Varlığımızın yegane sebebi; Yaradanımıza Kulluk’tur. Hak taraftarı olmak, haksızlığa karşı durmak, otoriteye rağmen mazlum ve mağdura arka çıkmak, el uzatmak, hakkı haykırmak kulluğun ne anlama geldiğini kavramaktır. Zaten bütün peygamberler bunun için gönderilmiş, bütün Kutsal Kitaplar bunun için indirilmiştir.Hak, batıla karşı bunun için mücadele etmiş, kılıçlar çekilmiş, silahlar ateşlenmiş ve nice erler bu dava için vaktini, malını ve canını seve seve vermiş, kanını akıtmış değilmidir? İşte bu erlerin örneğine 31 mayıs 2010 sabahı dünya şahitlik etmiştir. Mavi Marmara gemisinde, sivil ve savunmasız erleri hunharca katleden otorite ve taraftarlarına şu soruyu Cebbar ve Kahhar olan Rabbimiz sormadan önce, sormak elbette hakkımızdır.”Hangi günah sebebiyle öldürüldü”ler? Mavi Marmarada şehit düşen kahramanların tümünü rahmetle anıyorum. Yüce Allah derecelerini yükseltsin.
Özellikle beş yıldır özlemini duyduğum, hasretiyle tutuştuğum Ali Haydar BENGİ kardeşimi hürmet, sevgi, özlem ve rahmetle tekrar tekrar anıyorum. 25 yıllık beraberliğimiz oldu. Dile kolay…Çeyrek asır beraber olduğum, Aynı okulu okuduğum, aynı sınıfı, aynı sırayı paylaştığım, aynı medresede kaldığım. Aynı davaya gönül verdiğim kardeşimi, ağabeyimi, dostumu ve hocamı andığımız bu günler, O’na olan özlemimi kat kat artırmıştır.
Ümmetin şehidi 11 Eylül 1971 doğumluydu. Ben kendisinden 9 ay daha büyüktüm. Başım sıkışınca onunla istişare eder O’na koşardım. Bizler için fırtınalı bir günde gemilerin sığındığı liman gibiydi. O’nun yokluğunda anladım ki, bizlere hep büyüklük yapmış ağabeylik yapmıştı.
Daha okul yılların da, gencecik yaşlarda, cahili hayatın tüm kalıntılarına sünger çekmişti. Okulda ve sınıfımız da ayrı bir yeri vardı. Cana yakınlığı, hoş sohbeti, cesareti ve cömertliği yanında sporcu kimliği onu ayrıcalıklı kılıyordu.
Mesuliyet duygusuyla okulda öğrencilerle, sorunları ile ilgilenir, teneffüslerde diğer sınıflardaki öğrencileri ziyaret eder, onlara okumaları için kitaplar verirdi. Böylelikle sohbet halkaları oluşturmuştu, öğrencilerle bir araya gelerek, onlara daha çok Peygamberlerin hayatı, siyer, sahabe ve tabiin hayatı, İmam Nevevi’nin Kırk Hadis’i, Abdullah Nasıh Ulvan’ın kitaplarından Müslüman olmam neyi gerektirir ve Üstat Bediüzzaman’ın Kardeşlik, ihlas ve Gençlik Risalesi’nden sohbetler yapardı.
Okul döneminde bazı kesimler, hatta bazı hocalar sahabe devrinde yaşanan ihtilaflı konuları ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyorlar, sahabe-i kiramı mahkûm sehpasına oturtup yargılıyorlardı.
Bu konularda oldukça hassas olan Ali Haydar Hocamız, sahabeye asla laf atılmamasını, onların yaptıklarını yargılamanın doğru olmayacağını, bunun faydadan çok zarar getireceğini vurgular, hatta bazen bu konularda hocalarla tartışırdı.
Doksanlı yıllarda komşu liselerde solcuların çalışmaları da vardı. Onlar da kendi dâvaları için çalışıp eleman yetiştiriyorlardı. Hak ile bâtıl insanlığın yaratılışından bu yana hep var olagelmiş ve mücadele etmiştir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
O zamanlar Diyarbakır Lisesi’ndeki solcular, müslümanların çalışmalarına sekte vuruyor, bununla yetinmeyip onları tehdit, hatta darp ettikleri oluyordu. Bu sebeple bazen gruplar arası kavgalar olurdu. Yirmi beş yıllık beraberliğimizde bir kaç kavgasına şahit oldum onun korktuğunu, çekindiğini, geri adım attığını hiç görmedim. Başı dik, cesur ve yiğitti., Mavi Marmara gemisine saldırı haberini duyunca, onu yakından tanıyanlar şehitler arasında onun da olacağını haber gelmeden önce tahmin etmişlerdi.
