Üstat Salih Turgut, Şırnak ilinin İdil ilçesine bağlı Araban köyünde 1954’te doğdu. 1966’da ilkokulu bitirdikten sonra kendini tamamıyla medreseye verdi. Şırnak, Mardin, Diyarbakır, Van ve Siirt’te birçok hocadan medrese tahsili gördü. Son olarak 1976’da Siirt’in Baykan (Havel) ilçesinde medreseyi bitirerek Seyda Muhyiddin el-Havelî’den icazetname aldı. Değişik yerlerde fahri imamlık ve medrese çalışmaları yaptıktan sonra 1995’te Şanlıurfa’ya yerleşti ve o tarihten beri medrese çalışmalarına devam etmiştir.

Üstat Salih Turgut, 1999’da medrese çalışmaları yaptığı gerekçesiyle birkaç aylığına tutuklandı ve medresesi kapatıldı. Böylece 28 Şubat mağdurları arasında yer almıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar medrese çalışmalarına devam etmiştir. Halen Şanlıurfa’daki Suffe Külliyesinde medrese müderrisi olarak eğitim çalışmalarına devam etmektedir. Üstat Salih Turgut hocamız evli ve 9 çocuk babasıdır.

Davet Mektebi olarak bu ayki röportajımızda Üstat Salih Turgut hocamızla mezhepler konusunu konuştuk.

Savaş: Kıymetli hocam, öncelikle Davet Mektebi’ne konuk olduğunuz için teşekkür ederiz. Tarihî sürece bakıldığında mezheplerin ortaya çıkması bir zorunluluğun neticesi midir?

Turgut: Davet Mektebi‘ne böyle bir fırsatı verdiği için ben teşekkür ederim. Detaylara girmeden özetleyeyim: Evet, hak mezheplerin ortaya çıkması bir zorunluluktur. Çünkü İslâmî kaynaklardan Kitap ve Sünnet, tüm zaman ve mekânlarda uygulanmak üzere indirilmiştir ve birçok anlam ifade edebilecek genelliktedir. Müçtehit imamlar, Resûlullah (sav) döneminden başlayarak İslâm tarihi boyunca Kitap ve Sünnetin kapsamlı anlamlarından bazılarını tercih etmişlerdir. Tercih edilen bu anlamlar o müçtehidin adıyla anılmaya başlanmış ve böylece müçtehitler adına mezhepler ortaya çıkmıştır. Müçtehit olmayanın bir müçtehidi taklit etmesi (uyması) vaciptir(1).

Müçtehidin bir başkasına uyması haramdır (2). Böylece müçtehit olanın kendi içtihadına; müçtehit olmayan kişinin ise başka bir müçtehide uyması bir zorunluluktur. Farklı içtihatlar, kesin olmayan meseleler hakkındadır. Kesin olan meselelerde içtihat edilmez. Herkes tabi olmak mecburiyetindedir. Bu söylediklerimiz “Ehli Sünnet ve’l-Cemaat” olan hak mezhepler içindir. Nitekim Ehli Sünnet ve’l-Cemaat terimi, ilk olarak İbni Abbâs (r.a) tarafından Tefsîr-i İbni Kesîr’de Âl-i İmrân 106. ayetin tefsiri yapılırken kullanılmıştır.”

Batıl mezheplerin ortaya çıkmaları zorunlu olmayıp kasıtlıdır. Mezheplerden kast edilen, mezheplerin kaynakları ve hükümleridir. Mezheplerin salikleri/takipçileri, sadece o mezheplere bağlı olduğunu iddia edenler değildir. Çünkü tarih boyunca hak mezheplere bağlı olduğunu iddia eden insanlardan batıl hal ve hareketlerde bulunanlar olabileceği gibi, batıl mezheplere bağlı olanlardan da iyi insanlar çıkabilmiştir.

Savaş: Peki, hocam mezheplerin oluşum süreci nasıl olmuştur? Yani ilmî bir süreç mi yoksa politik süreçler mi daha etkili olmuştur?

