“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus, 57)
Yüce Allah tarafından kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlığa gönderilen hidayet rehberinin adıdır Kur’ân-ı Kerim.
İnsanları en üstün ‘Eşref-i Mahlûkat’ seviyesine çıkaran kitabın adıdır Kur’ân-ı Kerim.
İnsanı, insani değerlere haiz kılıp, yaratanına kul, peygamberine ümmet ve yeryüzündeki tüm canlılar için (insan, hayvan, bitki) hayır vesilesi kılan kitabın adıdır Kur’ân-ı Kerim.
“Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide, 15-16) buyrularak hayatımızın rehberi haline getirip, bu rehber doğrultusunda hayatımızı şekillendirip, karanlıklardan aydınlığa çıkmamızın, hidayete nail olup kurtuluşa ermemizin yolunu gösteren kitabın adıdır Kur’ân-ı Kerim.
Çünkü bizleri ilahi rızaya götürecek olan yegâne yol, ona inanmak, onun gölgesinde yaşamak ve yaşatmaktır. Ama ona inanmanın, onun gölgesine sığınmanın ve o gölgenin altında bir hayat yaşamanın kolay olmadığını elbette biliyoruz. Asr-ı Saadetten günümüze Allah’a verdiği sözü yerine getiren nice erlerin mücadeleleriyle doludur İslam tarihimiz.
Yine İslam’ı yaşamanın yalnızca bazı ibadetlerden ibaret olmadığını, İslam nizamının bir hayat nizamı olduğunu ve bunun hayatın her alanına (fert, toplum, devlet) hâkim olması gerektiğini anlayan ve bunu anlatan insanların, zalimler ve kâfirlerle aralarındaki mücadelesiyle doludur İslam tarihimiz.
İslam’ı dar kalıba sığdırmayıp, hayat nizamı olarak (inanç, ibadet, ahlak olmakla beraber, eğitim, ekonomi, siyaset, devlet vb.) kabul eden Müslümanların hayatlarındaki değişikliğin ifadeleri ne güzeldir. Şehit mütefekkir Seyyid Kutub 1906 yılında doğmuş olmasına rağmen “Ben 1951 de doğdum” der. Çünkü küçük yaşta hafız olmasına, Müslümanların yaşadığı bir toplumda doğup büyümesine rağmen aldığı eğitim ile sosyalist bir düşünceye sahip olmuştur. 1933 yılında Kahire Üniversite’sinin Daru’l-Ulûm fakültesini birincilikle bitirerek gerek talebelik yıllarında gerek öğretmenlik yaptığı yıllarda edebi çalışmalarıyla öne çıkmış, Mısır’ın eğitim sistemindeki aksaklıklar dolayısıyla eğitimde reform taslakları hazırlamıştır. Ama İngiltere’nin Filistin’de Yahudi bir devlet kurma çabalarını gözlemlemesi sonucu da edebiyattan daha köklü bir çalışma yapılmasına inanarak Kur’an’a yönelir, onun gölgesine sığınır.
Bu doğruya yönelmesi 1945 yılında Kur’an’da Edebi Tasvir kitabını yazmasıyla sonuçlanır. Bu kitabın giriş kısmına şunları yazmıştır: “Artık gerçekten Kur’an’ı buldum. Bu araştırma için çalışmalarımı bitirdiğimde iç âlemimde Kur’an’ın yeniden doğduğunu gördüm, daha önce asla tanımadığım bir şekilde Kur’an’ı keşfettim.” Bu sözü ona söyleten Kur’an’ı gerçek manasıyla anlaması olmuştur.
Sonrasında ise Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1948’de Amerika’ya, eğitim sistemlerini araştırıp Müslümanların toprağında batı hayranı bir nesil yetiştirilmesi için gönderilen Seyyid Kutup, Amerika’daki İslam düşmanlığını görünce İslam’ı daha çok araştırmaya yönelir. Özellikle de Üstat Hasan el-Bennâ’nın şehit edilmesiyle Amerika’daki sevinç kutlamalarını görmesi Müslüman Kardeşler Teşkilatına (İhvân) yönelmesini sağlar ve döndüğünde İslam’ın bir bütün olarak yaşanması gerektiğine inanan, hayat nizamı olarak kabul eden, bu uğurda mallarını ve canların feda eden yiğitlerin varlığını gördüğü bu oluşuma dâhil olur. Tıpkı yazmış olduğu tefsirindeki gibi Kur’an’ın gölgesinde bir hayat yaşamayı tercih eder.