Yıl sonu geldiğinde yaz tatilini değerlendirmek amacıyla münasip gördüğümüz ailelerinin izin verdiği öğrencilerle civar köylerde her şeye rağmen islami eğitim ve tedrisat yapan medreselerin yolunu tutardık. O günler çok bereketli ve çok güzel günlerdi. Bir program dâhilinde Rabbimizin âyetlerini ve Resûlünün (sav) hadislerini ezberliyor, diğer taraftan da Arapça sarf ve nahiv dersleri alıyorduk.
Günün birinde dağdan bir gerillanın yanımıza geldiğini gördük, vücudu yara bere içindeydi, elinde kalaşnikofu, yeleğinde el bombaları ve belinde de kasaturası vardı. Gelip yanımıza oturdu, tanıştık. İsminin Dılxvast, yaşının yirmi olduğunu lise okurken bırakıp dağa çıktığını, Kuzey Irak’ta dört ay askeri eğitim aldığını ve şimdi de devriye attığını söyledi.
Ali Haydar, kendisine uzun uzun nasihatte bulundu. Asıl davanın İslâm dâvası olduğunu, yarın Yüce Allah’ın huzuruna çıkacağımızı, O’na hesap vereceğimizi, zalim kim olursa olsun, Yüce Allah’ın mazlumların yanında olduğunu, tüm sorunların olduğu gibi Kürt sorununun da çözümünün İslâm’da olduğunu üzerine basa basa anlattı. Ali Haydar hoca anlattıkça ara ara gözlerinin dolduğunu görüyorduk. Sonra kalkıp, “Bu da bizim dâvamız, bu yola girdik bir kere…” deyip gözden kaybolup gitti.
Medrese yıllarında züht hayatını tercih etmişti, geceleri az uyur, uyurken ayaklarını dahi uzatmazdı, uykusu ağır olduğundan gece namazlarına kalkmak için dar bir köşe seçer, ayaklarını bağlar öylece uyurdu. Günlük iki öğün yer, her öğünde de sadece dokuz lokma ile yetinirdi, öyle oldu ki, ilimle iştigal etmek, takva sahibi olmak, Allah için züht hayatına razı olmak, gibi sebeplerle temayüz etmiş, akranlarının önüne geçmişti. Helâl ve harama karşı duyarlılığı o kadar artmıştı ki, şüpheli şeylerden bile şiddetle kaçınır olmuştu.
İslâm’a hizmeti kendine şiar edinmiş, mânevi yangının alevleri içinde gaflet uykusundaki Müslümanları uyarmak için hizmet meydanına atılmıştı. Oturmanın caiz olmadığını, çalışmanın gerektiğini her zaman âyet ve hadisler ışığında çevresindekilere hatırlatırdı. O olması gerektiği gibi idi. Müslüman olmanın ne anlama geldiğini şöyle ifade ederdi. “Müslüman; bir gün Allahın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine inanan insandır”. O bildiği ile yetinmeyen, hareket, aksiyon adamıydı. Adam gibi adamdı.
1991 yılında İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra İslâmî ilimlere düşkünlüğü sebebiyle, her şeyden evvel kendini daha iyi yetiştirmek çevresine, toplumuna ve İslâm’a daha iyi hizmet edebilmek amacıyla “İlim talep etmek her mümin erkek ve bayana farzdır” hadisi gereği, hayali ile yaşadığı Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’ne kayıt olmak için anne ve babasının izniyle, hayır dualarını alarak Mısır’a doğru hareket etti.
1991 yılı Eylül ayı Mısır’a dört arkadaşımızla beraber gitmiştik. O zaman Türkiye ile Mısır arasında kültür anlaşması vardı. İmam Hatip Lisesi diplomasıyla başvurumuzu yaptıktan sonra, kayıt için gereken evraklarımızı hazırlayıp konsolosluğa teslim ettik. Kısa bir müddet sonra YÖK’e giden evraklarımız onaylanmış, resmi öğrenciliğimiz tanınmış ve pasaportumuza işlenmişti.
Kayıt esnasında Türkiye’den gelen öğrenciler genellikle daha rahat olduğu için Usulüddin Bölümü’nü tercih ederlerdi. O yıl beş fakülte arasında tercih sıralaması yapmamızı istemişlerdi. Yaptığımız fakülte tercihlerinde Ali Haydar Hoca ve diğer arkadaşlara Türkiyeli öğrencilerin uzak durduğu en ağır bölüm olan İslâmî İlimler Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi çıkmıştı.