Turgut: Daha önce belirttiğimiz gibi “Ehli Sünnet ve’l-Cemaat” mezhepleri itikat, amel ve ahlakta ilmî zorunlulukların gereği olarak ortaya çıkmıştır. Zira insanlar, kesin olmayan meselelerde nelere inanılacağını ve nelerle nasıl amel edileceğini bilememektedir. Müçtehitler, bu tür meseleleri vuzuha/açıklığa kavuşturmakla üzerlerine vacip olan hükmü eda etmiş olurlar. Kesin olan meselelerde ise içtihat olmaz.

Batıl mezhepler ise çoğu zaman İslâm düşmanları, İslâm devletine açıkça karşı çıkamadıkları için İslâm adına farklı görüşler ortaya atarak mezhep adı altında faaliyet göstermişlerdir. Hz. Ali (r.a) döneminde “Allah’ın hükmüne davet etme” bahanesiyle Haricîler ortaya çıkmıştır. Bu grubun/mezhebin takipçileri, Hz. Ali’ye (r.a) karşı çıkmış, hatta onu şehit edecek kadar ileri gitmişlerdir. Aynı şekilde Rafizî Şialar, Ehli Beyt’in mazlumiyetini bahane ederek tarih boyunca dış düşmanlarla iş birliği yapıp İslâmî devletlere karşı savaşmışlardır. Büveyhî, Fatımî ve Safevî gibi çeşitli devletler kurup hak ehli olan Ehli Sünnet Müslümanlarını katliama tabi tutmuşlardır. Günümüzde de Suriye, Irak ve Yemen’de bu tür katliamlara maalesef devam etmektedirler.

Savaş: Kıymetli Hocam, “Mezhep olsa ya da olmasa ne olur” denilebilir mi?

Turgut: Hak mezhepler olmasaydı, Müslümanlar kesin olmayan içtihadî meselelerde nasıl davranacağını bilemez ve böylece ümmet Kitap ve Sünnete dayalı yaşantıyı kaybederlerdi. Hatta İslâm medeniyeti diye bir şey bile kalmazdı. Batılı düşmanların İslâm memleketlerini işgal ettikten sonra hak mezhepleri hedef almalarının bir sebebi de aslında budur. Örnek vermek gerekirse Osmanlı’dan sonra Taliban’ın Afganistan’da Hanefi mezhebine dayalı kurmuş olduğu hükümet, Amerika ve diğer batılı güçler tarafından hemen ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

Şâfiî mezhebine dayalı Somali’de kurulan “Şer’î Mahkemeler” yönetimi, yine Amerika ve Kenya iş birliğiyle ortadan kaldırıldı. Mısır’da Şehit Başkan Muhammed Mursî döneminde kabul edilen Anayasa’da, halifelik kaldırıldıktan sonra ilk olarak: “Mısır’da, Ehli Sünnet mezheplerine uygun yasalar çıkarılacak” ibaresi konuldu. Bunun üzerine İslâm ümmeti başına getirilmiş kuklalar, İran ve Suudiler başta olmak üzere iç ve dış düşmanlar birleşerek askerî darbe yaptırdılar.

Bunun için tüm mezhepleri bir saymak ya da günümüzde olduğu gibi “mezhepler savaşı yapılıyor” diyerek tüm mezhepleri suçlu göstermek veya batıl mezhepler için “O da İslâmî bir mezheptir” demek doğru değildir. Batıl mezhepleri hak mezhep seviyesinde tutmak, açıktan düşmanımız olan batılı sömürgecilerin eliyle müsteşriklerin/oryantalistlerin ve onların bizdeki taşeronları olan üniversitelerde ve diğer önemli mevkilerde bulunan bazı sözde hocaların ortaya attıkları bir tuzaktır. Bu tuzaklarla Müslümanların, özellikle gençlerin kafaları karıştırılmaktadır. Bu durum batıl mezheplerin de işine geldiği için destek bulmaktadır.