Hem de çağdaş Firavunların varlığına, kendini bekleyen tüm zorluğa rağmen. Çünkü gölgesine sığınmış olduğu Kur’ân-ı Kerim ona şunu söylüyordu: “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 8). Biliyordu ki Mısır’ın topraklarında Firavunlar hiçbir zaman eksik olmadı, katliamlarından hiçbir zaman geri durmadılar ama hiçbir zaman da İslam’ın nurunu söndürmeye güç yetiremediler, Firavunların karşısında duran Musa’lar da hiçbir zaman vazgeçmediler. Tüm zorluğu, hapishaneleri, işkenceleri göze aldılar. Çünkü yüce Rabbimiz “O halde gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer gerçekten inanıyorsanız, her zaman en üstün sizsiniz.” (Al-i İmran, 139) buyuruyordu. Bu müjdeye inanıyorlardı ve bu müjde onlara her türlü zorluğa dayanma gücü veriyordu. Ne işkenceler ne de idam sehpaları onları davalarından vazgeçiremedi. Tıpkı bugün Mısır’ın zindanlarındaki müminleri vazgeçiremediği gibi.
Çünkü onların çok yüce bir hedefleri vardı o da Kur’an neslinin yetişip, yeryüzünün İslam’ın nuruyla aydınlanıp, İslam merhameti ve adaletiyle tanışmasıydı. Hem de Mısır tarihinde görülmemiş işkence ve katliamların Cemal Abdunnasır döneminde yapılmış olmasına rağmen.
2017 yılının Eylül ayında yine günümüz firavununun zindanlarında şehadete yürüyen İhvân liderlerinden Muhammed Mehdi Akif o günleri şöyle anlatır. “Oğulcuğum, 25 yıl hapis yattım hapishanede bir kişinin zor ayakta durabileceği bir zindanda yıllarca kaldım. Kapısını kapatırlardı, bulunduğum hücrenin zemini tuvaletti ve su yoktu. Namaz kılmayalım diye hücrede (abdest için) su yoktu, hep teyemmüm ederdim. Namazları hep ayakta kılardım. Hücrenin demir kapısında bir pencere vardı. Gardiyanlar içerisine işedikleri suyu kova ile bize içirirlerdi. Ekmeklere bağırsaklarından çıkan pisliklerini sürer bize yedirirlerdi. Günlerce yemedim ama aç kalınca üzerime sürer, duvarlara sürer temizler yerdim o ekmekleri. Seyyid Kutup ve Abdulkadir Udeh’in de aralarında olduğu yedi arkadaştık bu hücrelerde. Onların hepsi tek tek bu zindanlarda idam edildi. Beni idam etmediler. Ama çok işkence gördüm. Hortumla bizi şişirirlerdi. Kur’ân-ı Kerim’i tuvalete atarlardı. Allah’a, Peygamber’e küfrederlerdi. Her gün işkence saatlerimiz vardı. Rutubetli, soğuk zindanlarda farelerin olduğu bölüme atarlardı. Saatlerce orada kalırdık. Ailemizden ziyarete gelenleri taciz ederlerdi. Onlara zarar gelmesin diye ziyaretler çok uzun aralıklı olurdu.” (Davet Mektebi. 33. Sayı)
Yine çok büyük işkencelere maruz kaldıkları şöyle anlatılır: “Seyyid Kutup hapishane cellatları tarafından ağır işkencelere maruz kalması sonucunda mide ve bağırsak kanamasına maruz kaldı. Buna rağmen cellatlar eğitilmiş köpeklerle onu kovalıyor, hastalık ve yorgunluktan dolayı bir an bile koşamadığı zaman köpekler vücudunu parçalıyordu. Mahkemesini izlemek amacıyla Mısır’a gelen insan hakları temsilcisinin Seyyid Kutub’un vücudundaki işkence izlerini görmemesi için mahkemesi ertelendi. İnsan hakları temsilcisinin Mısır’dan ayrılmasından iki hafta sonra Kutub, mahkemeye çıkarılarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 10 yıllık kısmını çektikten sonra Irak Devlet Başkanı Abdüsselâm Ârif’in girişimiyle Mayıs 1964’te tahliye edildi. Hapisten çıkınca Yoldaki İşaretler kitabını yazdı. Bu eserinde savunduğu görüşleri ve bir grup İhvân-ı Müslimin mensubuyla birlikte teşkilâtı yeniden canlandırma faaliyetlerine katılması yüzünden 9 Ağustos 1965’te tekrar tutuklandı.
