İslâm denge dinidir, vasatın altında veya üstünde bir hayat nizamını dikte etmediği gibi tasvip ve teşvik de etmemiştir. İslâm, dünya ve ahiret ilişkisi bakımından insanlara manastırlarda yaşamayı öğütleyen, hayata ve dünyevî zevklere sırt dönmüş uhrevî ve münzevi bir din de değildir. İslâm, ahireti yadsıyarak hayatı yalnızca bu dünyadan ve görünür olandan ibaret sayan, pozitivist ve materyalist anlayışı da reddetmiştir. Yani ifrat ve tefrit dediğimiz uç noktalarda yaşamayı hoş görmemiştir.
İslâm dünyaya, dünya hayatına ve çalışarak servet kazanmaya karşı değildir. Aksine Allah’ın bir lütfu ve hayır olarak tanımladığı servet ve mal çokluğuna önem vermiş, Müslümanların hem dünyaya hem de ahirete çalışmalarını teşvik etmiştir. Bu konuda hem ayetler hem de hadisler rızık temini için çalışmayı, düşmana karşı güç toplamayı, dünyayı mamur hale getirmeyi emir ve teşvik etmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) uygulamaları da İslâm’ın dünyaya, dünya malına ve servete karşı menfi bir tutum sergilemediğini ortaya koymaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allah (c.c) şöyle buyurur: “De ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?’ De ki: ‘Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır.’ İşte bilmek isteyen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz” (Ârâf, 32) Başka bir ayette ise Allah (c.c) şöyle buyurur: “Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez.!” (Kasas,77)
Sahabe efendilerimizin ilk öğretmeni ve eğitmeni, kendisini örnek ve önder olarak kabul ettiği Resûlullah da (sav) şöyle buyurmuştur: “En hayırlınız ahireti için dünyasını, dünyası için de ahiretini terk etmeyip her ikisini birden yürütendir. Zira dünya ahiretin tarlasıdır. Sakın insanlara yük olmayınız.”1 Sahabe efendilerimizi ilmek ilmek dokuyan Rasululah’ın (sav) bu hadisi, sahabe efendilerimize dünya ve ahiret dengesini sağlamada, dünyaya bakış açısı kazandırmada bir yol haritasını oluşturmuştur.
Sahabe efendilerimizin birçoğu dünya malına tamah etmeden, dünyanın ve içindekilerinin esiri olmadan olabildiğince sade bir hayat yaşamışlardır. Bu durum, onların hayattan kopuk yaşadıkları, dünyadan gerektiği kadar kâm almadıkları anlamına gelmemektedir. Dünyadan el etek çekerek yaşamak -dini amaçla olsa dahi- tasvip edilmemiş ve Resûlullah (sav) tarafından kat’i bir dille yasaklanmıştır.
Sahabe hayatındaki şu olay İslâm’ın din ve dünya işlerine bakışı bakımından çok manidardır: Hz. Peygamber’in (sav) ibadet durumunu öğrenmek üzere üç kişi Hz. Aişe’ye (r. anha) gelerek onun günlük yaşayış ve ibadetini öğrenmişler ve kendi yaptıkları ibadetleri az görerek “Hz. Peygamber’in geçmiş ve gelecek günahları affolunduğu halde bizim yaptıklarımız Resûlullah’ın (sav) yaptıklarının yanında bir hiçtir.” diyerek kendi aralarında bazı kararlar almışlardır. Bunlardan biri, geceyi tamamen namaz kılarak geçireceğini, diğeri gündüzleri devamlı oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyip, kadınlardan uzak duracağını söylemiştir. Durum Hz. Peygamber’e (sav) haber verilince O, bu duruma kızmış ve şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki içinizde Allah’tan en çok sakınıp çekinen ve en çok korkan benim. Hal böyleyken bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum, gecenin bir kısmında namaz kılıyor, bir kısmında uyuyorum, kadınlarla da evlenir, münâsebette bulunurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”2
Hz. Peygamber (sav) geçimini temin etmek için çalışmış, sahabeler de onu örnek alarak çalışmışlardır. Sahabe efendilerimiz kendi işlerinde bizzat çalışır, terler, kazanırlar; ama ibadetlerini de terk etmez, namaza, cihada, başka bir ibadet yahut işe koşarak gelirlerdi. Hatta terli ve kirli bir şekilde mescide gelen sahabelerin vücutları koktuğundan Rasululah (sav) onlara “Keşke yıkansaydınız.” diye tavsiyede bulunmuştur.3 Müslüman’ın çalışmasının gerekliliğine işaret eden hadisler gösteriyor ki, miskinlik ve tembellik asla bir Müslüman’ın özelliği olamaz. Sahabe efendilerimiz, tevekkülü de miskince oturup rızık beklemek olarak anlamamışlardır. Eğer bu şekilde anlamış olsalardı, ticaret ve tarımla uğraşmaz, İslâm’ın yayılması için cihada çıkmaz, saldırılara maruz kaldıklarında savunma gibi eziyetlere katlanmazlardı.
