Son Peygamber Hz. Muhammed (sav) Mekke’de tevhid sancağını, etrafında kümelenmiş bir avuç Müslümanla açınca şirkin ele başları ciddi şekilde rahatsız oldular. Bu yetime ne oldu da büyüyüp atalarının dinine karşı gelmeye başladı? Bu adam nasıl olur da yüzyıllardır insanların perestiş gösterdikleri Mekke’nin ulu ilahlarına karşı savaş açar? Saygı gösterdikleri ilahlarını hangi mantıkla manasız birer taş ve çamur yığını diye kötülemeye başlar?
İşte Resul-i Kibriya’nın La İlahe İllallah mücadelesi bu şekilde başladı. Etrafında ona kayıtsız ve şartsız iman etmiş olan sahabe, bu yolda her ne olursa olsun ve kimden gelirse gelsin zulme ve şirke asla boyun eğmeyeceklerini en güzel şekilde gösterdi. Onlar sebat ettiler, kararlı davrandılar, düşmanlarıyla sabır yarışına girdiler. Şişlendiler, taşlarla bedenleri ezildi, kızgın kumlarda süründüler, fakat asla La İlahe İllallah hakikatinden vaz geçmediler.
İşte, Habbab b. Eret! Siyahi bir köleydi. Rabia’dan bir topluluk onun bulunduğu mıntıkaya saldırıp kendisini esir etmişler ve getirip Hicaz’da satmışlardı. Fakat kim nerden bilebilirdi ki Habbab son elçiyle tanışacak ona iman edecek ve La İlahe İllallah mücadelesinde en ön saflarda yer alacak?
Habbab müşrik bir kadının elinde köle olarak bulunuyordu. Kadın sırf iman etti diye, onu alıp yere yatırtıyor ve takati kalmayıncaya dek üzerine taşlar koyduruyordu.
Habbab bir defasında başına gelen işkenceleri Resûlullah (sav)’e şikayet etti. Resûlullah (sav)’in ona cevabı şöyle oldu: “Sizden öncekiler içinde öyle adamlar vardı ki, etleri ve sinirleri gidip kemikler kalıncaya dek demir taraklarla taranır, testerelerle biçilirdi de bu onu dininden vaz geçirmezdi. Sizler acele etmektesiniz. Allah’a yemin olsun ki bu iş tamama erecektir. Hatta bir yolcu Sana’dan kalkıp Hadremevt’e kadar Allah’tan başka hiç kimseden ve koyunlarına saldıracak olan kurt dışında hiçbir şeyden korkmadan gidecektir.”1
Bakın Habbab Mekke günlerinde nelerle karşılaştığını şöyle anlatmakta: “Ben bir demirciydim. As b. Vail’den alacak bir borcum vardı. Ona gidip borcumu istedim. Bana dedi ki: “Sen Muhammed’i inkar etmedikçe borcunu kesinlikle vermeyeceğim.” Ben de “Sen ölüp de dirilsen dahi yine de onu inkar etmeyeceğim.” dedim. O da dedi ki: “Ben gerçekten öldükten sonra dirilecek miyim? Şayet böyle olacaksa sana borcunu ileriki zamanda ödeyeceğim. Malımın ve çocuklarımın yanına döndüğümde.” Onun hakkında şu ayet indi: “(Resûlüm!) Âyetlerimizi inkâr eden ve “Muhakkak surette bana mal ve evlât verilecek” diyen adamı gördün mü? O, gaybı mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı?
Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz vâris oluruz, (malı ve evlâdı bize kalır); kendisi de bize yapayalnız gelir.”2
Habbab, başına gelenleri Hz. Ömer’e şöyle anlatmıştı: Bir defasında Hz. Ömer’in yana gidince Hz. Ömer onu yanına oturttu ve “Bir adam dışında bu mecliste oturmaktan daha hak sahibi bir kimse yoktur” dedi. Habbab “O da kimdir ey Mü’minlerin emiri?” diye sorunca “Bilal” dedi. Habbab “O benden daha fazla hak sahibi değildir. Şüphesiz ki müşrikler içinde Allah’ın onlar sayesinde kendisini koruduğu kimseler vardı. Benimse hiç kimsem yoktu! Bir gün benim için bir ateş yaktılar ve sonra da beni içine attılar! Sonra bir adam ayağını göğsüme koydu. Sırt üstü yere yatırıldım.” Habbab sonra sırtını açtı, bir de ne görülsün, derisi leke leke olmuştu.
Şimdi tabiinden Harise b. Muzrib’i dinleyelim. Bakalım Habbab’dan neler aktarıyor: “Habbab’ı ziyaret için yanına gitmiştim. Yedi yerinden dağlanmıştı. Onu şöyle derken işittim: “Ben Resûlullah (sav)’in, sizden hiç kimse ölümü temenni etmesin”, dediğini duymamış olsaydım, temenni ederdim.” Kubatî yapımı kefeni getirilince ağladı. Sonra dedi ki: “Oysa ki Hamza bir hırka içinde kefenlendi. Başını örttüğümüzde ayak kısmı, ayaklarını örttüğümüzde başı açık kalıyordu. Sonunda açık kalan kısmı izhir otuyla kapattık. Resûlullah (sav) ile beraber olduğumu gördüm ve ne bir dinarım ne de bir dirhemim vardı.”
