11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’yle “Kadına şiddet, cinsiyet eşitliği, kadın hakları…” gibi konular üzerinden toplumun nerdeyse tamamının vicdanen kabul edeceği bir çıkış noktasından hareketle “evlilik dışı ilişkilerin meşruluğuna, LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transeksüel) eğilimlerin toplumda yayılmasına, kadın ve erkeğin aile içinde, toplumda uyumlu bir hayat yaşamasından ziyade çatıştırılmasına” zemin oluşturulmaktadır.
Sözleşmenin 36. Maddesinde, bir kadının evlilik akdi olmadan bir erkekle kendi rızasıyla ilişkide bulunmasının kınanamayacağı açık bir şekilde ifade edilmekte, sözleşmenin 42. Maddesinde ise; yasalarda her ne gerekçeyle olursa olsun kadınlar için “namus” kavramının yer almaması gerektiği, şayet buna değinen yasalar varsa da gerekli tedbirlerle bunların kaldırılması gerektiği vurgulanmaktadır.
Sözleşme, kadın-erkek eşitsizliğini eleştirir görünerek kadın ve erkeğin yaratılış farklılığından kaynaklanan rollerini, görev ve sorumluluklarını da adeta kadının isyan etmesine bir gerekçe olarak ortaya koymaktadır. Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Bendinde, “cinsel yöneliminden dolayı hiç kimsenin ayırımcılığa uğramamasının gerektiği vurgulanarak LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transeksüel) eğilimlerin” normal bir durum olduğunun kabul edilmesi gerektiği belirtilmektedir.
Sözleşmenin neredeyse her maddesine “aile içi şiddet” ifadesi konularak aile adeta, şiddetin uygulandığı yer olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Elbette şiddetin her türlüsünün önüne hemen ve acilen geçmek gerekir. Ama bunu yaparken nesli ifsat etmeden, kadın ve erkeğin genleriyle oynamadan, aile kavramının kutsiyetine ve ciddiyetine dokunmadan; aksine bunları kuvvetlendirecek adımlarla bu durumu düzeltmek gerekir.
Aile ve Toplum Neden Bu Hale Geldi? Alın Size Ciddi Bir Neden!!!
Her diziye kadın ya da erkeğin yaşadığı yasak aşkı (kepazelik), genç kız ve erkeklerin arkadaşlık adı altında flörtünü, sevgilisi için intihar eden ya da intihara teşebbüsü, âşık olduğu kız için kavga etme olaylarını, genç kız ve erkeklerin evden kaçmalarını dizilerde boy boy senaryo yapan ve rol model gösteren şu televizyonların ailelerin dağılmasında, kadın ve erkeklerin ölmesinde hiç mi suçu yok!!!
Mafya dizileriyle gençleri çete kurmaya teşvik eden, aşk masallarıyla gençlere her türlü ahlaksızlığı çağın birer zorunluluğuymuş gibi sunan bu dizilerin toplumun yaşadığı bu kaosta payı hiç mi yok!!!
Bir yandan toplumda yaşanan sorunları yansıtıp öte yandan da sübliminal mesajlarla ahlaksızlıkları bize normal bir durum gibi gösteren şu dizilerin hiç mi suçu yok!!!
Dizilerin hangisi mutlu olan eşleri ve evliliğin güzelliklerini ortaya koyuyor. Dizilerin konusu ya kadın erkekle zorla evlendirilmiş ya da erkek zorla bir kadınla evlendirilmiş ve bunun sonucunda ya kadın evliyken başka bir erkekle ya da erkek evliyken başka bir kadınla kepazelikte bulunuyor.
Hangi dizi kavga, entrika, aldatma olmadan, bir kızın bir erkekle evlenmesini konu ediniyor. Ya kız ailesinin engeliyle karşılaşıp evden kaçıyor, ağabeyle, kız kardeşle, gaddar anne-babayla kavga üstüne kavga veriyor; ya da erkek sevdiği kıza âşık olmuş olanlarla, kızın ağabeyiyle, anne ve babasıyla kavga üstüne kavga veriyor.
Şimdi söyler misiniz bana! Bizim her gün gerçek hayatta yaşadığımız, haberlerde izlediğimiz kadına şiddet, sevdiği kıza âşık olanlarla kavga ve yaralamalar, genç kız ve erkeklerin bir anda ortadan kaybolmaları, evli çiftler arasındaki ihanet ya da boşanmalardan kaynaklı kavgalar; şu dizilerdeki senaryonun aynısı değil mi?
