İster batıl, ister hak yol olsun; bir işe hayat ve tat veren, mana ve ruhtur. Mana ve ruh da; bilginin insanın cismani varlığında şekle ve amele dönüşmesidir. Bu durum insanı, fiziksel normların ötesine taşır ve insanı, manevi bir varlık olan eşrefi mahlûk, Ahsen-i takvim çizgisine ulaştırır. Duyu organlarının takatinin kalmadığı, fizik kurallarının işlevini yitirdiği noktalarda ve zamanlarda; mana ve ruh devreye girer ve insana, fizik ve normların açıklamakta aciz kaldığı metafizik bir anlam katar. Bu idrakin başladığı nokta, bizim duyu organlarımızın sınırlarının tükendiği noktadır.
Uhud gazvesinin olduğu gün; vücudunda sekseni aşkın kılıç, ok ve mızrak darbesine rağmen cansiperane Peygamber sav’i savunan Talha bin Ubeydullah’ı ayakta tutan, sahip olduğu bu mana ve ruhtu. Belki de bu mana ve ruhun verdiği cezbe hali, onu melekût âlemiyle bütünleştirmişti. Çünkü Peygamber sav o gün: “Uhud günü, yeryüzünde sağımda Cebrâil, solumda Talha bin Ubeydullah’dan başka, bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm, cennetlik birini görmek isteyen Talha’ya baksın” diye buyurmuştu.
Biz Müslümanların hayatındaki madde karanlığı, hakkın ve ruhun aydınlığına baskın gelmiş olmalı ki, bu anlatılanlar, bize bir masal ve ütopya gibi görünmektedir. Oysa dünyalık başarılar elde etmek için; Talha r.anh’ın Uhud’taki gayreti gibi bir gayreti, geçici dünya metası için gösteren nice Müslüman’a şahit olmaktayız. Şehit İmam El Benna der ki: “Bir toplum dünya nimetlerine dalar, rahatlığa kendini kaptırır, maddi varlıkların içine karışıp dünya hayatının süsleriyle oyalanmaya başlarsa artık, hayatın zorluklarını, sıkıntılarını üstlenme görevini unutur. Sapık akımlara karşı durmaya ve hak yolda mücadeleye yanaşmak istemez.
Artık böyle bir toplumun bütün şerefinin ve arzusunun, dünya refahı olduğunu söyleyebilirsin.”
Peygamber sav’in “bir gölgelik” olarak nitelediği şu dünyayı, bizler; “ebedi istirahatgâh” zannedip hareket eder olmuşuz. Bağlandığımız, tutkunu olduğumuz dünya da; bizi en kutsal değerlerimizden ve gayelerimizden saptırır olmuş. İngiltere Kralı Edward sevdiği kadınla evlenebilmek için tacını, tahtını bırakmıştı. Evlenmesine; kilise ve Lordlar kamarası razı olmuyordu. Kadını, kraliçe olmaya uygun bulmuyorlardı… Bunun üzerine Kral: “öylemi, benim sevdiğim insana kavuşmama krallık mı mani? Öyleyse ben aşkımın, sevgimin krallığını, İngiltere krallığına tercih ediyorum…” Tahtı kardeşine bırakıp gidiyor… İşte aşkın, dünya saltanatına galebesidir bu… Dünyaya aşk ile bağlanmışsak; ahretimizi; ahretimize aşk ile bağlanmışsak, dünyamızı terk etmeye razı olabiliriz. Suheyb-i Rumi’nin hicret esnasında, Peygamber sav’e kavuşmak için malını müşriklere bırakması, ihtiyaç duyduğumuz aşkın tezahürüdür.
Peygamber sav ve ashabın mücadelesini incelediğimiz zaman, bizleri hayrete düşüren enerjilerinin, sabır ve sebatlarının kaynağının; bu mana ve ruh olduğunu görürüz. Köz haline getirilen ateşin üzerine yatırılıp, dininden dönmesi beklenen Habbab bin Eret’in sebatını açıklayabilecek tek kelime, adına Rabbanilik diyebileceğimiz bu mana ve ruhtu. Firavun, sihirbazları ölümle tehdit ettiğinde sihirbazların: “Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin… Allah’ın vereceği mükâfat daha iyi ve daha devamlıdır.” (Taha, 73) diye cevap vermesi, Rabbaniliğin kelimelerle resmedilmesidir.
