İslam dini; kendi ilkeleri olan, dayandığı temelleriyle insanı doğumundan ölümüne kadar yetiştirmeyi ve geliştirmeyi gaye edinmiş, hayatın hiçbir bölümünü unutmamış kapsamlı bir nizamdır. Kendi insanını meydana getirmede kullandığı metotlar ilahidir. Karma bir fikir yapısı yoktur. Mozaik bir kültürle beslenen ve yeri geldikçe de ilahi ilkelerle hayatını idame ettiren bir birey ya da toplum yapısı oluşturmayı temenni etmez. Kendi toplumunu yine kendi dayandığı düsturlar çerçevesinde oluşturmayı tercih eder. Bu münasebetle Müslüman toplum dediğimizde kendine özgü, ilahi temelli ve insani muhtevası olan toplum akla gelmelidir.
Mekke’de inen ilk ayetle gündem oluşturan ve puta tapıcılığı tartışılır hale getiren İslam, fıtrata uygunluğu ve toplumda aslında dile getirilmese de ihtiyaç olduğu veçhiyle, kısa zamanda çok taraftar buldu. Yalnız, gördüğü baskı ve şiddetten dolayı kendi köklerini Mekke’de salma imkânı bulamadığı için daha sonra Medine’ye yapılan hicretle devletleşen Müslümanlar, burada kendi toplum yapılarını da oluşturma imkânı buldular.
Müslüman Toplum, tüm kurumsal yapısıyla yerleştiğinde etkisini gösterebilmektedir. Bir kısım ilkelerin uygulanıp diğer bir kısmının devre dışı bırakıldığı durumlarda, Müslüman toplumun etkisini göstermesi beklenemez. Bu nedenle meyvelerini alabilmek ve bu doğrultuda insanlığa hizmet edebilmek tüm varlığıyla yaşanmasına ve etkin kılınmasıyla mümkündür.
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile sınırları çizilen, ahlaki ilkelerin yaşanır hale getirildiği medeni bir toplum olan Müslüman Toplumun kendi yaratıcılarının belirttiği mevzuata uygun hareket etmeleri, onların diğer toplumlar nezdinde de işaretle gösterilir hale gelmelerine sebep olabilmiştir. İlk insan hakları evrensel beyannamesi ile Hazreti Peygamberin ortaya koyduğu bu yüksek yaşama tecrübesi, akın akın insanların bu kaynağa koşmalarına neden olmuştur. Kıyamete kadar da devam edecek olan bu toplumu inşa etme mücadelesi, inanların hak nazarındaki kulluk seviyesini de ayrıca yükseltecek yegâne unsurdur.
“Hüküm ancak Allah’ındır. O, sırf kendisine kulluk etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 40)
Fertlerin kaynaşması ile oluşan kalabalıklara belki toplum diyenler çıkacaktır. Amentüsü olmayan, gelişigüzel bir araya gelmiş kişiler topluluğuna da toplum diyemiyoruz. Çünkü insanlığı iki kategoride değerlendirebiliriz. Müslüman toplum ya da cahiliye toplumu… Rabbini tanıma şerefine nail olamamış yığınlara ancak “Cahiliye toplumu” diyebiliriz. Kendi akıllarını kullanamamış, şeytanın kuklası olmuş, sapmış ve diğer insanları da saptırmaya, İslam’dan uzak tutmaya çalışan bu kesim, Müslüman toplumun geride bıraktığı aydınlık izde ancak doğru yolu bulabilir.
Aşamalı bir geçişi öngören İslami anlayış, bir binaya tuğla hazırlar gibi, önce Müslüman fert oluşturma gayretine girer. Bunu inşa ettikten sonra Müslüman aileyi, bundan sonra da Müslüman toplumu insanlığa hediye eder. İyi bir fertten oluşan aile ve aileler… Müslüman toplum artık bu ailelerden oluşmaya hazırdır. Ancak eğitimsiz hayat süren ve kime nasıl ibadet edeceğini bilemeyen insanlar, yaşadıkları topluma he zaman için yük olmuşlardır.
“Öyle değil, Rabbine ant olsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Üstat Seyyid Kutub, “İslam’da Sosyal Adalet” adlı eserinde İslam toplumu ile ilgili şöyle demektedir; “Bu din, sosyal hayattan uzak kaldığı müddetçe cemiyete istikamet veremez. Onu sosyal hayatından uzak tutan, içtimai nizam ve kanunlarında onunla hükmetmeyen, Yani, tedvin ettikleri kanun ve nizamları şeriata aykırı olan Müslümanlar, Müslüman sayılmazlar. Ve o cemiyet İslami bir topluluk değildir. Onlara İslamiyet’in sadece ibadet ve gelenekleri kalmıştır.”