Can alıcı soru şu: diziler mi senaryoyu gerçek hayattan alıyor; yoksa bu senaryolarla mı gerçek hayatımızda bunların olmasına katkı sunuyor? Bunu da kestirmek kolay… Sokaklarımızda dövmeli gençler arttı da mı diziler böyle gençleri oynatmaya başladı; yoksa dizilerde önce bunlar gençlerimize sevdirildi de mi sokaklarımızda böyle gençlerimiz artmaya başladı? Yapılan bir anket, oynanan bir mafya dizisinin ertesi günü, ülke genelinde gençler arasındaki çete kavgalarının arttığını ortaya koymuştu.
İşin özü bu… Dizilerdeki senaryoların taşıdığı sübliminal mesajlarla toplumun yozlaşmasına hız veriliyor.
İstanbul Sözleşmesi, Yozlaşan Avrupa Toplumunun Bugünkü Resmidir
İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlık aşamasında yaşananlar, ülkelerin bu sözleşmeye yaklaşımlarını ortaya koyması açısından önemlidir. Sözleşmeyi kadına karşı şiddetin önlenmesinin tek yolu olarak gösteren zihniyetin gözden kaçırdığı nokta şu ki, bu sözleşme hâlâ birçok ülkede oldukça sıcak bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir.
Sözleşme bugün birçok ülke tarafından imzalanmıştır. Fakat bununla birlikte İngiltere’nin de içerisinde yer aldığı 11 ülke sözleşmeyi imzalamış fakat onaylamamıştır. Yine Azerbaycan ve Rusya Federasyonu sözleşmeyi ne imzalamış ne de onaylamıştır. Aynı şekilde birçok Asya ve Avrupa ülkelerinde bu sözleşmeye ciddi tepkiler verilmiş ve sözleşme kabul görmemiştir.
Oysa ülkemizde bu sözleşme, yangından mal kaçırırcasına incelenmeden ve toplumdan âdeta saklanarak imzalanmıştır. Ülkemizde 2014 yılında yasalaşarak hayata geçen ve bazı sivil (!) toplum örgütlerinin de sahiplenmeye çalıştığı bu projeden ve yıkıcı etkilerinden yine sözleşmenin aleyhinde olan sivil toplum örgütlerinin açıklama ve itirazları sayesinde toplum haberdar olabilmiştir.
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde ve kadına hak ettiği değerin verilmesinde alternatifsiz ve vazgeçilemez bir anlaşma değildir. Bilinmelidir ki, küresel bir sorun olan şiddete karşı geleneği, örfü, dini olağan şüpheli ilan etmek akl-ı selim ile bağdaşmayan bir yaklaşımdır.
Bu sözleşmeyi, şiddeti hemen ortadan kaldıracakmış gibi bize dikte etmeye çalışan Avrupa’nın, nasıl bir toplumsal yozlaşma içinde olduğunu bilmemiz ve görmemiz gerekir. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu “Eurostat” tarafından açıklanan verilere göre üye ülkelerdeki her 100 evlilikten 70’i boşanmayla sonuçlanmaktadır. Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamında evlenme oranı %50’nin altına düşmüş durumdadır. Bundan dolayı; nüfusu hızla yaşlanan Avrupa -faşist anlayışlarına rağmen- göçmen nüfusa göz yummaktadır. Genç nüfusun oluşması için devletlerin her türlü teşvikine rağmen doğum oranları Avrupa’da %80 oranında düşmüş olup dünyaya gelen çocukların da %50’sini evlilik dışı ilişkiler sonucu doğan çocuklar oluşturmaktadır.
Bizlere çeşitli proje ve sözleşmelerle akıl vermeye çalışanların durumu böyle iken birçok alanda olduğu gibi inancımızdan uzaklaşmış olmamızın oluşturduğu toplumsal sorunlarımızın çözümünü, uzaklaştığımız engin kültür ve medeniyetimizde aramak yerine Batı’nın normları doğrultusunda hazırlanmış olan “İstanbul Sözleşmesi”nde aramak büyük bir felaket getirecektir.
Sonuç itibariyle; kültürümüze ve temel değerlerimize tamamen aykırı, toplumumuzun temel değeri olan aileyi yok etmeyi amaçlayan bu sözleşmeden ülkemizin çekilmesini, bu sözleşmedeki anlayışın dikte ettiği aile yapımızı tahrip eden çalışmaların sonlandırılmasını istemekteyiz. Ailenin korunması ve güçlendirilmesi için milli ve manevi değerlerimizden beslenen bir anlayışla “kadına, çocuğa karşı şiddeti, istismarı ve bunların yaşadığı her türlü sorunu” çözmek için istişareye dayalı çalışmalar yapılmalı, kamuoyunun görüş ve önerileri alınmalı, kanun, yasa ve yönetmelikler bu hassasiyetler çerçevesinde oluşturulmalıdır.
Kamuoyuna duyrulur…