Kays b. Ebu Hazim ise şunları aktarıyor: “Habbab’ı ziyaret için yanına gitmiştim. Karnından yedi yerden dağlanmıştı. Dedi ki: “Şayet Resûlullah (sav) bizi ölümü istemekten men etmemiş olsaydı, onu isterdim.”
İşte Habbab ölümü isteyecek derecede acı veren bir işkenceyle karşı karşıya bırakılmıştı. O ve benzerlerinin söylediği tek şey vardı. O da “La İlahe İllallah” sözüydü. Allah’ın adı hakim olsun diye mücadele veriyorlardı. Bunun dışında bir maksat ve gayeleri yoktu.
Tabiinden Ebu Salih ise şunu anlatıyor:
Habbab demirciydi ve Müslüman olmuştu. Resûlullah (sav) ona yakınlık gösteriyor ve onu ziyaret ediyordu. Bu durum onun efendisi olan kadına haber verildi. O da gelir kızgın haldeki demiri alır, onun başına koyardı. O da bunu Resûlullah (sav)’e şikayet edince, Resûlullah (sav) “Allah’ım! Habbab’a yardım et!” diye dua etti. Efendisi olan kadın – ki o Ümmü Enmar idi ve başında öyle bir ağrı meydana geldi ki köpeklerle beraber havlamaya başlamıştı – Ona başını dağlaması gerektiği söylenince Habbab demiri kızartır ve onun başını dağlardı.” Müntakim olan Allah, sanki Habbab’ın intikamını müşrik kadından işte bu şekilde aldı.
Habbab tek değildi. Onun durumunda olan daha başka sahabiler de vardı. Sırf “Rabbim Allah’tır” dedikleri için türlü türlü işkencelere maruz bırakılıyorlardı. Yapılanlar onları yıldırmıyordu. Mücadeleleri haktı ve bir gün gelecek şirk ve zulmü yok edecekti. Bilal ve benzerleri işkencenin inen her darbesinde, “Allah bir” diyerek La İlahe İllallah mücadelesini benliklerinde daha derin bir şekilde yer etmesini sağlıyorlardı. Gördükleri her eziyet imanlarını, kelime-i tevhide olan bağlılıklarını ha bire pekiştiriyor, istikbalde her birinin bu kelime uğruna cihad meydanlarında Ebu Cehil ve Ümeyye b. Haleflere karşı aslanlar misali savaşacakları müjdesini veriyordu.
Tıpkı düşündükleri gibi oldu. Uğruna hayatlarını ortaya koydukları “La İlahe İllallah” hakikati semeresini verdi. Şirk ve zulüm Arap Yarımadası’ndan def edildi. Kelime-i tevhid sancağı bütün Yarımada’da dalgalanmaya başladı. Ebu Cehil ve avaneleri cehennemi boyladı. Artık Habbab ve benzerleri İslam ordularının en ön saflarında, dillerinde kelime-i tevhit ile başka diyarların İslam’ın hâkimiyetine boyun eğmesi için seferber olmuşlardı.
Mekke günlerinde gördükleri işkence ve eziyet onlara sabır, sebat, azim ve kararlılığı öğretmişti. Akide uğruna çekilen eziyet ve cefanın, yarınki günde sebat ve direnişe nasıl dönüştüğünü açık şekilde göstermişti. İçlerinde, imanın muazzam tevhidi bir güce dönüştüğü bu bir avuç sahabi, karşılarında duran Bizans ve Sasani gibi dönemin süper güçlerine karşı pervasızca meydan okumuşlar, en güçlü orduları dize getirmişlerdi.
İşte ilk İslam neslinin La İlahe İllallah mücadelesi böyle bir azimle Mekke’de başlamıştı. Çünkü onlar şu ayetin ifade ettiği manayı görmüş ve yaşamış kimselerdi: “(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: “Allah’ın yardımı ne zaman!” dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”3
Onları cihad meydanlarında düşmanlarına karşı bire on mesabesinde bir güce ulaştıran mana, yine uğruna hayatlarını feda ettikleri “La İlahe İllallah” hakikatinde saklıydı. Onlar buna bizzat şahit olmuşlardı.
Çok iyi bildikleri bir hakikat de şuydu: “La İlahe İllallah” sözü onları en üstün bir millet yapmıştı. Çünkü Allah (cc.) elçisi vasıtasıyla onlara şunu haber vermişti: “Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”4
Sonuç olarak, bugün La İlahe İllallah mücadelesi devam ediyor. Müslümanlar çağdaş Ebu Cehillere, Ebu Leheplere, Ümeyye b. Haleflere karşı mücadeleye devam etmekte! Müslümanların şehid vermedikleri gün yok gibi. Bize düşen, gevşemeden yolumuza devam etmektir. Ta ki Allah (cc.) bize Medine’mizin kapılarını açıncaya dek. Bu yolda sebat etmek bizi başarıya ulaştıracaktır. Yeter ki içimizden tıpkı Suheypler, Bilalller, Sümeyyeler, Ammarlar eksik olmasın…Allah başarıya ulaştırandır.
Kaynaklar
1.Ensabü’l-Eşraf, c.I, s. 126.
2.Meryem, 77-80.
3.Bakara,214.
4.Al-i İmran 139.