Allah(c.c) Mü’minlere öylesine bir güç bahşetmiş ki bunu kullandıkları zaman önlerindeki nice kapalı kapılar ardına kadar açılacak, İslam’ın hâkimiyetine giden yol bu güçle temin edilecek, zalimler zulümlerinden bu vesileyle alıkonacak, bütün bir dünya bu güçle Rahman’a boyun eğecektir. Bu güç “iman”dır.
İman, emniyet içinde olmak demektir. İman, Rabbe bağlanmak demektir. İman, teslim olmak demektir. İman, kalbin itminan bulması demektir. İman, kalpte huzuru yakalamak demektir. İman, küfrün her türlü karanlık dehlizlerinden kurtulmak, yücelmek ve üstün olmak demektir.
Allah Teala Mü’minlerin imanları sayesinde yüceldiklerini haber verir. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.”(Al-i İmran, 139) Bir insanın imanı olmadıktan sonra Allah katında ne üstünlüğü olabilir ki? İman, insanı üstün bir mevkiye eriştirdiği gibi, ona bir sorumluluk da yüklemektedir. Rab Teala imanları sayesinde Mü’minlerin bu sorumluluk bilinciyle hareket etmesini ve yeryüzünü bu bilinçle âbâd etmesini ister. Tam tersine iman etmeyenlerin ise yeryüzünü fesada boğacaklarını, insanları karanlıklara sürükleyeceklerini haber verir.
man, Mü’mini harekete geçirir. Resul-i Ekrem (s.a.s) Mekke’de bir avuç Müslümanın kalbine imanı ekince, imanı tatmış olan kalpler yerlerinde duramadılar. Akidelerinin gereğini yapmak istediklerinde müşrik eşraf ve ekâbir takımının çeşitli zulümlerine maruz kaldılar. İman onlarda aksiyona dönüşmek istiyordu. Kalpte kalmak istemiyor, çevreye kendi nurunu saçmak istiyordu. Resûlullahı (s.a.s); çarşı, pazar, panayır, mahalle ve sokaklarda İslam’ın sedasını yüceltmeye sevk eden imanın aynısı, kendisini, nice ashapta sırf iman ettikleri hakikatleri yaşayabilme, bunu ibadet vasıtasıyla pratiğe dökme isteği, Mekke’yi terk etme, başka diyarlara gitme şeklinde gösteriyordu. Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir sırf gönül huzuru içinde ibadet edebilmek için Mekke’den ayrılma isteğini belirtince müşriklerden İbn Duğunne onu bundan alıkoydu ve himaye edip Mekke’de kalmasını sağ- ladı. Onu Mekke’den ayrılmaya iten sebep sadece Rabbe ibadet etme arzusuydu. Aynı Ebu Bekir’i ashabı içinde hep ilk yapan, hep birinci yapan, hep ön sırada gösteren şey yine iman denen gizli güçtü. O öylesine gizli bir güçtü ki, Resûlullah’ın vefatından sonra bazı Müslümanlar irtidat edip zekat vermedikleri anda Hz. Ebu Bekir’de ciddi bir direniş ve kuvvete dönüşmüş ve neticede kedisini savaş ve cihad şeklinde dışa vurmuştu. Aynı şekilde iman, yayılma sahası arayınca Hz. Ebu Bekir’de bu sefer kendisini fetih düşüncesiyle göstermişti. İlk halife, o günün süper devletleri olan Sasani ve Bizans üzerine iman orduları göndermiş ve Medine merkezli iman ve akide devletini tehdit eden güçleri yerinde boğmak, onların saldırılarına engel olmak ve İslam’ın uzak coğrafyalarda Mü’minlerin çoğalmasını temin için harekete geçmişti.
İman Hz. Ebu Bekir’de müthiş bir cesaret meydana getirmişti. Allah Teala’nın emri söz konusu olunca, iman, düşünceden kuvveye geçiyor, dünyevi hiçbir şey böylesine derin ve bir o kadar da sağlam bir hakikatin önünde duramıyordu. Allah (c.c) böylesine bir imana elbette ki zaferi nasip edecekti. Çünkü Rab (c.c) imanın peşinden zaferi getireceğini haber veriyor, zafer/üstün gelme/ serkeftin imanın bir sonucu oluyordu. İşte zafere giden yolda bu cesaret, Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir’de kendisini ayan beyan ortaya koymuştu. Diyebilirdi ki, “Medineli bir avuç Müslüman nerede? Dünyanın süper iki gücü nerede?” Fakat bunu aklına bile getirmedi ve onun, imanın muhakkak surette üstün geleceğine imanı tamdı ve buna bü- tün zerreleriyle inanmıştı ve böyle kabul etmişti. Sabır, sebat ve azme dönüşen bir imanın benlikte cesareti nasıl meydana getirdiğine daha Mekke günlerinde kendisinin ücret vererek azad ettiği Habeşli Bilal’in benliğinde şahit olmuştu. O imanı, Kuhafe’nin oğlu, hayatı boyunca gösterdi ve daha hayattayken o gizli gücün iz ve işaretlerine bizzat şahit oldu. Buna hem Resul-i Ekrem hayattayken hem de halifeliği döneminde şahit oldu.