Savaş: Hak ve batıl mezhepler dediniz. Güvenilir İslâm âlimlerine göre hak ve batıl mezhepler hangileridir?

Turgut: Güvenilir İslâm âlimlerine göre Hak mezhepler, müçtehit imamların Kitap ve Sünnetten fıkıh usûlü kurallarına göre çıkarmış oldukları “Ehli Sünnet” mezhepleridir. İslâm’da içtihat Resûlullah (sav) döneminde ve O’nun kontrolünde başlamıştır. Çoğunluğun görüşüne göre Resûlullah (sav) da içtihat etmiştir. Ancak O’nun içtihadı vahyin kontrolündeydi.

Ebu Kâtâde’den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: (Bir kere) Resûlullah (sav) bir hutbe okumak üzere ashabı içinden kalktı. “Allah yolunda cihadın ve Allah’a imanın amellerin en üstünü olduğunu” anlattı. (Bu arada) bir kişi ayağa kalktı ve:

Yâ Resûlallâh, bana haber verin. Eğer Allah yolunda öldürülürsem hatalarım bağışlanır mı, diye sordu. Resûlullah (sav), “Evet, sabrederek, ecrini Allah’tan bekleyerek, düşmana yönelip harpten kaçmayarak Allah yolunda öldürülürsen (hataların bağışlanır)” cevabını verdi. Sonra Resûlullah (sav):

-“Nasıl demiştin? (Bir daha tekrar et)” dedi. O zat:

-Bana haber verin. Eğer Allah yolunda öldürülürsem hatalarım bağışlanır mı?

Resûlullah (sav): “Evet, sabrederek, ecrini Allah’tan bekleyerek, düşmana yönelip harpten kaçmayarak (Allah yolunda öldürülürsen) borç hariç (bütün hataların) affedilir”. Bunu bana Cibril söyledi.” dedi(3).

Buradan anlaşılıyor ki, Cibril (a.s), Allah (c.c) tarafından getirmiş olduğu vahiyle bu hükmü tamamlamıştır. Bedir esirlerinden alınan fidye gibi Resûlullah’ın (sav) içtihatları için örnekleri çoğaltabiliriz. Ayrıca Resûlullah (sav) döneminde sahabelerin yapmış olduğu içtihada delil olarak şu sahih hadis gösterilebilir:

Hendek savaşında Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Hiçbiriniz Beni Kurayza kabilesine varmadan ikindiyi kılmasın”. Yolda (ikindi vakti daraldığı zaman) bazıları dedi ki, Beni Kurayza’ya varmadan kılmayız, bazıları da dedi ki, Resûlullah (sav) gayesi acele etmemizdi. Dolayısıyla biz yolda kılarız. (Herkes içtihadına göre amel etti). Resûlullah’a (sav) haber verildiği zaman hiçbir gurubu kınamadı (4).

İmam İbni Hâcer el-Askalânî, bu hadisin şerhinde şöyle demiştir: Âlimlerin çoğu bu hadise dayanarak içtihat eden hiçbir âlimin günaha girmeyeceğini belirtmiştir. Eğer bir grup günaha girmiş olsaydı, Resûlullah (sav) uyarırdı (5).

Sahabeden sonra da müçtehit imamlar, ihtiyaç duyulan meselelerde içtihat etmişlerdir. Geçen hadiste ifade edildiği gibi bu içtihatlar İslâmî kaynaklara dayandığı için İslâm’ın kabul ettiği hak içtihatlardır ve bu içtihatlardan oluşan mezhepler de Ehli Sünnet mezhepleri olan hak mezheplerdir.

Daha sonra müçtehitlerin azalması, İslâmî hilafet yönetiminde zaafların meydana gelmesi ve batıl mezheplerin ortaya çıkmasıyla Müslümanlar ihtiyat ederek bilinen meşhur dört hak mezhep etrafında toplanmaya başlamıştır. Günümüze kadar güvenilir senetlerle gelen ve ümmet tarafından çeşitli yönleriyle incelenen hak mezhepler meşhur dört mezheptir: Hanefilik, Şafiîlik, Mâlikîlik, Hanbelîlik.

