Kurban, Arapça k-r-b kökünden türemiş olup sözlükte “yaklaşmak, yakınlaşmak” anlamına gelir. İbranice’deki korban sözcüğü de “yakınlaşmak” anlamındadır. Kurbanın Farsça’daki anlamı ise “yaklaşan” demektir. Dinî terim olarak Allah’a yaklaşmak ve Allah rızasına ermek niyetiyle kesilen, kurban edilen hayvan demektir. Kur’an’da da anlatılan İbrahim (as.) ve İsmail (as.) ile ilgili kıssadan yola çıkarak kurban kavramına “adanmışlık ve Allah’a teslimiyet” anlamları da verilmiştir. Kurban kelimesini ete-kemiğe büründüren en müşahhas kelime ise “akraba”dır. Bu kelimelerin ikisi de k-r-b kökünden türemişlerdir. Akrabalık nasıl bir yakınlığı gerektiriyorsa kurban daha ileri bir adımını gerektirir. Akrabalık, insanlar arası bir ilişki iken kurban, Allah ile insan arasındaki bir ilişkidir.
İnsanlığın yaratılışıyla beraber kurban ibadeti de var olmuştur. Adem (as)’ın çocukları Hâbil ile Kâbil arasında meydana gelen olayın fitilini ateşleyen olay -Kur’an’da da geçtiği gibi- bir kurban takdimidir. (Ey Habibim!) Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek haberini oku. Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birinden (Hâbil’den) kabul edilmiş, diğerinden (Kâbil’den) kabul edilmemişti. (Kâbil, kıskançlığından) “Seni mutlaka öldüreceğim.” dedi. (Hâbil de) “Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” dedi. (Mâide, 27) Bu ayetten de anlıyoruz ki Allah’a kabul edilebilir bir kurbanı takdim etmek gerekir. Kabul olunmayan kurban sadece bir yüktür. Kullanılmayacak olanı, ikinci plana atılanı, işe yaramazı ve ıskartaya ayrılanı değil canından bir parça olanı, hayatına renk katanı, dünya sevgisiyle bağlandığını kabul eder Allah (cellecelaluhu)… Yani İbrahim (as.) gibi gözbebeğini, en kıymetliyi, vazgeçilmezi kendisi için feda etmeyi ister Hakk Teala…
Başka bir ayet-i Kerime’de Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz inanan her ümmet için kurban kesmeyi bir kulluk eylemi olarak öngördük ki bu amaçla kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah’ın ismini ansınlar ve her zaman akıllarında tutsunlar ki, sizin ilahınız tek bir ilahtır. Öyleyse bütün varlığınızla ona teslim olun. Ve sen de ey peygamber! Tüm iyi yürekli, alçak gönüllü kimseleri Allah’ın hoşnutluğuyla müjdele. Onlar ki ne zaman Allah’tan söz edilse kalpleri saygıyla titrer. Onlar ki, başlarına gelen her türlü darlığa ve sıkıntıya göğüs gererler. Allah’a kullukta devamlı ve duyarlıdırlar. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına da harcarlar. Hayvanların kurban edilmesine gelince biz bunu sizin için Allah tarafından konulmuş simgelerden biri olarak öngördük ki, bunda sizin için nice yararlar vardır. Öyleyse artık kurban edilmek üzere sıraya dizildiklerinde onların üzerinde Allah’ın ismini anın ve cansız olarak yere serildiklerinde onların etinden kendiniz de yiyin. Kendi nasibiyle yetinip istemeyen kimseyi de, istemek zorunda kalan kimseyi de onunla doyurun. Biz işte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, şükredersiniz. Fakat unutmayın ki, onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları. Lakin ona ulaşan yalnızca sizin ona karşı gösterdiğiniz bilinç ve duyarlılıktır. İşte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size kendisine ulaşma yolunu gösterdiği için onun yüceliğini saygıyla anasınız. Öyleyse o iyilik yapanları müjdele.” (Hacc, 34-36)
Kurban, İslâmiyet öncesinde hem ilahi hem beşeri dinlerde de var olan bir ibadettir. Bu dinlerde de yüce olarak görülen şeylere bir takdim vardır. Nasıl ki tabiatüstü bir güce ilahlık atfedilmişse o güce kurban da takdim edilmiştir. Kurban sunan kişiler bu şekilde tabiatüstü güçle Tanrı-kul ilişkisini sürdürmeyi amaçlamıştır. Antik Yunan dininde her bir tanrıya, özelliklerine göre kurbanlar takdim edilir ve kurban vasıtasıyla tanrıların, tanrılar sayesinde de insan ve tabiatın yaşadığına inanılırdı. Kurban merasimlerine Eski Mısır dinlerinde Sümer dinlerinde Hitit ve İran dinlerinde de rastlanmaktadır. Eski İranlılar tanrılara kurbanlar, çeşitli bitkiler ve içkiler sunmuşlardır. Zerdüşt, hayvan kurbanını yasaklayarak Ahura Mazda’ya adak ve şükürler kurbanını telkin etmişse de ölümünden sonra canlı kurban âdetine geri dönülmüştür.
