Âdâb, göz önünde bulundurulması gerekli olan kaideler, usuller, ahlaken uyulması gereken hususlar, terbiye ve nezaket kuralları; muaşeret ise, birlikte yaşayıp iyi geçinme anlamına gelir. Dolayısıyla âdâb-ı muâşeret; insanların birbirleriyle geçinme usulleri, nezaket, terbiye ve görgü kuralları demektir. İnsanı eşref-i mahlûk olarak yaratan Rabbimiz, bu güzel yaratılışı kendi haline bırakmamış, peygamberler göndererek ahlaken de insanın kâmil olması ve en güzel ahlaki özelliklerle bezenmesi için yol göstermiştir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Peygamber en güzel örnektir” (Ahzâb, 21)
İslam, ferdin kendisiyle, diğer insanlarla ve çevresindeki canlılarla, toplumla, Rabbiyle nasıl bir adapla iletişim kuracağını da anlatan bir dindir. Hz. Musa’ya hitaben Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Sen kutsal vadi olan Tuva’dasın.” (Tâhâ, 12) İnananlara her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Firavun’a Hz. Musa’yı gönderen Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır veya korkar.” (Tâhâ, 44) Müslüman davetçilerin karşısında yüreklerini dağlayacak, bellerini bükecek ve kendilerini öldürecek kadar zalim ve despot birine karşı tavrının bu olması gerekiyorsa Müslümanın Müslüman kardeşine karşı nasıl olması gerektiğini varın siz düşünün. Harun Reşid bir hutbe okurken yaptığı tecvit hatasına sinirlenip kendisini şiddetle uyaran kişiye “Ne sen Hz. Musa’dan daha hayırlısın ne de ben Firavun’dan daha zalim biriyim. Allah Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken ‘Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır veya korkar’ diye buyurmaktadır” diye söyleyince, bu kişi nezaketsizliğini fark etmiştir.
Bundan dolayı; âlimin, davetçinin, İslami çalışmada bulunan Müslümanların, insanları eğiten eğitimcinin, öğrencinin, anne-babanın, tüccarın, kısacası her Müslümanın bilmesi ve uygulaması gereken en önemli konularından biri; âdâb-ı muâşerettir. Yunus’un dediği gibi; “Girdim ilim meclisine / Eyledim kıldım talep / Dediler ilim geride / İllâ edep illâ edep” Ya da Akif’in dediği gibi; “Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren? / Bırak tahsili, evladım, sen ilkin bir hayâ öğren!” Çünkü bir Müslüman, adap ve nezaketle sevap ve gönül kazanırken; nezaketsizlikle de birçok gönlü kaybedebilir. Şeytan, nezaketsizliği fırsat bilerek kalpler arasına ayrılık tohumlarını ekmek için pusuda bekler. Çoğu zaman bir Müslüman, ilmiyle, gayretiyle, fedakârlığıyla, fikirleriyle takdir kazanırken na-münasip bir tavrından dolayı da tüm bunları bir nezaketsizliğe kurban verebilir ve farkında olarak ya da olmayarak kalpleri kendinden soğutabilir. Allah şöyle buyuruyor: “Yine de sen kullarıma söyle, en güzel bir biçimde konuşsunlar; çünkü şeytan insanların aralarını açmak için her zaman aralarına girer. Doğrusu şeytan, insanın apaçık düşmanıdır!” (İsrâ, 53)
Şeytan, bazen konuşanın yüzüne bakmamamızı, bazen ciddiyetle dile getirilen bir fikre espriyle ya da gülerek karşılık vermemizi, bazen dile getirilen bir görüşü küçümseyici bir tavır içine girmemizi fırsat bilir ve gönülleri karşıdaki kişiden uzaklaştırabilir. Özellikle İslami çalışmalarda birbirine kenetlenmiş kişileri bu silahlarla vurmasının birçok örneği vardır ve bundan sakınmak gerekir.
Peygamberimiz (sav) sahabenin huzuruna gelmesiyle ayaklarını toplamasından, göreve gönderdiği sahabeyi taaa Medine’nin dışına kadar uğurlamasından nezakete dair çıkaracağımız önemli dersler vardır. Hz. Lokman’ın oğluna “(Yersiz) bir gurura kapılarak insanlara üstünlük taslama ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme: Unutma ki Allah, böbürlenenleri sevmez. Davranışlarında ölçülü ve dengeli ol, sesini yükseltme: Çünkü unutma ki, seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır.” (Lokmân, 18-19) diye buyurması önemli mesajlar içermektedir.
İslam nasıl kapı çalmamız, nasıl konuşmamız, nasıl yürümemiz gerektiğini bize öğretmişken; yanına geldiğimiz bina kapısının bütün zillerine basmak nezakete sığar mı? Girdiği ya da çıktığı binaya; ses tonuyla, ayak takırtısıyla, sesinin yüksekliğiyle, kahkahasıyla eziyet vermek yaraşır mı?