Daha önce hicri altıncı asrın başlarına kadar İslâm âleminin batısında (Endülüs’te) Zahirî Mezhebi, İslâm âleminin doğusunda Irak ve çevresinde İmâm Muhammed bin Cerîr et-Taberî tarafından şekillendirilen Ceririyye Mezhebi bulunmaktaydı. Ancak diğer dört mezhebe nasip olan günümüze kadar gelebilmiş güvenilir senet ve büyük âlimler tarafından delillere dayandırma çalışması, diğer mezheplere nasip olmadığı için salikleri (bağlıları) kalmamıştır.

Bazıları hak mezhepler konusunda iki şüpheyi dile getirmektedir. Ancak gerçekler bilindikten sonra bu iki şüpheye yer olmadığı ortaya çıkmıştır.

Birinci şüphe: Bu mezhepler ümmeti bölüyor. Bu şüpheye şu cevap verilir:

Hak mezheplere göre İslâm şeriatı çerçevesinde yöneticiye itaat etmek farzdır. Bu yönetici “Halife” veya “Emîrü’l-Mü’minîn” yahut “Müslümanlardan olan ulü’l-emr” diye isimlendirilebilir. Bu kavramların arasında yöneticilik bağlamında fark yoktur. Lâkin işlevleri elbette ki, farklıdır. Onun için geçmiş dönemlerde İslâmî yönetimler bu konuda sorun yaşamamışlardır.

İkinci şüphe: Yeni ortaya çıkmış meseleler daha önce geçmiş müçtehit imamların içtihatlarında bulunmamaktadır. Bu şüphe de şöyle izah edilir: İslâm devletinin mevcut olduğu dönemde devlet bunun önlemini alır. Günümüzde olduğu gibi İslâm devleti mevcut değilse, İslâm âlimleri bu emri ifa ederler. Allah’a şükürler olsun ki, günümüz âlimleri bunu ifa ediyorlar. Müslümanlar lazım olan fetvaları için ehil, güvenilir âlimleri seçmelidir. Bedenimizin selameti için nasıl ehil doktorları seçiyorsak dinimizin selameti için de daha fazla dikkat etmemiz gerekir.

İslâm âlimleri son senelerde daha sıhhatli bir uygulamayı tercih ediyor. O da “içtihâd-ı cemaii” dedikleri “toplu içtihat’tır”. Resûlullah (sav) bu içtihadı (toplu içtihad) şöyle tavsiye etmektedir:

Hz. Ali (r.a) diyor ki, Resûlullah’a (sav) dedim ki: Yâ Resûlallah! Hakkında emir ve nehiy bulunmayan bir mesele ile karşı karşıya kalırsam bana neyi emredersiniz? Bunun üzerine Resûlullah (sav) dedi ki: “O konuda âbid ve fakihlerle istişare edin.”(6)

Onun içindir ki, Râşit Halifeler yeni meselelerin hükmü için sahabeleri toplardı ve istişareyle hükmederlerdi. Batıl mezheplere gelince Resûlullah (sav) döneminden başlayarak günümüze kadar kesintisiz olarak her zaman İslâm’ın iki büyük düşmanı olmuştur. Bunlar:

  1. a) Dış Düşman: Medine döneminde putperest müşrikler, yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusiler.
  2. b) İç Düşman: Dış düşmanla iş birliği içinde olan münafıklar. Bunun en bariz örneklerinden biri, bilindiği gibi “Mescid-i Dırâr” meselesidir.

Günümüzde de dış düşmanlar arasında yine Hristiyanlar, yahudiler, Hindular gibi putperestler bulunmaktadır. İç düşmanlar ise İslâm’ın ilk asrında olduğu gibi dış düşmanlarla iş birliği içinde olan batıl mezhepler ve hain şahsiyetler yer almaktadır.