Japon dini Şintoizm’de kurban ve takdimeler tanrılara ve ölülere, onların öfkesini yatıştırıp lütuf ve yardımlarını sağlamak veya günahlara kefaret düşüncesiyle sunulurdu. Erken dönemlerde uygulanan insan kurbanlarının yerini sonradan hayvan kurbanları almıştır. Eski Çin’de tanrılara ve ölen ataların ruhlarına, onları memnun etmek ve ilâhî lütuflar elde etmek amacıyla evcil olan ve olmayan hayvanlar kurban edilir; hububat, mayalandırılmış içki, çeşitli yiyecekler ve ipek gibi takdimeler sunulurdu. Hinduizm’de de kurban, insanları kurtuluşa eriştiren yollardan biridir. Brahmanlar döneminde evrensel gücü meydana getirdiğine inanılan ve yaratılışın sırrı, kâinatın devamının anahtarı olarak kabul edilen kurban merasimi rahiplerin nezaretinde gerçekleştirilirdi.
Yahudilikte bazı hayvanların veya yiyeceklerin Tanrı’ya bağlılığın bir işareti olarak ve O’nun lütfunu kazanmak, affına mazhar olmak niyetiyle kurban ibadeti yerine getirilmiş ve kurban tarihi, Hz. İbrahim’e kadar götürülmüştür. Tevrat’a göre kurban edilmek istenen oğul İshak (as.)’dır. Onun için Danimarkalı düşünür Kierkegaard şunu ifade eder: ’’Ancak bıçağı çeken İshak’a kavuşur.’’ Yahudilikte kurban, uygun görülen hayvanları boğazlamak suretiyle sunulan kanlı kurbanlar ve çeşitli yiyecek, su ve şarap gibi içeceklerin takdim edilmesi şeklindeki kansız kurbanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Hıristiyanlıkta ise Hz. İsâ zamanındaki kurban uygulamaları Ahd-i Atîk’e dayandırılmaktadır. Daha sonra Hz. İsâ’yı merkezîleştiren farklı bir kurban anlayışı geliştirilmiştir.
İslâm öncesi Arap toplumunda çocukların, köle ve esirlerin putlara kurban edilmesi âdetinin zayıf da olsa izlerine rastlanmakla birlikte yaygın olan, putlara hayvanların kurban edilmesi şeklindeydi. Câhiliye Arapları, belli zamanlarda veya önemli kabul ettikleri olaylar vesilesiyle gerek Kâbe’deki gerekse Mekke’nin diğer bölgelerinde ve Mekke dışındaki putlarının yanında hayvanları keserek kanını onların üzerine döker, kurbanı parçalayıp bu dikili taşların üzerine bırakır, yırtıcı hayvanların ve kuşların yemesini beklerlerdi.
Kurban denince Allah’ın Halil’i, haniflerden olan, hem içimizdeki hem de dışımızdaki putların nasıl devrileceğini bizden öncekilere, bize ve bizden sonrakilere göstermiş olan, birçok peygamberin atası Hz. İbrahim (as.) akla gelir. Kurban bize İbrahim (as.)’dan kalan bir sünnettir. Kurban demek, İbrahimce en sevdiğinden vazgeçmektir. Kurban; verilen sözün pratize edildiği, sahaya sürüldüğü bir eylemdir. Kurban; İbrahimce bir duruş, davranış ve yaşayıştır. Kurbanı anlamak ve yaşamak için Hz. İbrahim (as.)’ı iyi tanımak ve anlamak gerekir.
Hepimizin uzun bekleyişler sonunda elde ettiği İsmail’i veya İsmailleri vardır. İsmaillerimizi bıçak altına yatırmadıkça İbrahimce bir imana sahip olamayacağımızı idrak etmemiz gerek. Hz. İbrahim (as.)’ı tanıdıkça en kıymetlimizden, gözümüzün nurundan, canımızın özünden yani İsmail’imizden vazgeçebiliriz.
Kurbanla beraber Hz. İsmail (as.) ve Hz. Hacer annemizi de bilmek ve tanımak lazım gelir. Kurban demek, İsmail olmaktır. Gözünü kırpmadan taşı bile tek hamleyle peynir gibi kesebilecek bıçağa, içinde şüphe duymadan, bahanelere sığınmadan boynunu uzatarak Rabbinin hoşnutluğunu kazanmaktır. Kurban demek Hacer olmaktır. Gözbebeği, dünyadaki tek varlığı, kendisine su bulabilmek için dağ dağ, tepe tepe gezdiği ve bin bir çileyle büyüttüğü en değerli varlığının bıçak altına yatırıldığı zaman güzel bir tevekkülle sabretmektir. Kurban demek, Allah’a tüm azalarıyla bağlanmak demektir. Kurban demek, bu bağlılık gereği bir canlıyı kurban etmenin şuuruna erişmektir. ‘’Kurban ettiğimiz aslında deve, koyun, inek değil; heva ve hevesimiz, şehvet ve irademizdir. Aslında bir hayvanı kurban ederek can sınavından geçmektir.’’(Görmez, Mehmet. Kalbin Erbaini. s. 98.)