Mısır’da, ömür boyu zor işlerde çalıştırılma ve benzeri ceza istemleriyle mahkeme karşısına çıkarılan bir grup Müslüman, mahkeme önüne çıkarılmayı beklerken, içlerinden biri: “Hz. Musa (as), hanımının mehri karşılığında sekiz yâda on sene hizmette bulundu. Siz de eğer cennette hurilere kavuşmak istiyorsanız, hakkınızda verilecek hükümleri pek fazla görmeyiniz” diyerek, mahkûmiyetlerini manaya dönüştürmüşlerdir.
Tek kişilik bir hücrede kalmaya mahkûm edilen bir Müslüman, hücresinde kendini ibadete, duaya ve Kur’an’ın feyzine o kadar kaptırıyor ki gardiyan, onun bu haline acıdığı için hücresinin kapısını açtığı zaman; o, bu durum maneviyatını olumsuz etkilediği için kapının kapanmasını talep etmiştir. Böyle bir ruh ile Allah’a bağlanan ve Allah’ın davasına gönül verenlere, kim engel olabilir?
Allah’ın dini, Rabbani bir kimliğe kavuşmuş Müslümanları beklemektedir. Bu din ancak böylesi insanların omuzlarında hedeflerine doğru ilerleyebilir. Allah cc ayette şöyle buyurmaktadır: “Nice Peygamberler vardır ki, kendileriyle beraber birçok Rabbaniler, mücadele etmişlerdir. Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Ali İmran, 146)
Bu ayetin manasını ruhumuza kazıyan iki olayı paylaşmak istiyorum. Biri asr-ı saadetten, diğeri ise günümüzden… Sa’d bin Muâz anlatıyor: “Uhud günü, Enes bin Nadr’e rastladım.” Bana dedi ki: “Ey Sa’d! Nadr’ın Rabb’ine yemin ederim ki, cennet işte burada! Uhud’tan daha yakın bir yerden kokusunu alıyorum.” Savaştan sonra Enes bin Nadr şehit oldu…
Kız kardeşi, her tarafı yara içinde olan Enes bin Nadr’i, ancak parmaklarından tanıyabildi.
Diğer örnek ise, Rabia Meydanı’ndan… Bir gazeteci, Yaşlı bir kadına şu soruyu soruyor: “Anne, Kahire’nin bu kavurucu sıcağında, oruçlu olduğun halde, her gün Rabia alanına geldiğini görüyorum, nasıl dayanıyorsun? Yaşlı kadın, gazeteciye şu cevabı veriyor: “Yavrum ben Rabia’da cennetin kokusunu alıyorum!”
Belki de bir Müslüman’ın yaptığı bir işi, hangi ruhla ve nasıl bir kararlılıkla yapması gerektiğini anlatan manidar iki olay… Bugün bizler, bir Müslüman olarak; yaptığımız işin büyüklüğüne, küçüklüğüne bakmadan, bu heyecan ve tutku ile yola koyulmalıyız. Zira Allah, uyuşuk uyuşuk işe el atan insanları; “Onlar, namaza üşenerek kalkarlar…” (Nisa, 142) buyurarak kınamaktadır.