Günümüzde etkin olmaya çalışan batıl mezheplerin başta gelenleri şunlardır:

  1. Rafızîlik
  2. Vehhâbîlik
  3. Oryantalizm ve onların taşeronluğunu yapan içimizdeki hainler, batı kuklası sözde hocaların yürüttüğü mezhepler.

Savaş: Mezhepler arasındaki küçük ya da büyük farklılıklara günümüz Müslümanları nasıl yaklaşmalıdır?

Turgut: Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları hiçbir şekilde ihtilafa, İslâm kardeşliğini zedelemeye sebep olmamalıdır. Müslümanların birliğini ve kardeşliğini emreden ayet ve hadislerden sadece birer tane hatırlatalım:

Allah (c.c) bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın ki, rahmete nail olasınız.” (7) Bu ayeti kerîmeden, müminlerin kardeş olduğu kesin bir şekilde ifade ediliyor. Allah’ın (c.c) beyan ettiği bu kardeşliği farklı mezhep sebebiyle bozmak büyük bir günahtır.

Resûlullah (sav) şöyle buyuruyor: “Müminin mümine dayanması, parçaları birbirine bağlanan bina gibidir. (Resûlullah (sav) bu dayanmayı göstermek için) parmaklarını birbirine geçirerek kenetledi”. (8)

Müslümanlar olarak herkesin kendi mezhebi ile amel ederek başkasının mezhebine karşı çıkmaması, el ele vererek İslâm birliğine çalışması farzdır. Âlimler ve davetçiler batıl mezheplerin bağlılarını da tatlı dille, yumuşaklıkla, kalp kırmadan hatalara dikkat çekmeye çalışmalıdır. Resûlullah (sav) müşriklere karşı savaş hali dışında tebliğ ederken hep nezaketli davranmıştır.

Savaş: Kıymetli hocam, son olarak şunu sormak istiyorum: İhtiyaç halinde farklı görüşleri kabullenmek ve tatbik etmek mümkün müdür?

Turgut: Tabiî ki, caizdir. Ancak genel olarak her bir Müslümanın hak mezheplerden herhangi birisinin fıkhıyla ilgili bir ilmihale yoğunlaşması daha kolay olur. Farklı mezheplerden farklı görüşleri almak hem daha zor hem de zaman ve birikim isteyen bir şeydir. Şehit İmam Hasan el-Bennâ şöyle demektedir: “Fer’î delillerden hüküm çıkarma konusunda yeterli birikime sahip olmayan bir kimsenin mezhep imamlarından birine tabi olması gerekir (9).

Son olarak şunu özellikle belirtmek isterim: Her tüccarın bir muhasebesi, her hastanın bir doktoru olduğu gibi her Müslümanın da dayanacağı güvenilir bir fıkıh uzmanının olması gerekir. Allah (c.c), ümmeti birlik olmakta muvaffak eylesin. Düşmanın desteğiyle yapılan batıl mezhep ve görüşlerden de muhafaza etsin.

Savaş: Hocam Davet Mektebi olarak çok teşekkür ederiz. Rabbim sizlerden razı olsun.

 

Kaynakça

1) Enbiyâ, 7. 2) el-Mustafâ: İmâm Gazâlî, c. 2, s. 384. 3) Sahîh-i Müslim, Hadis: 1885. 4) Buhârî, Hadis: 4119. 5) Fethü’l-Bârî’deki 119 nolu hadisin şerhi. 6) Hâfız el-Heysemî şöyle der: “Bu hadisi Taberânî rivayet edip senetteki râvîler güvenilirdir: Mecmû’u’z-Zevâ’id, c.1. s. 178. 7) Hucûrât, 10. 8) Buhârî, Hadis: 2026. 9) Risaleler, İstanbul: Nida Yayınları, 2007. s. 475.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?