Hac vazifesini yaparken ibadetin ruhta bir etki bırakması için, İslâm’ın bu ibadetlere ve sembollere yüklediği manaları da iyi tefekkür edip ruhumuzu o mana ve sembollerin iklimine teslim etmemiz gerekir ki, maneviyatımız değişsin ve hayata bakışımız İslâmîleşsin. Semboller, kendisine yüklenilen anlamdan dolayı önem kazanır. Haccın bir sembol olduğunu belirten Rabbimizin bu sembollerle neyi murad ettiğine, bu ibadetlerin neyi sembolize ettiğine bakmamız gerekir.
İslâm’ın emrettiği ibadetler, Müslümanları arındırmak, Allah’a yaklaştırmak, günahların kirlettiği kalpleri temizlemek, dünyevileşmeden dolayı yörüngeden çıkan insanı yörüngesine oturtmak, dünyaya geliş gayesini kendisine hatırlatmak içindir. Ebû Hüreyre’nin (r.a) rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bir kimse hacceder ve çirkin söz söylemez, günaha sapmazsa annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arınmış olur.” Bir başka hadiste ise Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Şeytan Arefe günü daha çok küçülmüş, daha fazla iyilikten uzaklaşmış, daha ziyade hakir, zelil ve daha çok kinli ve öfkeli olur. Bunun sebebi Allah’ın rahmetinin inmesinden başka bir şey değildir” Müslümanlara bu fırsatı veren bir ibadetin, şeytanın gündeminde olmaması düşünülemez. Bu ve benzeri ibadetlerden Müslümanların azıklanmaması için şeytanın en sinsi planı; haccın şiarlarından olan bu yerlerden şuur elde etmeden dönmesini sağlamaktır. Peygamber (sav) ‘in “Nice namaz kılan ve oruç tutanlara; kıldıkları namazlarından kendilerine sadece yorgunluk ve tuttukları oruçlarından sadece açlık ve susuzluk kalır” uyarısı da bundan dolayıdır. Peygamber (sav) ‘in oruç ve namaz için yaptığı uyarı hac için de geçerlidir. Hac ibadetinden de bize sadece yorgunluğun kalmaması için haccın fıkhına hassasiyetle riayet ettiğimiz gibi, bu ibadetin bizlere vermesi gereken şuur fıkhına da riayet etmeliyiz.
Biz Müslümanlar, sahabelerle aynı ibadeti aynı fıkhi usullerle yapıyoruz; fakat bu ibadetlerin onlara kazandırdığı şuur ile günümüz Müslümanlarına kazandırdığı şuur kıyaslanamayacak kadar farklıdır. İşte nesil olarak sahabelerle aramızdaki kalite farkı da bundan kaynaklanıyor. Peki, fıkhını özenle öğrendiğimiz ve uyduğumuz haccın, ıskaladığımız şuur boyutu nedir?
Hac, Allah’a Yaklaşmak İçin Arzulardan Ayrılmaktır
Hac, ayrılmakla başlar. Tıpkı Hz. İbrahim ve Hz. Hacer’in biricik yavruları Hz. İsmail ile birlikte yaşadıkları yerden ayrılmaları gibi… Sahip olduklarımızı terk edememek, çoğu zaman Allah’ın çağrısına icabet edememeye sebeptir. Uyku, iş-güç, mal-makam tam da gerektiği kadar gündemimizi meşgul ediyorsa çağrıya icabet edilebilir. Aksi durumda bunlar, icabete engel birer pranga olur. Fani olan bu dünya, zaten ayrılık diyarı değil midir? Eninde sonunda ayrılacağımız şeylerden ölüm bizi ayırmadan Allah’ın istediği zamanda ve istediği şekilde ayrılmasını bilmek gerekir. Rabbimiz ayrılmasını bilen “Âl-i İbrahim’i (İbrahim ailesini)” günümüze kadar bize sembol olarak gösteriyorsa, Allah’ın rızasına kavuşmak için ayrılmayı kabul etmelerinden kaynaklanıyor.
Hac, Allah’ın Boyasıyla Boyanmaktır
Yakışıyor mu diye giydiklerimizden, marka diye süslendiklerimizden, moda diye aldıklarımızdan, “üzerime iyi oturdu mu” diye baktığımız elbiselerden sıyrılarak; modaya, markaya, yakışıp yakışmamasına bakmadan Allah’ın bize yakıştırdıklarını giyerek bu göreve hazırlanmak gerekir. Giydiklerimizden çok; girdiğimiz yolun şuuruna uygun hareket etmemiz gerekir. Hayatı böyle yaşamayanların sadece Kâbe için bunu yapması kostümden öteye geçer mi bilmiyorum! Memleketinde malı, makamı, statü ve kariyeri bir tarafa bırakıp; döndükten sonra yaşantısına kaldığı yerden bu defa “hacı” olarak devam etme anlayışında olanların Kâbe’nin eşiğinde “lebbeyk Allahümme Lebbeyk (emret Allah’ım emret)” diye yeri göğü inletmesi ne kazandırır bilmiyorum!
