın doğasına uygun tarzda tanımlamayı yaparlar.
İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik, yaptığı işi tanımlaması ve buna bir anlam katmasıdır. Tavuk, yaptığı yumurtayı tanımlayamaz. Arı, yaptığı balı tanımlayamaz. Koyun, verdiği sütü tanımlayamaz. Ancak insan, tüm yaptıklarını tanımlayabildiği gibi, gelecekte yapmayı düşündüğü şeyleri de tanımlayabilir.
İnsan, hem biyolojik, hem fizyolojik ve hem zihinsel yönüyle çok boyutlu bir varlıktır. Bu çok boyutlu yapısıyla olayları ve olguları çok değişkenli fonksiyonlarla değerlendirip tanımak, tanımlamak ve hayata bir anlam katmak konumundadır.
Bu tanıma ve tanımlama çerçevesinde önce kendini tanıması, sonra Rabbini tanıması, daha sonra eşyayı (Bütün bir varlık dünyasını) tanıması gerekmektedir. “Kendini bilen, Rabbini bilir” hikmetli sözün işaret ettiği gibi, “mikro evren” hükmünde olan, biyolojik, fizyolojik ve zihinsel yapısıyla yaratılmışların en şereflisi, en onurlusu ve en erdemlisi olan ve “Eşrefi mahlûkat” şeklinde vasıflandırılan insan, bütün bu özelliklerinin farkında olarak kendini bilirse, yaratıcısını bilmemesi mümkün mü? Kendini bilen hem Rabbini bilir, hem haddini bilir.
Bu kadar donanımlı bir varlık olan insan, varlık dünyasındaki konumu itibariyle eşya karşısında da kadrini-kıymetini bilir. Zira, varlık dünyasına hükmeden, onu evirip çeviren bir yeteneğe sahiptir.
“Yetenek”, nitelikle ilgilidir. “Yeterlilik” ise nicelikle ilgilidir. Yetenek verilen, yeterlilik ise kazanılandır. Yeterlilik, yetenek gerektirir. Yeteneği olduğu halde onu kullanmayanlar, o yönde gayret sarf etmeyenler, yeterliliği elde edemezler. Yetenek potansiyel, yeterlilik ise kinetiktir. Potansiyelin kinetiğe dönüşmesi için harekete, gayrete ihtiyaç vardır. Aksi halde verilen yeteneğin, potansiyelin bir anlamı olmaz.
Potansiyel (yetenek), bir çekirdeğin içinde var olan ağaç gibidir. Çekirdek, uygun zaman ve mekânda uygun yöntem ve tekniklerle ihtiyaç duyduğu unsurlarla desteklenerek toprağa ekilir ve gerekli bakım yapılırsa, ağaç olur. Aksi halde, ağacı içinde barındıran çekirdek çürür gider.
İnsanlar, yaratıcı tarafından bahşedilen yeteneklerini kullanmazlarsa, bu yetenekler de körelir gider.
Yeteneklerini körelterek, bu evrende edilgen, pasif nesne olanlar, kendi potansiyellerinin farkında olmayanlar, Varlık dünyasındaki konumlarının ve sorumluluklarının bilincinde olmayanlar, yaptıkları işten zevk almayan, haz duymayan ve o yükün altında ezilenler, olayları ve olguları değerlendirirken, iyimserlikten uzak kötümser bakış açısıyla değerlendirerek ruhları karartanlar, sürekli çevrelerine negatif enerji yayarak etrafı zehirleyenler, kuşkusuz bu dünyada “yürüyenler” değil, “sürünenlerdir”.
Yeteneklerini kullanarak yeterliliklerini ispat edenler, bu evrende söyleyecek sözü olduğunu yaptıklarıyla kanıtlayanlar, Rabbini bildikleri gibi haddini ve sorumluluklarını bilenler, eşya karşısında kadrini-kıymetini bilenler, bu dünyaya hükmedenler, “meşru dairedeki keyif, keyfime kafidir” diyenler, işini yaparken işini yaşayanlar, kötümserliği değil, iyimserliği hayat tarzı seçerek çevrelerine sürekli pozitif enerji yayanlar, hayata anlam katanlar, pasif değil aktif, nesne değil özne olanlar ve bu evrene yol yordam biçenler, hiç kuşkusuz “yürüyenlerdir”.