Sahabe efendilerimiz Resûlullah’tan (sav) neyi almışlarsa hemen uygulama yoluna girmişlerdir. Mesela, “Allah yolunda sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça iyiliğe asla eremezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) ayeti nazil olunca Ebu Talha, Hz. Peygamber’in (sav) yanına gelerek çok sevdiği hurma bahçesini Allah rızası için dilediği şekilde kullanmasını istedi. Onun bu davranışını takdir eden Resûlullah’ın (sav) bahçeyi akrabalarına vermesinin daha uygun olacağını söylemesi üzerine de amcazadelerine ve yakın akrabalarına bağışladı.4
Dünya malı sahabe efendilerimizde hırsa neden olmamıştır. Gerektiği zaman malının tümünü verecek kadar dünya malını önemsememişlerdir. Bu konuda Hz. Ebubekir’in (r.a) yaptıkları hafızalarda canlılığını koruyor. Hz. Osman (r.a), Tebük seferi için Hz. Peygamber’in (sav) hazırladığı orduya 1000 dinar bağışlamış ve 30.000 kişilik ordunun 10.000 askerini teçhiz etmiştir. Yaklaşık 300 deve ile 60-70 arası kadar da at bağışlamış ve askerin birtakım ihtiyaçlarını tedarik etmiştir. Bu büyük bağışları üzerine Hz. Peygamber’in (sav) duasına mazhar olmuştur.5
Sa’d b. Rebi’ (r.a), Abdurrahman b. Avf’a (r.a) malının yarısını ve eşlerinden birisini boşayarak kendisi ile evlendirmesini söylemiş fakat; Abdurrahman (r.a) kabul etmemiştir. Bu olay belki uç bir örnektir ama her iki tarafın da dünyaya bakışını ortaya koymaktadır.
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a) 700 deveden oluşan kervanı Medine’ye gelmiş ve Medine’de büyük bir gürültüye sebep olmuştur. Hz. Aişe’nin (r. anha) müjdesi Abdurrahman’a (r.a) ulaşınca o kervanı bütün ağırlıklarıyla Allah yolunda harcamak üzere sadaka olarak vermiştir. Yine Abdurrahman b. Avf’ın (r.a) oruçlu olduğu bir günde eski arkadaşlarını hatırladığı, onların iyiliklerini ve Allah için yaptıklarını anlattığı, sonra kendisinin iyiliklerinin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korktuğundan gözyaşlarına boğulduğu ve iftar etmeden sofradan kalktığı rivayet edilir.
Ebû Zerr (r.a) bir defasında, on dirheme gömlek almak isteyen Ebu’d-Derdâ’ya (r.a) bunun israf olduğunu söyledi, onunla çarşıya gidip dört dirheme bir gömlek satın aldı. Dönüşte bir adamla karşılaştı. Adamın neredeyse edep yerleri görünüyordu. Ebû Zerr (r.a) ona: “Allah’tan kork, edep yerlerini ört” deyince, adam; “kıyafetinin olmadığını” söyledi. Ebû Zerr (r.a), elbisesini yoksula verdi. Çarşıya giderek 4 dirheme bir gömlek daha satın aldı.”6 Hz. Ebu Zerr el Gıfari (r.a) Rebeze denen yerde zühd hayatını sürdürmüş ve burada vefat etmiştir. Evinde ona yetecek kadar kefen bezi bulunmadığı, onu defnedenlerden birinin, kendisine ait bezlerle kefenleyip cenaze namazını kıldırdığı nakledilir. Vefatından sonra hanımı, kızı ve bir hizmetçiden ibaret ailesine üç merkep, birkaç keçi ile diğer bazı hayvanların miras kaldığı zikredilmektedir.