Yaz tatilinde Bizler memleketteyken İmam Hatiplik için sınav başvuruları başlamıştı, ben ve Ali Haydar Hocam da bu sınava başvurmuştuk, sınav yazılı, sonrada mülakattan ibaretti. Kadro az ama başvuranlar çoktu. Sınav sonuçları açıklandığında Ali Haydar Hoca ikinci olmuştu. İmam-Hatiplik için hemen başvurusunu yapmış ve göreve başlamıştı. İmamlığı fazla sürmedi, çünkü memuriyeti ile Ezher’de okuma arasında tercih yapması gerekecekti. Ya okulu bırakacak hayata atılacak, evlenip çoluk çocuğa karışacak; ya da hep hayaliyle yaşayıp durduğu Ezher eğitimini bütün olumsuzluklara rağmen tamamlayacaktı. Çünkü, YÖK, Resmi öğrenciliğimizi iptal etmiş, o yıl Mısır’da okuyan Türkiye’den giden bin beş yüz öğrenci mağdur edilmişti. Öğrenciliğimiz iptal edilince de asker kaçağı durumuna düşmüştük.
Ali Haydar Hoca altı aylık memuriyetinden istifa ederek Ezher’e kaldığım yerden devam edeceğim, dedi.
Okuduğu bölüm gerçekten zor bir bölümdü. Yabancı bir dil ile eğitimi tamamlamak oldukça zor. Bu zoru başaracağına ilk etapta inanmamıştım ama ondaki azmi, hırsı görünce yanıldığımı anladım. Zaten mezun olduktan sonra bunu ona itiraf etmiş ve tebrik etmiştim. Gerçekten büyük bir başarıya imza atmış ve Ezherli olmanın haklı onurunu hep taşımıştı.
Aldığı eğitiminin Türkiye’de karşılığını göremediği için sitem ederdi. Hatta bir defasında bana şöyle demişti. “Vefat edersem vasiyetimde beni diplomamla defnetmelerini isteyeceğim. Yüce Allah’ın Huzuruna çıktığımda Ya Rabbi, bu diplomanın hakkını vermediler, hakkımı yiyenlerden dâvacıyım” diyeceğim.
On sekiz ay yaptığı Askerliğini bitirip memlekete döndüğünde ne yapacağını bilmez durumdaydı. Bir müddet bazı yayınevleriyle anlaşıp kitap tercümeleriyle uğraştı. İki üç kitabı tercüme ettiğini biliyorum. Aldığı ücret onun mutfak ihtiyaçlarını bile karşılamıyordu. Başka şeyler yapmak zorundaydı. Bir cep telefonu hastanesinde az bir ücret karşılığında işe başladı. Bu işte muvaffak olmuş Yüce Allah’ın lütfu ile dünya kapılarını ardına kadar açmış maddi imkanların tümüne sahip olmuştu. Ne alışverişi ne ticareti O’nu davasından alıkoyamamış, maddi imkanlarınıda bu uğurda seferber etmişti. Kısa bir zaman zarfında çalışkanlığı, dürüstlüğü ve bu işteki başarısıyla tanınmış iyi bir esnaf olmuştu.
Çevresinde sevilen, hoşsohbet biriydi. Onu yakından tanıyanlar, onunla oturmaktan büyük haz alırlardı..
Ne yapıp edip kafasına taktığı işi yapardı. Müslümanların derdiyle dertlenir, hizmetlerine koşardı. Müslümanların birlik ve beraberliği için gayret eder, bunun için düzenli bir şekilde Sivil Toplum Kuruluşlarıyla bir araya gelirdi. Din konusunda soru soranlara İslâmiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Nefsine hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle uğraşmazdı. Olayların sonuçlarını sezerdi. Karizması ile karşılaştığı herkesi etkiler, gönüllerini kazanırdı.
Hiçbir zaman insanlar bilsinler ve takdir etsinler diye çalışmaz, Allah rızasından başka bir şey istemezdi. Sadece Allah’ın hesabından korkar ve O’ndan sevap beklerdi. Kendisi için rahat ve huzuru talep etmez, Allah için bir şeyler yapınca mutlu olur, huzuru yakalardı. İnsanların taşımaktan çekindiği veya gafil oldukları dâvanın yükünü taşıma şerefini her zaman omuzunda hissederdi.