Kurban günleri, et yeme günleri değildir. Kurban, geleneksel bir tören de değildir. Kurban, Hâbilce olmadıkça makbul de değildir. Bilinmelidir ki, Kâbil kurbanını sunmuştur, ama onun sunduğu kurban kabul edilmemiştir.) Kurban, sadist duygularla hayvan boğazlamak ve bu şekilde kendini tatmin etmek hiç değildir. Bir ilahide de geçtiği gibi “Her kurban derisini post sanma.” Üstad Mustafa es-Sibâ’î’nin biz Müslümanları kastederek dediği gibi “Bayramda Müslümanların dilinin tekbir getirdiği gibi kalpleri de tekbir getirecek olsaydı hiç şüphesiz tarihin yönünü değiştirirlerdi. Eğer davarlarını kurban ettikleri gibi enaniyetlerini de kurban etselerdi bütün günleri bayram olurdu.” Onun içindir ki kurban, her zerresiyle İlâhî rızayı ummaktır. Kurban, süflî hayatı terk ediş, ulvî bir hayata yönelmektir. Kurban, yeryüzünün ve göklerin hakiminin insanın hükümranlığına verdiğinden yine yerin ve göklerin hakimine teslimiyet göstergesidir. Kurban, kişinin nefsine, arzu ve isteklerine, şehvetine, ihtiraslarına, büyüklük taslamalarına, öfkesine bıçak çalmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmiştir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir (Hac: 37).” Kurban, kişinin kendisini temize çıkarmak için temiz olan bir canlıyı (hayvanı) sunmaktır. Kişi, hayatına ve günahlarına karşı, dünyaya bağlılığı azaltmak için ve Yaradan’ını hatırında tutmak için verdiği bir fidyedir. Kainat insana teslim edilmiştir. Buna kurbanlık hayvanlar da dahildir. Bu yüzden insan da Kâinatın Yaratıcısına teslim olmak zorundadır. Kurban, bu teslimiyetin göstergesidir. Âişe (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ademoğlu kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir amel işlememiştir. O kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnaklarıyla gelecektir. Kurbanın kanı yere düşmeden önce Allah katında hemen kabul olunur. Bu sebeple kestiğiniz kurbanlardan dolayı sıkıntı değil gönlünüz hoş olsun (İbn Mâce, Edahî: 3).”
İbrahim (as.) için en değerli varlık İsmail’di. Ama Allah’ın bir emriyle O, en değerlisinden vazgeçmeyi bildi ve İbrahim,‘’Halîlullâh’’ oldu. Demek ki Halil olmanın, dost olmanın yolu bıçaklara yatmaktan, bıçaklara yatırmaktan geçiyor. Kendinden vazgeçerek Rabbani olmaktan, Rabbanî hayat sürdürmekten geçiyor.
İbrahim tereddüt etmeden bıçağı, ihtiyarlığında kendisine bahşedilen çocuğunun boynuna dayadığı için İbrahim oldu. Ya İsmail? Peki İsmail nasıl İsmail oldu? Yaşama sevincini yeni yeni tatmış, dünya zevklerine henüz ulaşmış, daha dünyadan tam anlamıyla murat almamış bir genç olan İsmail’in nasıl bir İsmail olduğunu Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle açıklamaktadır:
“O (İbrahim): “Rabbim! Bana Salihlerden olacak bir evlat ver.” dedi. İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: “Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?” dedi. O da cevaben: “Babacığım! Emir olunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.” dedi. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik (Saffat: 100-107).”
Hayır! Allah’ın emir ve yasaklarını kendimize bıçak edinmedikçe ve o bıçağa tam teslimiyetle boyun uzatmadıkça İsmail’i anlayamayız. Zevklerimizi, neşemizi, dünyamızı, gerekirse hayatımızı bıçak altına yatırmadıkça ne İsmail olabiliriz ne de İsmail’i anlayabiliriz. Ancak İsmail kıssasını hayranlıkla bir masal, bir hikâye anlatır veya dinler gibi anlatmış ya da dinlemiş oluruz. Zaten ölüm her an gelebilir bize. Ölümün nefesi ensemizdedir. Ya hayatımızı nefsimize uyarak yaşayıp helak olanlardan olacağız ya da hayatımızın hakkını vererek can vereceğiz. O’nun yoluna kurban verilmeyen can da murdar olur. Ya murdar olacağız ya da kurban. Tercih bizim.
Nice kurbanlar vererek özgürleşen İslâm topraklarında kurban ibadetini yerine getirmek ve bayramlar kutlamak duasıyla… Kurban Bayramımız mübarek olsun.