Hac, giydiklerimizden, elde ettiklerimizden geçerek tüm renklerden sıyrılıp Allah’ın boyasıyla ve Allah’ın vaat ettiklerini elde etme gayesiyle yapıldı mı, bizi bir payeye eriştirir. Hac, ölmeden kefenlenme provası, kirlerden arınma sevdasıyla yapıldı mı, bizi Allah’a yaklaştırır. Hac, peşinden koştuklarımızı bir kenara bırakıp Azîmu’ş-şân için bizi koşturmaya yöneltiyorsa hayatımız anlam bulur. Bizi Âl-i İbrahim’e (İbrahim ailesi) benzetmeyecekse, hayatımıza katacak bir anlamı da olmaz. Hac, bizde İbrahimî bir duruş, eşimizde Hacer gibi bir teslimiyet, çocuklarımızda İsmailî bir sabır ve sadakat kazandırmayacaksa; bu ibadet, tatlı anılarıyla dilimizde dolaşan bir seyahatten öteye geçer mi?
Hac, Hz. İbrahim’in Ailesine Benzeme Mücadelesidir
Hac, her gün namazda Tahiyyat Duası’nı okurken yaklaşık 21 defa zikrettiğimiz “Âl-i İbrahim’in” mücadelesinin temsili olan yerlerden örnekler edinip; o örneklerle dönmemizi sağlıyorsa amacına ulaşmış demektir. Çünkü hac, Allah’ın emrinden dolayı; bıçağı oğlunun boynuna dayayan bir babayı, “Allah’ın sana emrettiklerini yap, beni sabredeceklerden bulacaksın” diyen bir evladı, çölün ıssızlığına ve korkutuculuğuna sabreden bir anneyi ve “Biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olduk” diyen bir aileyi temsil eder. Memleketinde Allah’tan gayrı kapılar arasında sa’y yapan; eşini, çocuğunu risk taşıyor diye Allah’ın istediği yerlere bırakamayanların safa ile Merve arasındaki sa’yı yapması yetmez. Hac, Allah’ın istediği yer, çöl misali ıssız ve korkutucu da olsa; bunu rahatının, çıkarının olduğu yere tercih etme şuuru vermelidir.
Hac, Hayatı Takva Standartlarına Göre Yaşamaktır
Bu şuurla çıkılmayacaksa yolculuğa; Allah’ın evi olsa dahi yine de bizi Rabbimize yakınlaştırmayacaktır. Hac, bir ömür elimize, dilimize, belimize sahip olmanın azığını bize kazandırmalıdır. Tıpkı oruçta olduğu gibi hacda da asıl amaç takvamıza bir şeyler katmaktır. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: “Hac, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccederse, bilsin ki hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek ve kavgaya girişmek yoktur. Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının.” (Bakara, 197)
Hac, Hiçbir Şeyin Eskisi Gibi Olmayacağı Bir Hayatı İnşa Etmektir
Hac, sadece anılarıyla bir ömür meclislerde anılacak dramatik bir yolculuk değildir. Hac’tan geriye; kaldığı otelin, yaptığı ticaretin, yediklerinin, içtiklerinin hatıraları kalmışsa; haccın bize verdiği bir şey olmamıştır. Eğer hac, bize dönülmez nasuh bir tövbe, Allah’ın hoşuna gitmeyen bir hayattan Allah’ın istediği bir hayata dönüşü sağlamıyorsa; geriye ne kaldığını varın siz düşünün! Haccın yapıldığı günlerle sınırlı bir maneviyata razı olmak da aldanış şekillerimizden biridir. Asıl döndükten sonra bu maneviyata ihtiyacımız vardır.
Milyonlarca Müslümanın bir araya gelip ibadetle, zikirle uğraşması elbette bizleri manevi bir esintinin içine alır. Önemli olan; döndükten sonra üzerimizdeki etkisinin bir ömür boyu devam etmesidir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah’ı anın. İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.” (Bakara, 200) Ayetteki “daha kuvvetli anma ile Allah’ı anın” ifadesinden hayatımızın her alanında Allah’ın koyduğu sınırlara daha sıkı bir şekilde uymayı; “İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der;” ifadesinden de tek dünyalı bir hayat yaşama anlayışını bırakarak dünya için talep ettiği gibi ahiret için de talep eden ve çalışan bir anlayışa sahip olmamız gerektiğini anlamak gerekir.
