İnsanlığın ortak evrensel değerlerinden biridir, adalet. Adalet her aklın kabul ettiği, her dilin savunduğu, her vicdanın olması gerektiğine inandığı, insan için vazgeçilmez bir öneme sahip olan temel bir gerekliliktir. Ne var ki bir söylem, bir istek ve bir beklenti olmaktan öteye geçememiştir. Bu nedenle insanlığın ortak evrensel değeri olmak yerine, insanlığın ortak evrensel sorunu haline gelmiştir.
Adalet istenen ama gerçekleşmeyen, bilinen ama uygulanmayan bir sorundur. Keza adaletin gerçekte var olma sorunu yoktur. Kime sorarsanız sorun adaleti herkes ister, herkes savunur. Burada gerçek sorun, adaletin içeriği ve uygulanma biçimidir. Çünkü adalet kimi zaman birilerinin işine gelmediği, çıkarlarına uymadığı için üzeri örtbas edilen, hasıraltına itilen bir gerçekliktir. Oysaki adalet öznel ve keyfi bir konu değil; nesnel ve zaruri bir konudur. Adaletin rengi, ırkı, cinsiyeti, statüsü, bölgesi, milleti, devleti, torpili, toleransı yoktur. Adalet herkes içindir. İnsanın olduğu her yerde, canlının olduğu her yerde, eşyanın olduğu her yerde var olmalıdır. Olmadığı yerde hakların gasbı vardır, zulüm vardır.
İnsanlığın adaletten yana bir sorunu yoktur; insanlığın adil olamama sorunu vardır. Kısaca söylemek gerekirse adalet, adil olmayanların sorunudur, hak ve hukuk ihlali yapanların sorunudur, kendi hak ve hukukun üstünlüğüne inanan, başkalarının hak ve hukukunu eksilten ya da yok sayan insanların ve zihniyetlerin sorunudur.
Adil olmama sorunu varken adaletin gerçekleşmesini beklemek ise bir başka sorundur. Zira adalet merkezi bir öneme haizdir. Nasıl ki suya atılan bir taş etrafında dalga dalga daireler oluşturuyorsa adaletin olduğu yerde adil uygulama ve sonuçlar olacaktır. Adaletin olmadığı yerde ise adil uygulamalar olmayacaktır. Hal böyle olunca adaletin olmadığı, gerçekleşmediği durumlarda adaleti beklemek, adalete sığınmak, adaletten yana olmak da bir işe yaramayacaktır.
Adalet; bireyden bireye, bireyden topluma ve devlete uzanan merkezi bir unsurdur. Makro anlamda kanunlar, normlar, yaptırımlar ve değerler gibi toplumsal unsurların; mikro anlamda kişiler, kişiler arası ilişkiler, aileler, okullar, kurumlar gibi karşılıklı ilişkilerin olduğu unsurların merkezinde yer alır. İnsandan topluma uzanan bu unsurların korunması ve geliştirilmesi adalete bağlıdır. Bu konuda temel başat insanlardır. Zira, tüm bu unsurlar insanın tekelindedir. Sözü, kuralı, eylemi ne olursa olsun adalet taşımayan, adil olmayan unsurlar adaleti sağlamayacaktır.
Esasen adalet ve adil olma konusu bu kadar da karışık ve elde edilemeyecek bir konu da değildir. Bu anlamda İslam, adaletin içerik ve uygulanmasında zirvededir. Hiçbir kanun ya da değer adaleti hak sahibine götürme, adaleti sağlama ve koruma, adil olma noktasında İslam kadar başarılı olamamıştır.
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisa, 135)
İslam’da adalet özerk bir yapıdır, kimsenin tekelinde değildir. Bir başkasından emir almayan, bir başkası için bozulup düzeltilmeyen, üzerinden pazarlık yapılmayan bir konudur. İslam’ın adalet anlayışında sen, ben, leh, aleyh yoktur. Çıkar ve menfaat sağlama, çıkar ve menfaat için tarafgir olmak söz konusu bile edilemez. İslam’da adalet birilerini kayırmak, birilerine hizmet etmek için değil hakkı korumak, hakka hizmet etmek için vardır. Böylece adaletin temel evrensel sorunu olan yanlı davranma, hak ihlalleri, hakların gasbedilmesi, eşitsizlik gibi sorunlar İslam’da çoktan aşılmıştır. Bir örnek vermek gerekirse; İslam adaletiyle özdeşleşen halife Hz. Ömer, Suriye’den gelen Gassani Hükümdarı Cebele’yi Medine’de ağırlar. Hac zamanı Kâbe ziyaret edilirken, bir köle hükümdarın eteğine basar. Hükümdar sinirlenir, bir yumruk atarak kölenin burnunu kırar. Köle, hükümdarı halifeye şikâyet eder. Hz. Ömer meseleyi bir de hükümdar Cebele’den dinler. Sonunda hükümdarın haksız, kölenin haklı olduğuna hükmeder. Buna göre iki seçenek vardır: Ya köle memnun edilecek ya da hükümdara kısas uygulanacak. Hükümdar adaletin kendinden yana işlemediğini görünce: “Bu nasıl olur? Ben hükümdarım. O, adi bir köle değil mi?” deyip çıkışınca, Hz. Ömer: Müslümanlıkta hükümdarlık, kölelik yok. Eşitlik var.” diyerek meseleyi adilce çözümler.
İslam’da adalet hakkın korunmasında, zulmün engellenmesi ve önlenmesinde başat faktördür. İslam’ın adil uygulamalarıyla bir yandan hak korunurken diğer yandan insanlar arası eşitlik sağlanmıştır. Şimdiye kadar hiçbir kimse İslam’ın adaletinden şikâyet edememiştir. Hatta İslam’ın adalet anlayışı Batı’ya bile model olmuştur. İslam toplumlarının uygulayamadığı hükümleri Batı’nın uygulaması oldukça şaşırtıcı bir durumdur.
İslam adaletinin içeriği, uygulanışı ve uygulayıcıları birbirini kapsayıcıdır. İslam’ın adalet anlayışında büyük mahkemeler kurmaya gerek de yoktur. İnsanlar kendi mahkemelerinde meseleyi halledebilirler. Ancak kendi mahkemende de adil olmak şartı vardır. Adaleti almayı bildiğin gibi vermeyi de bileceksin ilkesi geçerlidir. Aksi takdirde adaletten biraz uzaklaşma, adil olmama çetin bir hesaba dönüşebilir. Zira insanların dünyada kurmuş olduğu mahkeme üzerine kurulacak bir de Allah’ın mahkemesi vardır. Böylece İslam hüküm ve uygulamalarıyla hem adalet sorununu hem de adil olma sorununu ortadan kaldırmıştır.
Adalet içerik, uygulama ve uygulayıcılar açısından sorunlu hale getirilen bireysel, sosyal ve evrensel bir sorundur. Adaleti yerine getiren, adaleti sağlayan insanlardır. Adaleti sorun haline getiren de insanlardır. Adaletin sorunları gibi görünen sorunlar, insanların adil olmayan hüküm ve uygulamalarının yansımalarıdır. Dolayısıyla içerik ve uygulamaların adil olduğu ve insanların adil olmayı başaracağı gün elbette adalet yerini bulacaktır.