Aynı iman, Hattab’ın oğlu Ömer’de de kendisini gösterdi. Kur’an ayetlerinin kalpte imana kapı açışı onu yepyeni bir hayata sürüklemiş, kalbini saran bu eşsiz mana zamanla onu namazdayken cihad ordularını sıraya koyan, İslam askerlerini dizayn eden bir halife seviyesine getirmişti. Bu mana onu, bir zamanlar cariyelerini İslam’a girdi diye yoruluncaya dek kırbaçlayan bir Ömer’den, emri altındaki tebaasını idare eden valilerine, “İnsanlar annelerinden hür olarak doğmuşken sizler onları nasıl olur da köleleştirirsiniz?” diyen bir idareci ortaya çıkarmıştı. İmanın özgürlük ve hürriyet olduğunu, bunu elde eden idarecilerin baş- kalarını köleleştiremeyeceğini, imanın özgürlüğe kapı aralayan bir hakikat olduğunu bizzat yazmıştı valilerine. Onun nazarında iman en üstün şeydi ve insanların onunla yüceleceğine inanıyordu. İzzetin iman ve İslam’da olduğuna inanmıştı. İmanın gereklerini yerine getirmemenin insanı zillete götürece- ğini dile getiriyordu. İslam ordularını cihada sevk ederken imanlarına vurgu yapıyordu. En büyük desteğin bu mefhumdan neşet edeceğine işaret ediyor, buna özelikle vurgu yapıyordu. Onları cihad meydanlarına Allah’ın adıyla, imanla sevk ediyordu.
Allah (c.c) gerek birinci halifeye gerekse ikincisine, imanlarının gölgesinde parlak bir şekilde kendisini gösteren cesareti en büyük zaferlerle taçlandırdı. İmanın önce cesarete ve ardında da zafere nasıl dönüştüğünü her iki müstesna şahsiyette belirgin bir şekilde ortaya koydu.
Aynı iman bugün de aynı dinamizmi göstermiştir. 21. Yüzyılın Müslümanları buna şahit olmuştur. Küfür elebaşlarının karşısında imanı kaldırıp yücelten ve münafık idarecilere karşı, “Bir Mü’min bir münafıktan özür dilemez” diyen merhum Seyyid Kutup’ta bunu görmek mümkündür. İman benlikte cesarete dönüşmüş, onu şehadete doğru yola çıkarmıştır. İman ve cesaret, bir sonraki adımda şehadetle zafere dönüşmüştür.
İmanın insanın derununda büyük bir enerjiye dönüştüğünün şahitleri elbette ki çoktur. Bediuzzaman’da bunu rahatlıkla görebilmekteyiz. “Hakiki imanı elde eden, kainata meydan okur” diyen bu büyük aksiyon insanı, hayatıyla da bunu en güzel şekilde göstermiştir. Ne dünyanın geçici hevesleri ne de davasına engel olmak isteyen münafıklar ona bir şey yapamamıştır. Hatta cesedinden dahi korkmuşlardır. Bu dava adamı, inkar furyasının egemen kılınmaya çalışıldığı bir coğrafyada bütün bir hayatını, imanın kalplerde kök salması, mü’min benliklerde harekete dönüşmesi için harcadı.
İşte tarihin şan ve şerefle dolu sayfaları, imanın müstesna şahsiyetlerde nasıl bir enerji ve harekete dönüştüğüne şahitlik etmektedir. Bugün aynı imanı, aynı enerji ve aksiyona dönüştürecek bir kitaba sahibiz. Yeter ki Müslümanlar olarak “İnanıyorsanız en üstün sizsiniz” hakikatini derin bir iman ile kavrayalım, dünyanın geçici süsleri karşısında yenik düşmeyelim. Hakkı kaldırıp savunma noktasında imanımızdan en büyük enerjiyi alacağımızı unutmayalım. Allah (c.c) peşinden zaferi verecektir. Bunu ilk Mü’minlere vadettiği gibi günümüz Mü’minlerine de vadetmiştir. Yeter ki şu ayetteki adımları takip edelim: “Allah’a ve Resulüne inanırsınız…” (Saf, 11) Bu birinci adımdır. Bu adımda Allah ve Resulüne tam bir sadakatle iman istenmektedir. İkinci adım, ayette şu şekilde verilmiştir: “…Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz…” Mal ve can ile cihad, cesareti gerekli kılar. Bu işte korkmamak gerekir. Allah’ın vadine tam teslim olmak icab eder. Ayetin sonunda bunun çok hayırlı bir amel olacağı ifade edilmiştir. Bundan sonra iki zafer vardır. Biri bu dünyada elde edilecek zafer diğeri de ahirette kazananlardan olmakla elde edilen zaferdir. Mü’min imanla giriştiği cihadında cesaretinden dolayı zaferi elde eder ve buna pek sevinir. Allah’ın bu husustaki kesin vadine inanır.