Heyecanını yitirmiş bir ümmetin uyanışı için; kendini Rabbine adayanların harekete geçmesi gerekiyor. Bir İslam âliminin; “Ben Allah yolunda çalışmadığım zaman hasta oluyorum” demesi ne kadar da manidar! Günümüzde İslami çalışmalarda bulunan insanların karşılaştığı en büyük girdap, sahip oldukları heyecanın zamanla kaybolması ve yaptıklarından bir haz alamamasıdır. Yâda geçmişte heyecanla yaptıklarını terk etmesidir. Gencin biri, böyle bir ruh halinin içine düşmüş olacak ki, bir gün karşılaştığı Salih bir zata; “ibadetlerimden bir haz alamıyorum. Geçmişte şöyle şöyle çalışırken, bugün hiçbir şey yapma isteğim kalmamış durumda. Bana bu konuda nasihat eder misiniz?” diye istekte bulununca, Salih zat: “Heyecanımızı kaybetmemizin sebebi; şu sekiz şeye, şu üç şeyden daha çok zaman ve değer vermemizdir” dedikten sonra, şu ayeti hatırlatıyor. “De ki; “Eğer 1. Babalarınız, 2. evlâtlarınız, 3. kardeşleriniz, 4. eşleriniz, 5. hısım ve akrabanız 6. kazandığınız mallar, 7. bozulmasından korktuğunuz ticaret ve 8. hoşunuza giden evler; 1. Allah’tan, 2. Peygamber’den ve 3. Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, Allah’ın emri gerçekleşinceye kadar bekleyiniz. Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez.” (Tevbe, 24)
Evet, arzuladığımız ruhun zayıflamasına, heyecan ve coşkumuzun kaybolmasına sebep olan etkenler bunlar… Bu değerler birinci önceliğimiz olunca, tembelleştik, lakaytlaştık, atıl hale geldik, görevden kaçar olduk, kendimizi değil; emir ve yasakları kendimize uydurur olduk, bahaneler üreten olduk. Bu öncelediklerimiz, bizi öyle bir hale getirdi ki, sınavlar okuyacaklarımıza engel, ticaret, revan olacağımız yola birer pranga oldu. Kariyer en verimli zamanlarımızın katili, kalbi hastalıklar, en güzel duygularımızın cellâdı oluverdi. Hal böyle olunca; Allah’ın kurtarıcı olarak gönderdiği Talut’a kusur arayan, gökten inen sofraya itiraz eden, yapanları kınayan ama yapmaktan da kaytaran kirli bir psikolojinin kör takipçisi olduk.
Dünyevileşen, bireyselleşen ve bencilleşen biz Müslümanların, kurtuluşuna çare olacak tek şey Rabbanileşmektir. Şunu unutmayalım ki Peygamber ve ashabı, düşmanlarına galip gelirken, açlıktan dolayı karınlarına taş bağlayacak kadar aç; ayak tırnakları, binek olmadığından dolayı yürümekten dökülecek kadar askeri açıdan sıkıntı içerisindeydiler. Peygamber ve beraberindekiler, kaç gece açlıktan dolayı kendilerini dışarı atmışlardır. Fakat onların Allah’a olan bağlılıkları o kadar kuvvetliydi ki, bu halde bile nice imparatorlukları ve bu imparatorlukların devasa ordularını mağlup etmişlerdir.
Hz. Ebubekir, Amr b. As’a gönderdiği bir mektubunda şöyle diyor: Selam üzerine olsun. Gönderdiğin mektubu aldım. Rumların birtakım askeri hazırlıklar yaptığını yazıyorsun. Şunu bil ki, Allah Teâlâ bize, peygamberiyle beraber savaşırken çokluğumuzdan veya silahlarımızın üstünlüğünden ötürü zafer vermiyordu. Biz Hz. Peygamber ile beraber savaşırken yanımızda sadece iki at vardı. Develere de sırayla binerdik. Uhud günü Hz. Peygamber ile beraberdik. Bizim sadece bir atımız vardı. O ata da Hz. Peygamber binerdi. Böyle olduğu halde Allah bizi destekler ve bize yardım ederdi. Ey Amr! Şunu bil ki, Allah Teâlâ’ya en fazla itaat eden; günahlardan en fazla nefret eden kimsedir. Öyleyse, Allah’a itaat et ve arkadaşlarına da Allah’a itaat etmelerini tavsiye et.
Donanım olarak yeterli hale gelmek, sayıca fazlalaşmak, teknolojide zirve olmak, ekonomide devleşmek yetmiyor; bir de Rabbine ram olmak gerekiyor. Olaylara ilahi pencereden bakılınca, “nice az toplulukların, neden sayıca fazla olan topluluklara galip geldiğinin sırrına” vakıf olunuyor.
