İbadet, Rabbinin emirleri doğrultusunda bir hayat sürdürmektir. İbadet, hayatını Rabbine adamaktır. İbadet, kumanda merkezine Allah’ı yerleştirip, O’nun çizdiği programa göre hayatı dizayn etmektir. İbadet, hayatın her alanında Allah’ı ve Resulünü söz sahibi kılmanın adıdır. İbadet namazın, orucun, haccın, zekâtın fıkhını belirlediği gibi, hayatı nasıl yaşamak gerektiğinin fıkhını da anlatan ilahi bir çizgidir. Bu perspektiften ibadete bakılmadığı müddetçe, İslam’ın ibadet anlayışını kavramak mümkün değildir. Allah’ın “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım…” (Zariyat, 56) buyurması; müminlere, hayatını Allah’ın çizdiği programa göre yaşamasının ibadet olduğunu belirtmek için inmiş bir ayettir.
Allah’ın; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Sizin için benden başka bir ilah yoktur. Yalnız bana ibadet ediniz, diye vahyettik.” (Enbiya, 25) ayetinden anlaşılıyor ki, peygamberler kavimlerinin yanlış ibadet algısını düzeltmek için gönderilmiş kişilerdi. Bundan dolayı Allah, kendisini yaratan olarak kabul edip, ticaretinde nefsine tabi olan Medyen kavmine Şuayb as’ı göndermiştir. Allah’ı her şeyin yaratıcısı olarak kabul edip, yeryüzünde hüküm sahibi olarak kendisini gören Firavun’a ve Nemrud’a Allah, Hz. Musa’yı ve Hz. İbrahim’i göndermiştir. Allah’ı yaratan olarak kabul edip, cinsel ilişkisinde Allah’ın çizdiği sınırları hiçe sayan kavme Allah, bundan dolayı Hz. Lut’u göndermiştir. Allah’ı yaratan olarak kabul edip, bağında bahçesinde O’nu söz sahibi kılmayan “bahçe sahiplerinin” Kuran’da anlatılması, boş ve anlamsız bir kıssa değildir. Peygamberimiz sav’in gönderildiği cahili toplum da; Allah’a inanmayan bir topluluk değildi. Fakat onlar, Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini “putlar arasında” adeta bölüştürmüştü. “Ve muhakkak ki eğer sen onlara, “Gökleri ve yerleri kim yarattı, Güneş ve Ay’ı kim (size) musahhar (emre amade) kıldı?” diye sorarsan mutlaka, “Allah” derler. O halde nasıl (haktan batıla) döndürülüyorlar? … Ve eğer onlara: “Semadan suyu indiren ve böylece onunla arza ölümünden sonra hayat veren kimdir?” diye sorarsan mutlaka, “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a aittir.” Hayır, onların çoğu akıl etmezler. (Ankebut, 61-63)
Şunu söyleyebiliriz ki, geçmiş kavimlerin Allah’a inanma konusundaki en büyük problemleri; Allah’ı hayatta söz sahibi olmaktan çıkarıp, heva ve heveslerine göre bir hayatı yaşama isteğiydi. Bu durum da; Allah’a ibadet etmeyi bırakmanın başka bir adıydı. Bugün İslam’a karşı düşmanlık besleyenlerin “sizin namazınıza, orucunuza bir şey diyen mi var?” demesi, aynı geleneğin bugün de tezahür etmesinden başka bir şey değildir.
İslam’a göre ibadetin sahası, hayatın her alanıdır. Namaz da bir ibadettir, iyiliği emir ve kötülükten nehy etmek de. Oruç da bir ibadettir, yolda insanlara eziyet veren bir taşı kaldırmak da. Hacc da bir ibadettir, lavaboya sol ayak ile girip sağ ayak ile çıkmak da. Zekât da bir ibadettir, ailesinin geçimini helalinden sağlamak için çalışmak da. Zikir de bir ibadettir, zalimin karşısında hakkı söylemek de. Kısacası; özel ve genel, toplum ve devlet işlerinin tamamında Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanması, Allah’a ibadet etmiş olma anlamı taşımaktadır.
