Gözümüzü kapatmadıkça asla göremeyeceğimiz bir çağdayız. Nasıl bu hale getirildik bilmiyoruz ama daha yirmi-otuz yıl önce bile böyle değildik biz… Bu hızlı değişimin nedenlerini anlatmak, lise veya üniversite çağındaki gençlerden ziyade elbette yine bize düşüyor. Fakat modern çağın oyuncaklarıyla bizi de kendilerine benzettikleri için; dünya sevgisinden kopmamak adına attığımız her adım, kör bataklıklarda daha çok çırpınmaktan başka bir işe yaramıyor. Her geçen zaman bizi daha da yaklaştırıyor uçurumun kenarına… Karanlık dehlizlere… Çürüyoruz, fakat toprağın üstünde çürüyoruz. Necip Fazıl bu günleri görseydi eğer, kuşkusuz şiirini daha farklı yazardı;
‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir lâf var, buyurunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!
Bir şey koptu içimden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap…’
Lisede öğretmenlik yapan biri olarak diyorum ki; ey gençler, gözünüzü açtığınız bu çorak ve bataklık yerler daha önce İslâm’ın tertemiz sularıyla sulanan verimli topraklardı. Bu toprağın üstünde yaşayan ecdadınız, kurumasın diye kendi kanlarıyla suladı bu coğrafyayı… Onlar eskiden böyle değildi! Biz eskiden böyle değildik!
Eskiden böyle gülmezdik! Zamanlarının büyük bir bölümünü geçirdikleri cafe, restaurant veya daha farklı mekânlarda kızlı-erkekli bir şekilde, ellerinde nargilelerle, kulak zarını patlatan gençler gibi kahkahalarla gülmezdik. Şakalarımız bile ciddiydi, anlamlıydı. Gülümserken, Peygamber Efendimiz (sav)’i örnek alırdık. En fazla, dişlerimiz gözükürdü. Etraftaki kardeşlerimizi rahatsız etmezdik.
Eskiden böyle sevmezdik! Âşık olmayı birinin bedenine sahip olmak olarak görenlere inat, sevdanın orta yerine, kendi içimize düşerdik. Rabbimizin yarattığı muhabbet ve ülfetin kapsama alanını genişletirdik. Uçan bir kuşun, yağan her bir damla yağmurun, çiçeğin böceğin bile bize sevdamızı hatırlatan bir yanı vardı. Birilerini sevmenin, en sevdiğimizin emri olduğunu bilirdik.Fakat sevdamızın kanayan yerlerini saklamayı da bilirdik. Çünkü sevdası kendisini Rabbine götürmeyen her sevgi, karanlıktı. Böyle bilirdik ve böyle severdik. Bu yüzdendir ki; Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Yûsuf (a.s) ile Züleyha bizimdi…
Eskiden böyle dövmezdik! Kavgalarımız Allah içindi, din içindi, Müslümanların ve tüm mazlumların namus ve şerefi içindi. Daha peygamber olmadan önce bile haksızlığa başkaldıran Resûlullah’ın (a.s) Hilfulfudul’uydu örnek aldığımız… Sonraları Bedir’deydi kavgamız… Uhud ve Hendek’teydi… Hayber ve Huneyn’deydi… Mute ve Tebük’teydi… Kadisiye ve Nihavend’teydi… Hıttin ve Ayn Calut’taydı… Malazgirt’teydi… Haçlıların darmadağın edildiği topraklardaydı… Niğbolu’daydı… Çaldıran ve Mercidabık’taydı… Preveze’deydi… Haçova’daydı… Plevne’deydi… Kut’u’l-Amâre’deydi… Şam’daydı… Halep’teydi… Bağdat’taydı… Kudüs’teydi… Kavgamız birbirimizle değildi. Sokaklarda, hiç değildi. Bizim de içimizde alçaklar vardı ama onlar bile şimdikiler gibi ‘çukurda’ değillerdi. Eskiden böyle düşmezdik!