Sahabilerden Abdullah b. Abbas’ın (r.a) belirttiğine göre bu ayet; cahiliye döneminde insanlar, hac görevini bitirir bitirmez, daha Kâbe’den ayrılmadan atalarıyla, zenginlikleriyle, kahramanlıklarıyla övünen ve hac esnasında dualarında ahiretle ilgili hiçbir şeyi anmayan “Ya Rabbi bu yılı bol yağmur yılı, bereketli ürün yılı ve hayırlı evlâd yılı yap” diye dua edenler hakkında inmiştir. Sonraki ayette Allah (c.c) bizim nasıl bir şuurda olmamız gerektiğini şöyle açıklar: “Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru’ derler. İşte onların kazandıklarından payları vardır. Allah’ın hesaplaşması çok hızlıdır.” (Bakara, 201-202)
Hac, Ümmet Olmanın Şuurunu Elde Etme Mücadelesidir
Ümitsizliğin kol gezdiği, aşılandığı ve ümmetin birlik ve beraberliğe muhtaç olduğu şu asrımızda hac; farklı renklerin, farklı dillerin ve “bir’lerin iyilik için bir araya gelerek nasıl ümmet olabileceğinin provasıdır. Allah (c.c) hac ibadetinden söz ettiği ayetin sonunda şöyle buyurmaktadır: “…İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (Mâide, 2) Hac, tıpkı bir çöl gibi ekinsiz ve susuz kalmış ümmetin; Allah’ın dini uğruna gösterilecek hassasiyet, gayret ve fedakârlıkla ayağa kalkabileceğini sembolize eder. “Rabbimiz! Doğrusu ben zürriyetimden bir kısmını (oğlum İsmail ile annesi Hacer’i), senin Beyt-i Harâm’ın (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz! Namazı hakkıyla eda etsinler (sana hakkıyla kulluk etsinler) diye (emrin üzere, böyle yaptım)! Artık (sen) insanlardan bir kısım gönülleri onlara meylettir ve onları mahsullerden rızıklandır! Umulur ki şükrederler.” (İbrahim, 37)
Hacılar Arafat’ta; ölmeden önce ölümün provasını yapar, burada müminler ibadete kilitlenir, günahlarından arınmak için tövbe istiğfar eder, sonra da şeytanı taşlamak için hep birlikte hareket eder. Çünkü ancak ölümden sonrasına hazırlanan, ibadete kilitlenmiş bir hayat sürdüren, günahlardan arınmak için tövbe istiğfar eden müminler, şeytanın etkisinden kurtulur, böylece şeytan ve dostlarına karşı mücadele verip zafer elde edebilir. Bundan dolayı; Arafat’taki ruhumuzu diri tuttuğumuz her yer, Arafat’tır. Ümmet olarak bilinçli ve şuurlu bir kitle olduğumuz zaman Arafat’taki gibi fevc fevc Arafat’tan inip şeytanı ve dostlarını taşlayabilir, ümmet üzerinde oynanan oyunları boşa çıkarabiliriz. Bu ruha sahip olan toplulukların her daim feraseti açık olur. Ümmetin mağlubiyeti düşmanın güçlü olmasından değil; kendisinin ümmet olmanın gereklerini yerine getirememesinden kaynaklanıyor. Camide cemaat, Arafat’ta ümmet olan bizler; sosyal hayatta ise etliye sütlüye karışmayan fertler olduğumuz için sıkıntılar yaşıyoruz. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edenler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu (birbirinizle yardımlaşmayı) yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (Enfâl, 73)
Arafat’tan inip Şeytanı taşlamak düşmanlarımız için bir tehlike oluşturmuyor. Çünkü düşmanlarımız Arafat’tan inip şeytanı taşlayanların; memleketlerine gittiği zaman birbirlerini taşladıklarını biliyorlar. Allah (c.c) bundan dolayı bizleri uyarıyor: “Allah’a ve Resulüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider; o hâlde sabredin! Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)
Hac, Şeytanı Taşlamak ve Allah’a İtaat Edeceğine Söz Vermektir
Yapılan her kötülük ve günah gerek bireysel gerekse toplumsal olarak bizleri Şeytanın ve dostlarının saldırılarına açık hedef haline getirmektedir. Hz. Ömer’in (r.a) ordu komutanı olan Sa’d b. Ebî Vakkâs’a (r.a) gönderdiği bir mektupta şöyle yazdığı rivayet edilir: “Sakın Peygamber (sav)’in dayılarından olma fikri seni aldatmasın. Sizler ne sayı ne de silah bakımından düşmanlarınıza üstünsünüz. Sizin üstünlüğününüz, Allah’ın haramlarına onlar gibi meyletmemenizden kaynaklanıyor.” Allah (c.c) da şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde, onun(şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur! O’nun hâkimiyeti, ancak onu dost edinenler ve O’na (Allah’a) ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl, 99-100)
Kâbe’de şeytanı taşlayıp hatta duyguların önüne geçemeyip ayakkabısını fırlatanların, ticaretinde şeytanın ayak izi olan faize el atması, taş tutan ellerin neyi, niçin attığının şuurunda olmamasından kaynaklanıyor. Attığımız her bir taş ile; ailevi, sosyal, ekonomik, siyasi, vb. hayatımızı şeytanın müdahalelerine karşı koruyacağımıza dair söz verme olarak anlamalıyız.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Hac; tavafımızda Kâbe’yi merkez edinip etrafında döndüğümüz gibi hayatımızın merkezine İslâm’ı koyup onun emirleri doğrultusunda bir hayat sürdürmeyi temsil eder. Bu ibadetleri yaparken nasıl ki, bir kafileye ve kafile başkanına ihtiyaç duyuyorsak; hayatımızda da hacca kilitlenmiş kafilelere ve bu kafilelere ilmiyle, deneyimiyle yön veren birilerine ihtiyaç duyduğumuzu unutmayalım