Bu kez üç–dört hastalığa birden yakalanmış, yaşı da 60’a dayanmıştı. Cellatlar tam dört gün boyunca onu bağladılar, yiyecek ve içecekten de mahrum bıraktılar. Su istediğinde cellatlar suyu getiriyor ancak ona vermiyor, daha fazla eziyet çektirmek için getirilen suyu gözleri önünde yere döküyorlardı. Yapılan bunca işkenceye rağmen onu davasından vazgeçiremeyince bu kez psikolojik işkence yapmaya başladılar.
25 yaşındaki mühendis yeğeni Rıfat Bekr eş-Şafii’yi getirerek gözleri önünde ona akıl almaz işkenceler yaptılar. İşkencelere dayanamayan Rıfat dayısının gözleri önünde şehit oldu. Bu yolla da Kutub’u vazgeçiremeyince bu kez Azmi adındaki diğer yeğenini getirerek abisi Rıfat gibi şiddetli işkencelere tabi tuttular. Cellatlar bununla da yetinmeyerek Şehit Rıfat’ın annesi Nefise Kutub ile diğer kız kardeşi Emine Kutub’a da dehşet verici işkenceler yaptılar. Oğlu Rıfat şehit edildikten sonra Nefise Hanım serbest bırakıldı. Kız kardeşi Emine Kutub’un tutukluluk hali ise devam etti. Daha sonra sözde mahkemeye çıkarılan Emine Kutub 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve bir bölümü askeri hapishanede diğer bölümü de Kanatir cezaevinde olmak üzere toplam altı yıl dört ay hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz onca işkenceye rağmen Seyyid Kutub’u davasından vazgeçiremeyince diğer kız kardeşi Hamide Kutub vasıtasıyla kendisiyle pazarlık yapmaya başladılar. Ama o tarihe geçen şu sözüyle bunu reddetti. “Zalimlerden Özür Dilemem!” 29 Ağustos 1966 da idam edildi. (http://www.sanalkocaeli.com/m/?id=8964)
Kur’ân’ın gölgesinde yaşamak ve yaşatmak istemenin bedelinin nelere mal olacağını ama en yüce değerlere nasıl kavuşulacağını bizlere bir kez daha göstermiş oldular.
Onun için şöyle denmiştir: “İnsanların çoğu ölmek üzere yaşarlar. Bazıları vardır ki, yaşamak üzere ölürler. Seyyid Kutub ikinci gruba dâhildir.” O öyle bir hayat yaşadı ki zalimlere karşı direndi, dayandı ve belki de asırlar boyu yaşayacak bir ömre sahip oldu.
Her durum ve şartta çalışmaya devam etti. Kur’ân’ı tefsir edişi anlatılırken günde 18 saatten fazla çalıştığı anlatılır hem de son yarısını zindanda işkenceler altındayken yazarak. Birçok eserini yine hapishanede yazmıştır. Kendisi böyle azimli çalışmasıyla örnek olurken Müslümanların gerilemesini iki sebebe bağlayarak şöyle demiştir: “Birisi İslâm’ı yanlış anlamaları diğeri ise Müslümanların mesuliyet duygusundan mahrum olarak yaşamalarıdır.” Mesuliyetini anlayarak sorumluluğunu yerine getirdi, Kur’an’ın gölgesine sığınıp gerçek hayatının 1951’de başladığını (İhvân’a dâhil olduğu zamanı kastetmiştir) söyleyerek insanları hayat nizamı olarak benimsemeleri gereken İslam’a yönlendirdi. Uzun yaşamanın değil bereketli yaşamanın ne demek olduğunu tüm dünyaya göstererek şehadete yürüdü. “Asrın Firavunu, Asrın mücahidini astı. “Necip Fazıl Kısakürek”
Bereketli bir ömür yaşamak duasıyla… ■