‘Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup sözlerinin nereye vardığını anlatamaz. Diyelim ki, bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da;
-Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak, diyecek.
Bu adam,
-Yanındakine söylesene, bu kahvehane bombalanacak, diye bir söz sarf edemez.
-Ey muhterem kahvehane sakinleri, diye lafa başlasa herkes onun ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Sandalyenin üstüne çıkıp;
-Susun! Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak, der ve orayı bir an önce terk eder…’
Evet, durumumuz tam da yazarın verdiği bu örnekteki gibi vahimdir. Öyle bir çağın ortasına düştük ki, bünyemize tehlike çağrıları işlemiyor artık! Tehlike çağrısı yapanlar, bozuk para düşüren birini uyaranlar kadar bile ciddiye alınmıyor. Birçok şeyin farkında olup ta ciddiye alınmayanlar ise kısa süre sonra havlu atıyorlar. Hatta diğerlerinin arasına karışıp hiçbir şey olmamış/olmayacak gibi yaşıyorlar da…
Toplum olarak sürüklendiğimiz yerleri;
‘Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü’ ve
‘Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır’ diye niteleyen şairlere eyvallah diyelim. Aslında konuya nereden gireceğime karar veremediğimden olacak ki, böyle örneklerle giriş yaptım. Çünkü neresinden tutarsanız elinizde kalıyor bu mesele. Çünkü bu meselede konuştuklarımızın birçoğu havada taklalar atıyor. Karşıdakine anlattıklarınızdan daha çok, anlatma yönteminiz ön plana çıkıyor. Gerçekleri sakin bir şekilde tüm çıplaklığıyla söylediğinizde, sözleriniz açıkta kalıyor. Bağırarak, kızarak, öfkelenerek konuşmadığınızda ciddiye alınmıyorsunuz.
Müslüman bir erkek; üç gün boyunca yiyecek bir şey bulamayıp karnına taş bağlayan bir Peygamber’e (sav) iman etmesine rağmen, her gece bir milyar insanın aç olarak yattığı bir dünyada, hazırladığı veya katıldığı mükellef sofranın fotoğrafını neden paylaşır? Müslüman bir kadın; bombalanan İslam coğrafyalarında enkaz altından çıkarılan çocuğunun paramparça olan bedenini kollarının arasına alan ve buna rağmen tozdan bembeyaz olan tesettürünü düzeltme derdinde olan bacılarımızı görüp sosyal medyada kendi mahrem fotoğraflarını hangi amaçla yayınlar? Mahremiyetin sınırlarını nereye kadar zorlayacağız? İki bayanın ya da iki erkeğin kendi aralarında utanarak konuştukları meseleleri bile yüzü kızarmadan el âleme ilan edenlerin amacı ne ola ki?
‘Kur’an ve Sünnet’in beyanı esastır’ hükmünden ‘Kadının beyanı esastır’ zırvasına ne zaman evrildik? Hem de ‘İki kadının şahitliği bir erkeğinkine eşittir’ ferman-ı ilahisine rağmen… Gerçi bu tepetaklak sürüklenişin, bu ahlak erozyonunun, bu hayâsızlık çukurunun sonunda şahitliğine güvenilebilecek kimse kalırsa şükredeceğiz. ‘Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı günler’ der şair…
Bir başka şair ‘Dilce susup bedence konuşulan bir çağ’ diye tanımlar günümüzü… İşin en acı tarafı ise Müslümanca bir hayat yaşadığını iddia eden bizlerin, imanın şubelerinden biri olan hayâ konusunda gerekli özeni göstermeyişimizdir. Başkaları için sıradan olan bazı olaylar, bizler için faciadır. Allah için yapılan hiçbir amel -teşvik amaçlı olması hariç- gösterişe kurban edilmemelidir. Camide namaz kılarken herkes beni görüyor mu? Sadaka verirken kaç kişiye kendimi gösterdim? Kurban keserken yeterince fotoğraf paylaştım mı? Umreye gitmemden herkesin haberi oldu mu? gibi saçmalıklardan uzak durmalıyız.
Bir Müslüman, kafe ve restoranlarda paylaştığı fotoğraflarla mutlu olduğunu gösterme hakkına sahip değildir. Zaten mutlu olma hakkına bile sahip değildir. Ümmetin bunca acısı varken bunu yapamaz, yapmamalıdır. Aile fertlerimizden biri öldüğü zaman nasıl ki mutlu anlarımızı paylaşamıyorsak, her dakika katledilen mazlumların durumu içinde en az o kadar duyarlı olmalıyız. Mutlu olmamız, İslam’ın adaletinin tüm dünyayı kuşattığı ve yeryüzünde tek bir mazlumun kalmadığı anda mümkün olacaktır. Bir âlimin dediği gibi;
-Takatimizin sonuna kadar koşmadıkça, cebimizdekileri son kuruşuna kadar feda etmedikçe, söyleyeceğimiz son kelimeleri de tüketmedikçe, ne sıcak evlerimizde oturup çocuklarımızı sevebiliriz, ne de yaşadığımız bu adaletsiz, merhametsiz ve sahte hayatımızın hesabını verebiliriz.
Genel olarak en çok kınandığımız husus, sosyal medyada paylaştığımız fotoğraf ve videolar oldu. Birçok hesabımız kapatıldı. Düşünebiliyor musunuz, bombalarla yerle bir edilen Müslüman memleketlerinin, katledilen mazlumların, namusu ayaklar altına alınan kadın, erkek ve çocukların sesini duyurmaya çalışıyoruz –ki seçtiğimiz fotoğraf ve videolarda rahatsız edici görüntüleri paylaşmamak için azami gayret göstermemize rağmen- diye linç ediliyoruz! Ne yapsaydık; düğün, dernek, nişan, sünnet, kahvaltı, yemek fotoğraflarını mı paylaşsaydık? Bizi en çok üzen şey, birçok kişinin ‘Paylaşımlarınız bizi kahrediyor. Lütfen bunları yayınlamayın’ deyişleri oluyor. Zaten başka bir şey yapamamanın verdiği acının üstüne bu duyarsızlık da gelince, büsbütün kahroluyoruz. Bazen şairin dediği gibi, ‘Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!’ diye bağırası geliyor insanın… Bu köhnemiş çağın, bu körleştirilmiş dünyanın, bu adaletsiz sistemin yüzüne ter akıtarak, yorularak, çırpınarak haykırmak istiyoruz. Sonra Rabbimizin ayetlerini hatırlıyor ve herkesin, her şeyin susma vakti geliyor;
‘Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun!’ (Yâsîn, 20)