Ali Haydar Hoca, her zaman Allah’ı zikreden, O’ndan korkan ve O’nu öven bir duygu içerisindeydi. İbadete düşkün, Rasulullah(sav)’in sünnetlerine bağlı idi, nafileleri çokça yapar özellikle gece namazlarını önemserdi. Günlük Kur’an virdini okur, Pazartesi-Perşembe oruçlarına devam ederdi. Daha gençlik yıllarında üç ayların tamamını oruçla geçirirdi. Allah’ın kendisine verdiği nimetleri düşünüp tefekkür eder, her durumda şükrederdi. Tesbihini, misvakını elinden düşürmezdi. Takva ehliydi. Bu konuda oldukça hassastı, en takvalı olanı seçmede özen gösterirdi. Kimi zaman cebine giren paranın, ağzına giren lokmanın hangi yolla geldiğinin hesabını yapardı. Şık giyinmeyi sever, imkânı olduğu halde çok pahalı ve marka giyinmekten sakınırdı.
Kendisine yakın, kendisi gibi düşünen bazı arkadaşlarıyla bir araya gelip hizmet sahasında daha etkili olabilmek, İslâm’ın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinde doğru anlaşılması ve yaşanması, dâvet ve irşad çalışmalarında bulunulması, toplum bireyleri arasında sevgi, saygı ve iş birliği bağlarının geliştirilmesi, üstün vasıflı, kültürlü ve becerikli insanların yetiştirilmesi, toplumu bilgilendirmek, hakların kullanımında bireylere yardımcı olmak; başta insan olmak üzere zulme uğrayan bütün varlıkların doğalarının korunması amacıyla her türlü hakaret ve tecavüze karşı mücadele verilmesi, sokak çocuklarının topluma kazandırılması ve yetim, dul, yoksul ve kimsesizlere yardım edilebilmesi için “2005 yılında Aydınlık Yarınlar İçin Hak ve Özgürlükler, Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği AYDER ’de faaliyetler de bulundu. Derneğin Başkanlığını yaptı.
AYDER merkezinin alımı için yoğun çaba harcamıştı. iki katlı, avlusu bulunan eski bir yapı bulunmuş, dernek gönüllüleri tarafından satın alınmıştı. Bu tarihi evin onarılması, restore edilmesi, kullanılır hale getirilmesi gerçekten zordu. Bunun için yoğun çaba harcamış hem maddi olarak büyük katkıda bulunmuş hem de bizzat inşaatında kendisi çalışmış ve başkalarına örnek olmuştu. Şu an Ayder çatısı altında hedeflediği birçok şeyi gerçekleştirmiş bulunuyor. Bu kültür merkezinde Arapça kursları düzenlenmekte, öğrencilere eğitim verilmekte, okul derslerine yardımcı olunmakta, halka yönelik haftalık dinî sohbetler yapılmaktadır.
Ali Haydar Hoca 3-4 seneden bu yana İsrail’in ablukası altında Gazze’de yaşayan Müslüman kardeşlerinin en tabii ihtiyaçlardan mahrum, perişan bir hayat sürmekte ve çok ciddi sıkıntılar içerisinde yaşamak zorunda olduklarını görüyor ve İsrail’in zulmünü her fırsatta dile getiriyor, Bir şeyler yapmanın gerektiğini, yapılmadığı takdirde Yüce Allah’a hiçbir şekilde hesap veremeyeceğimizi söylüyor, bunun huzursuzluğunu hep derinden hissediyordu.
İnsanlığın vicdanına bağlı olarak İHH ve diğer ülkelerden bazı STK’lar ile bu ambargoyu kaldırmak, oradaki insanların insani ihtiyaçlarını karşılamak için bir takım yardımların götürüleceğini duyunca hiç tereddüt etmeden bu organizeye katılma kararını almıştı. Diyarbakır’da bu organizeye katkıda bulunmak için kermes düzenlenmiş, yardımlar toplanmış, kendiside bizzat katkıda bulunmuştu. Bu yolculuk için hazırlık yaparken bazı arkadaşları kendisinin şehit olacağını rüyalarında gördüklerini söyleyince, kendisi, “Şehit olmak kim biz kim, bizler şehit olmaktan çok uzağız. Rabbim gerçek şehadeti nasip etsin demişti. Şahadetin Mübarek olsun Ey Şehit!
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!” sözünün Şehit Ali Haydar Hoca’da tecelli ettiğine şahit olduk. O’Filistin için bir şeyler yapabilmenin gayretiyle yola çıkmış, arzu ettiği şehadete bu yolda nail olmuştu. Şehitlik yüce bir mertebedir, Kul olabilmenin şuurunda, şerefle yaşanmış bir hayatın şerefli bir neticeyle taçlanması bunun en güzel ifadesidir.
“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarımın arasına katıl, Ve cennetime gir!” (Fecr, 89/27-30).
Ömer Aytaş