Gerek ülkemizde gerekse dünya üzerindeki diğer İslam ülkelerinde, Allah’ın dinini muzaffer kılmak için çalışan milyonlarca Müslüman vardır. Her İslami çalışma bünyesinde barındırdığı fertlere, İslami anlayışı doğrultusunda bir eğitim vermekte ve bu fertlerin, Allah’ın dinine hizmet etmesini beklemektedir. İslami çalışmalar bu hizmetleri yapmaya çalışırken iç ve dış etkenler de; bu çalışmaların performansını ve verimini ciddi ölçüde etkilemektedir. Dış etkenlerin başında; İslam düşmanlarının Müslümanlara uyguladığı baskı ve istibdadı, Müslümanlara karşı verdiği amansız psikolojik, sosyolojik ve askeri müdahaleleri örnek olarak verebiliriz. Ancak bu işin bir de iç etkeni vardır ki; bu durum Müslümanlara en büyük zararı ve zayiatı vermektedir. İslami çalışmanın içinde olan Müslümanlar nefis ve şeytanın şerrinden beri değildirler. Bu unsurlar nasıl ki namazımıza, sadakamıza, haccımıza, kısacası tüm ibadet ve amellerimize vesveseleriyle müdahalede bulunuyorsa, İslami çalışmalarımıza da aynı müdahalede bulunarak bizleri saptırmaya çalışmaktadır.
Şeytan, İslam saflarında çalışanlara vesvese verirken elbette bir münafığa, bir kâfire yaklaştığı gibi yaklaşmıyor. Elbette bir münafığın, bir kâfirin diliyle Müslümanları incittiği gibi konuşturmuyor. İslam saflarında iç sorunların çıkması için ona -kişiye göre- mantıklı olacak gerekçeler fısıldar. O, bu fısıldama ve gerekçeleri özümsediği oranda sapar ve saptırır. Hiçbir Müslüman için temenni etmediğimiz bu sapma şekilleri üzerinde durmak, önlem ve tedbir almak, bu durumlara karşı uyanık olan fertler yetiştirmek ve bu durumların içine düşmüş fertleri tedavi etmek gerekir. Çünkü bu hastalıklara müptela olan kişiler, zamanla hastalığın başka bedenlere sirayet etmesine sebep olur. İmam-ı Gazali İhya’sında şöyle der: “Dünya sevgisi ile hem dem olanla oturup kalkmak, kişide dünya sevgisini güçlendirir. Zühd sahipleriyle oturmak da zühdü kuvvetlendirir.” Bu açıklamalardan sonra; fertleri felce uğratan ve çalışmanın günlerini, haftalarını, aylarını, bazen de yıllarını zayi eden bu sapmalara şöyle bir bakalım:
BIKKINLIK VE YORGUNLUK:
“Biz eskiden!.., Ben eskiden!..” diye başlayan konuşmaların altında yatan en büyük etken, bıkkınlık ve yorgunluktur. “Biz yaşlandık, artık gençler yapsın!…” diye başlayıp “yerinde oturmayı meşru göstermeye” çalışmak için devam eden konuşmaların ana kaynağı bıkkınlık ve yorgunluktur. “Böyle yapıyorlar, şöyle oluyor!…” diye söze başlayıp, hiçbir iş için kılını kıpırdatmanın özünde yatan neden bıkkınlık ve yorgunluktur. “Bu görevi yapardım; ama!…” ile başlayıp, görevi yapmamak için mazeretler üretmenin ve kaytarmanın sebebi, bıkkınlık ve yorgunluktur. Bu bıkkınlığın altında yatan nedenler ise; dünyayla meşguliyetin artıp, dava ile olan meşguliyetin azalması, emir veren iken, emir alan olmanın verdiği ağırlık, özellikle İslami yaşantı ve ibadetlerdeki sıkıntılar, İslam için çalışmak yerine; çalışanlarla uğraşmayı vazife edinmektir. İlmi seviyesi ve İslami geçmişi ne olursa olsun, hangi fert, bu kötü hasletlerini göremeyip düzeltme yoluna gitmezse, bu sapmanın ve saptırmanın ağına düşmüş olur. Oysa Allah cc şöyle buyuruyor: “Müminler daha önce kendilerine kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu.”(Hadid, 16)
İHTİLAFLARI GÜNDEMLEŞTİRMEK:
Belki fıkhi konulardaki ihtilafta rahmet vardır ama İslami çalışmadaki ihtilaf, çoğu zaman fitne ve fesadın önünü açmaktadır. “Bir yanlış üzerinde ittifak, doğru üzerinde ihtilaftan hayırlıdır.” Bazen İslami çalışmadaki kanaat ve görüşler, bazı fertlerin kafasına yatmayabilir. Bu durumda bize düşen görev; fikirlerimizi ilgili yerlere ve kişilere ulaştırmaktır. Bunun aksine; “kulis meclisleri” oluşturarak, haklılığını ortaya koyma gayreti içine girmek, “ben böyle düşünüyorum, oysa onlar böyle yapıyor”, “Böyle olacağını söylemiştim” diye fert fert konuşarak bilinçli ve planlı bir şekilde kişilerin kafasına şüphe tohumları ekmeye çalışmak; ancak ve ancak tefrikayı körükler. Çünkü bu durum, ihtilaftan öte; işi çekişmeye ve İslami çalışmadan soğutmaya götürmekten başka bir amaç taşımaz. “Allah’a ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
GÖREV DEĞİŞİKLİKLERİNİ HAZMEDEMEMEK:
Allah’ın dinine hizmet; büyük bir sorumluluk ve ağır bir yüktür. İslami bilinçten nasibini alan her Müslüman bunu bilir ve farkındadır. Fakat bu hizmetler yürütülürken yapılan görev değişiklikleri çoğu zaman Müslümanlar için ciddi bir imtihan vesilesi oluyor. “Görev değişikliğimin gerekçesini öğrenebilir miyim?” diye masumane başlayan konuşmalar, bir süre sonra “küskünlüğe” ardından “yapılması istenen görevleri savsaklamaya” dönüşüveriyor. Bu hastalıklı durum zamanla; “yapılan her çalışmayı eksik ve hatalı görme, yapılan her işe muhalefet etme, oturduğu her yerde meclis ahalisini idareci şahsiyetlere karşı doğrudan yâ da dolaylı olarak kışkırtmaya çalışmak şeklinde” kronik bir hastalığa dönüşüyor. Hz. Ömer, Halid bin Velid’i ordu komutanlığından alıp yerine Ebu Ubeydullah bin Cerrah’ı getirirken o: “cennet ile müjdelenmiş bir sahabenin komutası altında bir nefer olmak benim için büyük bir şereftir” diye buyurmuştur. Oysa Halid bin Velid, şunu da söyleyebilirdi: “Ben Peygamber (s.a.s.)’in “Seyfullah’ diye isimlendirdiği bir kişiyim, bana karşı yapılan; bir haksızlıktır.”
SORGULAMAK VE VAZİFELERİ YAPMAMAK:
İslami çalışmadaki sorunlardan biri de; açık arayan bir müfettiş gibi hareket eden ama bunun yanında kendisinden beklenen görevleri de yapmayan fertlerin oluşturduğu sorundur. Her problem üzerinden “fırsatçılık” yapma telaşına giren ve problemler üzerinden birilerini vurmaya çalışma gayretinde olan kişilerin, çalışmalar içerisinde oluşturduğu tahribatın etkisi oldukça büyüktür. Bu söylenenlerden yanlış sonuçlar çıkarılmamalıdır. Hz. Ömer bile hata yaptığı zaman kendisini sorgulayan birilerinin bulunmasını “şükür ile” karşılamıştır. Ama aynı Hz. Ömer: “Şu ümmet için en çok korktuğum şey, dili ve sözleri ile âlim; kalbi ile cahil olan kimselerdir” buyurarak, söz söylemeyi sanat haline getiren fakat amelleriyle bunun gereğini yapmayanları da kınamıştır.
TEMBELLİK VE İHMALKÂRLIK:
İslami hizmetler, gönüllülük esasına dayalı bir oluşumdur. İnsanlığa hizmet etmeyi kendine vazife olarak gören insanların, tanıdık-tanımadık herkese, Allah’ın dinini ulaştırmak, Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak gibi bir sorumlulukları vardır. Aslında tüm Müslümanların bu sorumluluğu hissetmeleri ve yerine getirmeleri gerekir. Fakat bir kısım Müslümanlar, tıpkı Peygamber (s.a.s.)’e biat eden sahabeler gibi bu işe gönül vererek, zaman ayırarak, fedakârlıkta bulunarak yapacaklarına dair kendi kendilerine söz vermiştir. Bu görevlerin farkında olan ve bu konuda üzerine düşen sorumlulukları bilen Müslümanların, her ne sebeple olursa olsun ihmalkâr davranması Allah katında büyük bir vebaldir. Zira gaflette olan insanları uyarmak ve uyandırmak için bizim kaybedeceğimiz bir anımız yoktur. Yapılacak işlerin çok; ama iş yapanların az olduğu şu zamanda, ihmalkâr davranmak; dini sorumluluk adına bir cinayettir.