Eskiden böyle gitmezdik! Hicretler büyük zaferlere gebeydi. Gidişlerimiz hüzünlüydü ama kalplere işleyen dönüşlerimiz vardı. Medine’leri imar, Mekke’leri fethederdik… Arakan’da Budistlerin vahşetinden kaçarken Naf Nehrinde boğulmazdık! Irak ve Suriye’de Rafızilerin bombardımanından korumak için kaçırdığımız evlatlarımızı Akdeniz’in derin sularında kaybetmezdik. Daha güvenli olduğunu düşündüğümüz batının vicdanına kendimizi teslim etmezdik. Ormanlarda av partilerine, tel örgülü sınırlarda kafeslere, arabaların kasalarına meze olmazdık. Ayaklarımıza çelme takamazlardı. Bizi dövemezler, hakaret edemezler, çocuklarımızı elimizden alamazlardı. Onların gemileri olabilirdi ama aslında tüm denizler bizimdi.
Eskiden böyle susmazdık! Elimizle düzeltemediklerimize, dilimizle savaş açardık. Kalemimizi kırmış olabilirlerdi ama onları mürekkebimizde boğardık! Sıra bize gelmeden bile susmazdık. En mukaddes değerlerimizin ayaklar altına alındığı bu çağda, sizlerin tepkisizliği bizi kahrediyor ey gençler! Daha ne zamana kadar susacaksınız? Daha ne zamana kadar gamsız ve umarsız bir hayat süreceksiniz? Topraklarınız işgal edildiğinde mi? Namuslarınız kirletildiğinde mi? Haysiyet ve onurunuz üç beş Siyonist çakalın ayakları altında çiğnendiğinde mi? Ehl-i Salîb’in silahlarıyla bebekleriniz katledildiğinde mi? Bu soruların cevaplarını iyi düşünün gençler… Kifayeler bitti çünkü bundan sonra düşünmek farz-ı mutlaktır!
Eskidenböyle ölmezdik! Kolestrolden veya kalp krizinden –Allah’ın kaderimizde yazdığı muhakkak gerçekleşir- ölmeyi beklemezdik. Allah yolunda yaşar, Allah yolunda ölür ve öldürülürdük! Çünkü bilirdik ki; İslâm için ölmek de, yaşamak da en büyük şereftir. Ey bu ümmetin delikanlıları! Şehîd Abdülazîz Rantisî’nin hissettikleri ile bizim hissettiklerimiz aynıydı:
“Ölüme burun mu kıvıracağımızı sanıyorlar? Kanserle de olsa, kalp krizinden de olsa ya da bir Apachi helikopterinin füzesi ile de olsa ölüm ölümdür. Nasıl gelirse gelsin hepimiz öleceğiz ve hepimiz o günü bekliyoruz. Kalp kriziyle gelmiş, Apachi füzesiyle gelmiş hiç bir farkı yok! Ama ben Apachi ile gelecek olan ölümü tercih ediyorum”
Şehîd Abdullah Azzam’ın genç kadınlara yıllar önce söylediği şu sözleri de unutmayın;
“Müslüman kadınlar, sakın rahat ve lüks düşkünü olmayınız. Çünkü rahat ve lüks cihadın düşmanıdır. Çünkü o rahat ve lüks, beşerin ruhunu telef eder. Temel ihtiyaçlarınızdan fazla olan şeylerden uzak durunuz. Zaruri şeylerle yetininiz. Çocuklarınızı ağır şartlara, yiğitliğe, kahramanlığa ve cihada alıştırınız. Bu esaslar üzere eğitiniz. Evleriniz arslan yuvalarını andırsın. Tağutlar tarafından boğazlansın diye, yiyip semiren tavukların kümesi olmasın!”
Son olarak Ey Gençler! Evet, hepimiz Hz. Âdem’in çocuklarıyız. Ama kimimiz Habil’den, kimimiz de Kabil’deniz… Hakk’ın neferleri olmak istiyorsanız, Batıl ile mücadele etmelisiniz. Yoldaki tuzaklardan kendinizi korumalısınız. Gaflet uykusundan uyanıp, yeni umutlara yelken açmalısınız. Kur’ân-ı Kerîm’den bir ayetle bitirirken şöyle sesleniyoruz size: “Uyanın Gençler, Rüya Vaktidir!”
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”(Zümer, 53)