Bizans imparatoru Herakl, Antakya’da bulunduğu sırada Rumlar, ashabın karşısında mağlup olup kaçtılar. Herakl:
“Allah sizi kahretsin! Karşınızdaki Araplar da sizin gibi birer insan değil mi?” dedi. Komutanlar:
“Evet, onlar da bizim gibi birer insandır” dediler. Herakl:
“Peki, onlar sizden daha mı çok?” dedi. Komutanlar:
“Hayır, biz onlardan kat kat fazlayız” dediler. Herakl:
“O halde neden devamlı yeniliyorsunuz?” dedi. O zaman ileri gelen bir kişi:
“Çünkü onlar geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutar, sözlerinde durur, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır, birbirlerine zulüm ve haksızlık etmezler. Oysa biz; içki içer, zina eder, haram yer, sözümüzde durmaz, soygunculuk yapar, zulmeder, faiz ve tefecilikle uğraşırız. Allah’ın hoşnut olacağı şeyleri nehyederiz, yeryüzünde bozgunculuk yaparız” dedi. Bu söz üzerine Herakl:
“Doğru söylüyorsun” dedi.
Bugün ise, roller değişti… Değerlerimize, sabitelerimize yabancılaştık… O gün; Rum ordularının yenilmesine sebep olan hasletlere, bugün bizler müptela olduk. Hal böyle olunca da; yeryüzünün müstekbirleri, Peygamber sav’in haber verdiği gibi üzerimize üşüşüverdiler.
Hz. Ebubekir’in halife olduğu dönemde Arapların bir kısmı dinden dönmüştü. Hz. Ebubekir, onlarla savaşmak üzere Medine’den çıktı. Fakat Bakî mezarlığını biraz geçince, Medine’nin korumasız kalacağından endişelenerek geri döndü. Savaşa giden birliğin başına Allah’ın kılıcı Halid b. Velid’i kumandan tayin etti ve askerlere onun emrinde savaşmalarını emretti. Halid b. Velid’e de; Mudar kabilesinin bedevîlerinden başlayarak İslâm’dan çıkan kabilelerle savaşmasını, sonra da Yemame’ye gidip yalancı peygamber Müseyleme ile savaşmasını emir buyurdu. Halid b. Velid, önce Benî Esed kabilesinden yalancı peygamber Tuleyha ile savaştı ve onu mağlup etti. Tuleyha, adamlarının kaçtığını görünce:
“Allah sizi kahretsin” Neden kaçıyorsunuz?” dedi. Kaçanlardan biri:
“Neden kaçtığımızı sana söyleyeyim: Biz arkadaşlarımızdan sonra ölmek istiyoruz. Oysa onların içinde arkadaşlarından önce ölmeyi istemeyen yoktur” dedi. Tuleyha savaşta mâhir, cesur ve kahramandı. O gün; Ukkaşe b. Muhsîn ile İbn Erkam’ı şehid etmişti. Tuleyha mağlup olduğunu anlayınca, atından indi ve tekrar Müslüman olarak umre için ihrama girdi.
İslam tarihi anlattığımız bu olaylar gibi sayısız menkıbeler ile doluyken, bugün bizlerin donuk, ruhsuz, atıl bir hayat sürdürmesi ne kadar yakışık kalır! Ölen azmimize, uyuyan rumuza, tembelleşen bedenlerimize bu kıssaları sindire sindire anlatmalıyız. Anlatmalıyız ki, Allah yolunda yüzlerce kilometreyi yalın ayak yürüyenleri hatırlayıp metro ile, araba ile gideceğimiz meclislere nefislerimiz coşarak gitsin. Anlatmalıyız ki hanımlarını dul, çocuklarını yetim bırakanların bugüne getirdiği dine, bizler Ensar olabilelim. Anlatmalıyız ki, bugünün Rabbanileri olarak bu “kutsal yükü ve davayı” omuzlayabilelim.