Bu olaylar sahabe hayatındaki örneklerden sadece birkaçıdır. Bunların dışında sahabe efendilerimizin dünyayı sadece geçimlik bir tarla olarak gördükleri birçok örnek vardır. Bununla beraber Hz. Ömer (r.a) dönemi ve sonrasında İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ve neticesinde elde edilen ganimet ve zenginliklerin halkın yaşam kalitesini artırmasının doğal bir sonucu olarak, Müslümanlar’ın dünyevî meşgaleleri çoğalmıştır. Bu durum, İslâm devletinin temellerinin oluşumu ve şahlanışına, nice zorluk ve eziyetlere göğüs geren sahabelerde ve onları takiben tâbii ve tebe-i tabiilerde, insanların İslâm’dan kopmaları ve dinî hassasiyetlerinin gevşemesi endişesini doğurmuştur.7 Bu endişe sahabe efendilerimizin bazılarının son yıllarında münzevi hayata ağırlık vermelerine, dünya meşgalelerini azaltarak onu terk etmelerine neden olmuştur.
Sahabe arasında bazı dünyevîleşme eğilimlerinden söz etmek mümkün olmakla birlikte ilk nesil Müslümanlar vahyin bu konudaki mesajını doğru anlamış ve bu anlayışa uygun biçimde yaşamışlardır. Mesela, bir taraftan sahip olduğu iktidarın gücüyle Irak ve Suriye’ye ordular gönderen, Kisra ve Kayser’in elçileriyle müzakerelerde bulunan, Muaviye (r.a) ve Hâlid b. Velîd (r.a) gibi üst düzey yöneticileri hesaba çekmek üzere Medine’ye çağıran, diğer taraftan da sadelik ve bu sadeliğe mütenasip bir tevazuun göstergesi olarak yamalı elbise giyen, eski sarık sarıp yıpranmış ayakkabı ile gezen Hz. Ömer (r.a), dünyaya bakış konusunda Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine sadakatten hiç ödün vermeyen sahâbîlerden biridir.8 Hz. Ali (r.a) efendimiz de bu konuda adeta bir prototiptir. Nitekim onun şu sözleri, mümin-dünya ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair birer düstur mesabesindedir: “Ey Allah’ın kulları! Size tavsiyem şudur ki, sizi terk edecek olan bu dünyayı siz de terk edin/reddedin. Zira onun sizi terk etmesini istemeseniz de o sizi terk edip gidecektir. Siz yenilenmesini isteseniz dahi o sizin bedenlerinizi eskitecektir (…) Dünyanın görkem ve ihtişamı için birbirinizle yarışmayın. Onun ziynet ve nimetine aldanmayın.”9
Sahabe efendilerimiz dünyayı ahiretin tarlası olarak bellediler, ektiler, biçtiler ve karşılığını da Allah’tan bekleyerek ahirete göçtüler. Kendilerinden sonradakilere de muhteşem örneklikler bıraktılar. Onların her biri birer yıldız ve hangisine tutunursak yönümüzü kaybetmeyeceğiz.
Selam ve dua ile
1) Buhârî ve Müslim 2) Buhârî, Nikâh 3) Buhârî, Buyu-15 4) Buhârî, “Vekâle”, 15. 5) Tirmizî, Menâkıb; Ahmed, V 6) İbn Asâkir, Târîhu Medîneti’d-Dimeşk, LXVI, 209 7) İz, Mahir, Tasavvuf, Kitabevi Yay. (5. baskı) İst. 1995, s.25. 8) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, çev.: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1978, c. IV, s. 506. 9) Şerîf er-Radî, Nehcü’l-Belâğa, Beyrut 1996, ss. 48-49