TARTIŞMAK VE AYRINTIDA BOĞULMAK:
İslami çalışmaları yürütürken sorunların yaşanmaması mümkün değildir. Ortaya çıkan sorunlar, istişare edilmeden, üzerinde düşünülmeden çözülemez. Çözümün bir parçası olan her fikir alışverişi bizi çözüme; ayrıntıda boğan her tartışma karmaşaya götürür. Sorunların her ortamda ağza sakız yapılması, çözüm üretecek mercilere götürmek yerine; daha çok kişiye sorunları ulaştırma gayreti, kör bir döngünün ve fertleri karamsarlığa itmenin dışında bir sonuç ortaya çıkarmaz. Enes bin Malik (r.a) bildiriyor: Biz bir gün, dini bir konuda tartışırken, Rasulullah (s.a.s.) yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç O’nu böyle görmemiştik. Buyurdu ki: “Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler, sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.” (Taberani)
Nefsin ve art niyetin, kin ve buğzun kaynaklık ettiği her tartışma, işleri sulandırır ve başka tartışmaların doğmasına kaynaklık eder. Böylesi her tartışma, zaman ve heyecan kaybından başka bir şeyle sonuçlanmaz.
LİDERLİK SEVDASI:
İslam’a hizmet yolunda kimi insanlar, Allah’ın yüklemiş olduğu yükümlülükten dolayı koşar, koşturur; kimi de öne geçme ve önde olma hırsıyla hareket ederek sivrilmeye çalışır. Bu konudaki ince ayıraç, niyettir. Niyetin yeri ise kalptir. Ancak Müslümanların şöyle bir deneyimi vardır ki, lider olma sevdasında olan insanların bariz olan bazı davranışları vardır ve bu davranışlar; feraset sahibi her Müslüman’ın fark edebileceği davranışlardır. Allah Resulü (s.a.s.) buyurdu: “Ey Abdurrahman! Baş olmayı isteme, eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse, onunla baş başa bırakılırsın Şayet sen istemeden sana verilirse, o işte yardım görürsün” (Buhârî)
Liderlik sevdasında olan insanlar birikimlerini, yeteneklerini ve deneyimlerini başa geçmeyinceye kadar; İslami çalışmanın hizmetine sunmaz. Yapacağı hizmetlerin başkasına mal olması telaşından dolayı yerinde oturmayı yeğler. Çalışanların da heyecan ve heveslerinin kırılması için durmadan çevresine “karamsarlık” telkin eder. İşlerin yolunda gitmesi için çalışmaz; ama işlerin yolunda gitmediğini belirtmek için muhalif bir parti lideri edasıyla konuşur ve konuşturur.
KİBİR, KİN VE NEFRET:
Kin, nefret, çekememezlik; Âdemoğlu’nu katil kılan sebeplerdendir. Kin ve nefretin tohumları kalpte yer edinince; yapılacaklar savsaklanır, yapılanlar yavaşlatılır, pire deve edilir. Tartışmalar şahsileştirilir, komplolar, tuzaklar, ayak kaydırma oyunları ortaya çıkmaya başlar. İmar ve tamir için çalışması beklenen bedenler, hakkı ve adaleti konuşması beklenen diller, kardeşliği barındırması gereken kalpler; birer yıkım aracı olur.
Kin, nefret, kibir ve gururun esiri olan Müslümanlar; fedakârlığı bekler ama fedakâr olmaz. Kardeşlik hukuku der, ziyaret edilmeyi, dertleriyle dertlenmesini bekler ama bekledikleri kendisinden sadır olmaz. Af edilmeyi bekler ama af edici olmaz. Kin, nefret, kibir ve gururun bir tarafa bırakılmasını ister ama kendi; gururuna dokundu diye, hatası kendisine söylendi diye bir ömür boyu, bu kişilere nefretle bakar ve baktırır.
Peygamber (s.a.s.) bu hastalığın tehlikesini şu hadisiyle bildiriyor: “Size geçmiş milletlerin haset ve kin hastalığı sirayet etti. Bunlar kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazırlar demiyorum. Dini kazıyıcıdırlar.” (Tirmizî, Kıyâme, 57)
Hz. Ebu Bekir’in; Hz. Âişe’ye iftira eden akrabalarından Mistah’a, bir daha yardım etmeyeceğine yemin etmesi üzerine nazil olan ayette, bağışlamanın ehemmiyetine şu ifadelerle dikkat çekilmektedir: “Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere, bir şey vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?” (Nûr 24/22; Buhârî, Tefsîr, 24/6)