Müslüman toplum, İslam’ın emir ve yasaklarına uyduğu sürece bu özelliğini devam ettirir. Eğer bu ilkelerden sapma oluşursa, kimlik yitirilmiş, Allahın rızasından çıkılmış olunur. İtikat ve ibadette İslamilik yitirilince de sıradan bir topluluktan farkımız kalmayacaktır. İbadetler, sosyal hayatı düzenleyen sigorta görevi görürken, Kuran perspektifinde hayatın yorumlanması, yaratılış hakikatlerine uygun bir yaşam seyri ile devamlılığı ve akışkanlığı sağlamaktadır bu toplumda.
Seyyid Kutub, İslam’da Sosyal Adalet adlı eserinde bu ibadetlerden namaz ile ilgili olarak şu gerçeklere değinmektedir; “Mesela namaz, İbadetlerin en özlüsüdür. Fert ve cemiyet olarak tek, her şeye galip ve muktedir olan Allah’a yönelmedir. Bu öyle yöneliştir ki, yönelenler arasında birbirlerine karşı ne kötülük ne nifak var. Bir öyle yönelmedir ki, aynı kıbleye bir önderin ardından bir Allah’a, zengin-fakir, rütbeli-rütbesiz tamamen eşit, bir ve beraber olarak… Namaz ibadete müteallik emirlerin özünü teşkil ettiği gibi “Allah’tan başka ilah yoktur” düsturu itikada (inançlara) müteallik hususatın özünü temsil etmektedir. Bu ikrar ile Allah’tan başka ibadete layık bir varlığın mevcut olmadığı ifade edilmekte, vicdan hürriyetine dayanan bir şuur insan hayatına yerleşmektedir.”
Namaz gibi diğer tüm ibadetler Müslüman toplumun temel dinamiklerini oluşturur. Hangisine baksanız, birer kalkan olduğu, meşakkatler karşısında birer zırh olduğu görülecektir. Zekât, Hac, Kurban ibadeti gibi… Bu değerler başka hiçbir inançta olmayan kaleler misalidir. İslam toplumunu dik ve ayakta tutan bu ibadetler sayesinde erdem ve insanlık payidar olmuştur. Zira dayanışmanın, paylaşmanın ve şükrün olmadığı bir toplumda gelecekten, sosyalleşmekten, insanlıktan söz edilemez.
Toplum inşa etmenin en önemli öğesi gönülleri fethetmekten geçer. Bireylerin şuuruna aksetmeyen bir anlayışı zorla dayatamazsınız. Kanun gücü ile meydanlara çıktığınız vakit, toplumu karşınıza almış, kan dökmeye ve can yakmaya karar vermişsiniz demektir. Oysa metazori yöntemlerle ayakta tutulmaya çalışılan düzenlerin ömrü kısadır. Gönülleri fetih için Allah korkusu gerekir. Merhamet ve şefkatle yoğrulmak, temiz bir ruha sahip olmak gerekir. Hz. Muhammed (s.a.s)’in vahiy tenzilinden önceki haline baktığımızda, temizlenmiş bir ruh ve beden iklimine sahip olduğu, artık bu ilahi vazifeyi göğüsleyecek donanımda olduğu görülecektir. Böylesine hazır ve nazır olan kudretli bir insana inen vahiyle inşa edilmesi istenen Müslüman Toplumun geçtiği evreler için, İslam tarihine bakmak yeterlidir.
Geçmişten günümüze zaferler her zaman kutlu ellerle gerçekleşmiştir. Allah unutulup menfaatler ön plana çıktığında ve bozulma başladığında insanoğlu rezillik, dalalet ve gaflet içine sürüklenmiş, zulme duçar olmuştur. Kur’an’da Allah c.c. şöyle buyurmaktadır;
“Allah öyle bir topluluk ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler ve Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler…” (Mâide, 54)
“Allah, aranızdaki iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracağını ve onları korkularından sonra güvenliğe dönüştüreceğini vaat etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar…” (Nûr, 55)
“…ancak salih kullarım yeryüzünün vârisleri olabilirler…” (Enbiyâ, 55)
Hakikat şu ki, kıyamete kadar sürecek olan zıt kutupların mücadelesi, Allah’ın yanında yer alanların zaferiyle nihayet bulacaktır.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?