Bundan dolayı; Hz. Musa’nın Firavun’un karşısına geçip: “Başta gelen görevim, Allah Teâlâ hakkında, gerçek dışı bir şey söylemememdir. Gerçekten size Rabbinizden çok açık bir belge getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle beraber gönder!” (A’raf, 105) demesi, bir ibadetti. Hz. Yusuf’un, kralın eşinin çirkin teklifinden kaçması, zindanda sabretmesi birer ibadet olduğu gibi; ülke yönetiminin içinde yer alması da birer ibadetti. Hz. İbrahim’in putlara karşı verdiği mücadele, oğlu Hz. İsmail’i Allah’a kurban etme girişimi, Ka’beyi inşa etmesi birer ibadet olduğu gibi; Hz. İbrahim’in Nemrud’a karşı: “Allah kendisine iktidar verdi diye şımararak İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişen adamı görmedin mi? İbrahim «Benim Rabbim, diriltebilen ve öldürebilendir» deyince adam «Ben de diriltebilir ve öldürebilirim» dedi. Bunun üzerine İbrahim «Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım» (Bakara, 258) demesi de bir ibadetti. Hz. Nuh’un gece-gündüz, gizli-açık, topluca ve tek tek kavmini daveti de bir ibadetti; “Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler; malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şeyini artırmayan kimsenin ardına düştüler. Büyük büyük tuzaklar kurdular. … Nûh dedi ki: “Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma. Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar. Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur. Zalimlerin de sadece helakini artır.” (Nuh, 21-28) diye Allah’a yalvarışı da, bir ibadetti. Hz. Zülkarneyn’in, “Ey Zülkarneyn! Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Onun için, bizimle onlar arasında bir sed yapman şartıyla sana bir vergi versek olur mu? Zülkarneyn dedi ki: “Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. Bana maddî yardımda bulunun da sizinle onların arasına en sağlam seddi yapayım. Bana, demir kütleleri getirin. Nihayet dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit: “Ateş yakıp körükleyin” dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince. “Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim” dedi. Artık Ye’cuc ve Me’cuc bu seti ne aşabildiler ne de delebildiler.”(Kehf, 94-98) ayetlerinde belirtilen çabası da bir ibadetti. Hz. Zekeriya’nın, Hz. Meryem’i eğitmesi bir ibadetti. “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya’nın himayesine verdi.” (Nisa, 37) Bir evlat sahibi olmak için yaptığı “Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: “Rabbim! Bana katından hayırlı bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı hakkıyle işitensin” (Nisa, 38) dua da bir ibadetti.
Geçmişte de, günümüzde de iman edenlerin; zalim, müstekbir ve dikatörlerce öldürülmesi, sürgün edilmesi, eziyet ve işkencelere maruz bırakılması, onların bu ibadet anlayışıyla yaşama gayreti içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Rabia Meydanı’nda şehit edilenler; eğer camide namazın fıkhıyla uğraşıp, ibadetin birer parçası olan hayatın diğer alanlarına yönelik talepleri olmasaydı, acaba böyle katledilirler miydi? Suriye’deki Müslümanlar zikirleriyle uğraşıp, “Esed’in fikrinden bana ne?” anlayışı içerisinde olsaydı, acaba bu sürgünleri ve ölümleri yaşarlar mıydı? Gazze’de Filistinliler, “Yahudilerin kurmuş oldukları tuzaklar beni ne ilgilendirir?” deseydi, acaba bu abluka, ambargo, saldırı ve katliamlara maruz kalırlar
mıydı? Ve yine, bu Müslümanların bu talepleri olmasaydı, acaba Allah, onların bu yaşayışlarından razı olur muydu?
Heva ve hevese dayalı içtihatlar, İslam’ı bir seremoni dini haline getirme çabaları, fincancı katırlarını ürkütmeyecek sunumlar, hikmetli kıssaları müzik eşliğinde feyz cümbüşüne çevirme şovları, zülfü yâre dokunmayacak yorumlar, zamanla Müslümanları; ibadet anlayışında kısır ve laubali, bazı ibadetlerden kendini azade görüp kimisinden habersiz olma, hikmetle hareket edeyim derken vurdumduymaz ve baştan savmacı olma, uzlaşma adı altında İslam’ın birçok ibadetinden uzaklaşma gibi hastalıklara müptela etmiştir.
Bugün, ibadet kavramının içinin boşaltılmaya çalışılması ve ibadetin sadece birkaç amelden ibaret olduğunun kabul ettirilmesi gayreti, İslam’ı hayattan münzevileştirme (uzaklaştırma) çabasıdır. Oysa Peygamber sav bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Size namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir iş söyleyeyim mi? Birbirine düşman olan iki kişinin arasını bulup barıştırmak.”(Ebu Davut, Tirmizi)
Elbette toplum içinde yaygın olarak görülen namaz, oruç, zekat ve hacc gibi ibadetlerin İslam’da çok farklı bir yeri vardır. Ama ibadeti sadece bunlardan ibaret saymak, büyük bir gaflettir. Müslüman’ın doğumuna ve ölümüne dair en ince ayrıntıları söyleyen Kur’an ve sünnetin, Müslüman’ın doğumu ile ölümü arasında yaşadığı hayat için söyleyecek sözünün olmaması mümkün olabilir mi?