Müslüman olarak camide nasıl ki, nezaket ve âdâba uyma zorunluluğumuz varsa çarşıda, pazarda, sokakta, ailede… kısaca hayatın her alanında camideki adap hassasiyetiyle hareket etme zorunluluğumuz vardır. Peygamberin (sav) “mümin yüzdeki ben gibidir” diye buyururken kastettiği durumdaki hikmet de budur. Mümin, İslam’a uygun yaşayış tarzıyla nerde olursa olsun içinde bulunduğu toplulukta fark edilen ve bu farkı ortaya koyan kişi olmalıdır. İslami anlayıştaki yozlaşma, adap konusunu da camiye hapsetmiş durumdadır. Oysa bu dinin asıl trafikte, parkta, okulda, sokakta nasıl yaşanması gerektiğini anladığımız ve hayatın her alanına taşıdığımız gün, yani yüreklerimizden hayatımıza geçirdiğimiz gün, yeryüzüne de hâkim olur. Necip Fazıl’ın şu hikmet dolu mısraları, içinde bulunduğumuz duruma çok güzel tercümanlık ediyor “Camiler serbest ama bütün yolları yasak; / Onlar meydana hâkim; bizse camide tutsak!”
Biz Müslümanlar, sadece âdâb-ı muâşeret ile ilgili kitap okuyarak ya da bu konuda vaaz vererek bu açığımızı kapatamayız. Bu açığımızı ancak yaşantımızda bu âdâbı üreterek kapatabiliriz. İslam, bu adap anlayışıyla nazil olduğu cahili asrı, saadet asrına dönüştürmüştür. Bugün bizler de yaşadığımız asrın yozlaşmış kültürünün bize empoze ettiği anlayıştan İslam’ın saadet getiren anlayışına hicret etmemiz gerekir. Şu an öyle bir durumdayız ki, bu yozlaşmış anlayış; “atıyorum! Manyak bir şey! Ohaa!” gibi kelimelerle maalesef önce dilimizi sonra da zihnimizi ve yaşayışımızı istediği şekilde dizayn ediyor. Oysa bu din, kendisine ilk iman edenlere temel ibadetleri (oruç, namaz, zekât…) emrederken bununla birlikte yüzlerce ayetle de âdâbı öğreterek yeni bir nesil inşa etti.
İmam Buhari der ki: İki hayırlı kişi (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer) az kalsın mahvolacaklardı. Hicretin 9. senesinde, Peygamber’e (sav) Temimoğullarından bir heyet gelince; bu iki hayırlı kişi Peygamber’in (sav) huzurunda seslerini yükseltmişlerdi. Birisi, Temimoğullarına başkan olsun diye Akra bin Habis’i tavsiye eder; diğeri Ka’ka bin Mabed’i tavsiye eder. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’e “Senin maksadın sırf benim görüşüme aykırı davranmaktır” der. Hz. Ömer de: “Hayır, gayem senin görüşüne aykırı davranmak değil” der ve bu konuda sesleri yükselir. Bunun üzerine Allah şu ayeti indirir: “Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurât, 2)
İbn Zübeyr der ki: Hz. Ömer, bu ayetin inişinden sonra “Peygamber (sav) ona ne söylediğini sorup anlamaya çalışmadıkça o, kendi yanından sesini yükseltip de ona bir söz işittirmemiştir.” Hz. Ebu Bekir de bu ayet indikten sonra “Peygamber (sav) ile fısıldar gibi konuşurdu”
İmam Ahmet de bu ayetin inişiyle ilgili der ki: Bu ayet inince, gür sesli olan Sabit bin Kays, bu ayetin kendisi hakkında indiğini düşünüp “Peygamber’e (sav) karşı sesini yükselten bendim, ben cehennemliğim, amelim boşa gitti” demiş ve üzüntü içinde ailesinin arasında oturup, belli bir süre dışarı çıkmamıştı. Bunun üzerine Peygamber (sav), onu arar ve birkaç kişi sahabeyi Sabit bin Kays’a (r.anh) gönderir. O’na: “Rasulullah seni arıyor, neyin var?” diye sorarlar. Sabit bin Kays (r.anh): “Peygamber’in (sav) sesi üzerine sesini yükselten benim, ona karşı sesini yükseltip bağıran benim. Amelim boşa gitti, ben cehennemliğim” der. Sabit’in (r.anh) evine gidenler, dönüp, onun söylediklerini Peygamber’e (sav) bildirince, Peygamber (sav) “Hayır, aksine o cennetliklerdendir” buyurur. Bu hadisi bizlere nakleden Enes (r.anh) der ki: “Bizler Hz. Sabit’i aramızda yürürken görür ve onun cennetliklerden olduğunu bilir ve öyle kabul ederdik…”
Adap ile ilgili inen bu ayet; sahabelerin gündemlerini, duygularını, davranışlarını bu şekilde etkilediği içindir ki onlar; kralları, düşmanları, bu dini tanımayanları hayran bıraktırıyorlardı. Bu sadece inen bir ayetin sahabelerde bıraktığı bir tesir… Bunun gibi yüzlerce ayetten ve bu ayetlerin bıraktığı etkiden söz etmek mümkündür.
Ebu Zer El Gıffari’nin, Bilal-ı Habeşi’ye “siyah kadının oğlu” demesi üzerine Peygamber (sav), Ebu Zer El Gıffari’ye “sende cahiliye izleri var” diye buyurmuştur. Yaptığı hatayı anlayan Ebu Zer (r.anh), Bilal-i Habeşi’nin kapısına gidip “siyah ayaklarınla benim yüzüme basmadıkça buradan ayrılmayacağım” diye söyleyince Bilal-ı Habeşi “bu yüz basılmaya değil öpülmeye layıktır” diye karşılık vermiştir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Âdâb-ı muâşeret, İslam’ın pratiğe dönüşümü ve hayatı şekillendirmesi halidir. İslam’ın âdâbına uygun hareket edenler, muaşeret (hoşça geçinerek yaşama) içinde bir yaşam sürdürürler.