Bizler, ibadeti bu anlattığımız çerçevede düşünüp idrak ettikten sonra; ancak İslam’ın ibadete bakış açısını kavrayabiliriz. Bu bakış açısını da kavradıktan sonra Peygamber ve ashabının verdiği mücadeleyi anlayabilir ve bu mücadeleyi onlar gibi sürdürebiliriz.
Allah’ın terbiyesiyle yetişen Peygamber sav, bu ibadet anlayışıyla nübüvveti omuzlamıştı. Peygamber sav, Allah’ın indirdiği her emri bu şuurla yaşadı ve ashabına aktardı da; peygambere tuzak kuran, O’nun dinine engel olmaya çalışan, azmış, bir topluluğa karşı başarılı olabildi.
Evet, işin sırrı bu: “ibadet şuuru”… Eziyet ve işkencelerin, komplo ve entrikaların, oyun ve tuzakların üstesinden gelebilmenin enerji iksiridir ibadet şuuru. Bu şuur (bilinç), Allah’ın vereceği sorumluluğu taşıyabilmenin, hamallığını yapabilmenin şartıdır.
Cihada çağrıldığı zaman gusül abdestini dahi almadan icabet edip, meleklerce yıkananlar böyle bir ibadet anlayışıyla yaşayanlardı. Kuran okurken meleklerin kendisini dinlemeye geldiği kişiler, bu ibadet anlayışını kuşananlardı. Muaz bin Cebel’in taa Yemen’e İslam davetini götürmek için yollara düşesi, onu ibadet şuuruyla hareket etmesindendi. Hz. Ebubekir’in tüm malını Allah’ın dini için ortaya koyması, onun ibadet şuurunun tezahürüydü. Hz. Ömer’in hicret ederken “eşini dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen peşimden gelsin” diye meydan okuması, onun ibadet aşkına işaretti. Hendek kazarken açlıktan karnına taş bağlayan sahabeler, işini ibadet heyecanıyla yapanlardı. Sabah namazının sünnetini kaçırdığı için, bir köle azad eden sahabeler, namazı ibadet bilinciyle eda edenlerdi. Cihad saflarına yaşının küçüklüğünden dolayı alınmayan gençlerin döktüğü gözyaşları, olaya ibadet duygusuyla bakmanın hüznüydü. Esma binti Ebubekir’in hicret esnasında, hazırlanmış olan torbaları, belinden çıkardığı kuşakla çarçabuk bağlaması onun, İslam için yapabileceği her şeyi ibadet mantığıyla yapmasından kaynaklanmaktaydı.
Onlar ibadet etmediği için şikâyet edilenler değil, çokça ibadet ettiğinden dolayı şikâyete maruz kalanlardı. Onlar başarısızlığa uğradıklarında, “acaba hangi ibadeti eksik yaptık?” diye, kendisini hesaba çeken bir nesildi. Ve Allah, bundan dolayı ayetleriyle övüyordu onları.
Hayatı, ibadet şuuruyla yaşamak gerekir. Bu şuurla yaşayan bir Müslüman’ın hayata dair her konuda söyleyecek bir sözü, bir iddiası, bir hedefi olur. İbadeti namaz, oruç, zekât, hacc gibi konulardan ibaret saymak, İslam’ın ibadet anlayışına yapılacak en büyük kıyımdır. İslam’ın temel ibadetleri, bu şuur içinde anlam bulur, azık vazifesini görür, mü’mini ihya eder, hayatına anlam katar ve onun yeryüzüne “halife” olarak gönderilme görevini yapmasına katkı sağlar. Allah’ın, Alak Suresi’nin ilk ayetlerinden sonra peygamberine vahyettiği Müzemil Suresi’nin ilk ayetleri: “Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu Biz, sana, taşıması ağır bir söz vahy edeceğiz” (Müzemmil, 1-5) peygamberi, bu ilahi görev için hazırlamanın vasıtalarıydı.
Bundan dolayı şunu söyleyebiliriz ki; Allah’ın dinini ikmal edecek her amel bir ibadet, her ibadet Allah’ın verdiği görevi ifa için bir azık, her azık da Allah’a yaklaştıracak ve O’nun hoşnutluğunu kazandıracak bir vasıtadır.