Üç çocuğum var, iki çocuğum var, çocuğum yok! Var-yok? Hani kâinattaki her şeyin Malik’i Allah’tı. Ne oldu da şu kadar çocuğa sahibim ya da çocuğum yok söylemlerini kullanmaya başladık? Unutuyor muyuz? Düşünmüyor muyuz? Allah’ın bizlere bahşettiği yavrular Allah’ındır. Tıpkı bizim de Allah’a ait olduğumuz gerçeği gibi. Anne babalar çocuklarının sahibi değil şahididir, hâmisidir. Enva-i çeşitle donatılmış eşref-i mahlûkatın her biri doğduğu günden itibaren ekilen tohum misali toprağa düşer. Kayısı tohumundan şeftali ağacının oluşmasını bekleyebilir misiniz? Oluşmaz. Aynı şekilde resim çizme konusunda yeteneği bulunmayan bir çocuktan ressam olmasını bekleyemezsiniz.

Hepimiz büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusunun muhatabı olan çocuklardık. Birileri de: “Büyüyünce nasıl bir insan olmak istiyorsun?” sorusunu sorsun diye bekledik. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen bir Nebi’nin (sav) “Hangi işi yaparsam daha çok para kazanırım” diyen ümmeti olduk…

Bir anda teknoloji çağına ışınlandık. Evvel zaman içinde öğreten büyüklerken vardığımız zamanın içinde küçükler öğretir oldu. “Yavrum şu fotoğrafı nasıl gönderebilirim? Bu videoyu nasıl paylaşırım?” Bu ve benzeri soruları anne-babaların çocuklarına büyükbaba-büyükannelerin torunlarına sorduğuna denk gelmişsinizdir. Zaman mefhumu teknolojiyle birlikte farklı boyut kazandı. Saatlerimiz elimizin altındaki ekranların başında geçiyor. Yıllarca büyük ailelerin birlikte yaşadığı, muhabbetin telefonla değil yüz yüze sohbetle sağlandığı bir zamandan her türlü ilişkinin telefon üzerinden kurulduğu bir düzenin içine yuvarlanan büyüklerimizin adapte olmakta güçlük çekmesi kaçınılmazdır. Vaziyet böyleyken bu çağda dünyaya gelen çocuklarımız, teknolojiyi elinde oynatıyor ya da teknoloji bizi…

Teknolojinin ve internetin götürülerinden endişelenen ebeveynlerin “Evimde televizyon istemiyorum!” söylemleri maalesef yavan kalıyor, zira evinde televizyon bulundurmayan aileler evlerinde bağlı internetle dünyaya ulaşıyor. Sanal bir otobandayız, burada herkes herkesle karşılaşabilir. Kimse kimseden uzakta değil. Ebeveynlere düşen televizyon kullanmamak ya da interneti eve almamak olmamalı. Haberleşmenin kitle iletişim araçlarıyla sağlandığı bir dünyada bunlarsız yaşamı istemek ütopiktir. Bu çağda kapana kısıldık ve seçme şansımız yok. Pekâlâ, seçme şansımızın olmaması bizi yıldırır mı? Kısıldığımız kapanın içini dekore etmek bizim elimizde.

İnsanın gelişimi anne karnına düştüğü ilk anda başlar. Hırçın çocuklar için halk arasında “Annesinin hamileliği stresli geçmişti, bu çocuk ondan böyle oldu” tabiri kullanılır. Nitekim Klinik Endokrinoloji Dergisinde çıkan bir çalışmaya göre, hamilelerin yüksek stres seviyeleri bebeğin beyin fonksiyonlarını ve davranışlarını etkiliyor. Başka bir çalışmaya göre de hamilelikteki stres çocuğun hiperaktif olmasına, duygusal problemler ve davranış bozuklukları göstermesine sebebiyet verebiliyor. Yani çocuk anne karnından itibaren annesinin öğretilerinden besleniyor. Yeni çocuk gelişimi tespitlerine göre 0-2 yaş dönemi bebeklik, 3-6 yaş dönemi ilk çocukluk (oyun dönemi), 7-11 yaş ikinci çocukluk (ilköğretim), 12-18 yaş ergenlik dönemi olarak sınıflandırılmış. Kritik dönem diye addedilen ergenlik döneminden ziyade asıl kritik dönem çocuğun anne-babasını rol model aldığı, onları taklit etmekten zevk aldığı 3-11 yaş dönemidir.

Saatlerini telefonun, televizyonun başında geçiren bir anne babanın çocuğunu telefondan ve televizyondan uzak tutması ne kadar mümkün olabilir? Henüz on yaşındayken annesi tarafından Resûlullah’ın (sav) hizmetine adanan Enes b. Malik’e (r.a) habib-i zişan Efendimiz (sav) sorulduğunda “Resûlullah’a on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun ‘Öf’ bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, ‘Niçin böyle yaptın?’ ya da ‘Şöyle yapsaydın ya!’ diye azarlamadı” diyordu. Bu ne demek biliyor musunuz? Çocukların akıllarında onlara verdiğiniz nasihatler değil, davranışlarınız kalır. Herkes lafla nasihat verebilir. Önemli olan davranışlarımızla verebildiğimiz etkili nasihatlerdir. Dolayısıyla çocuklara nasıl davranması gerektiğini öğretirken önce kendi davranışlarımızı sorgulamalıyız.

Ailenin toplumun yapı taşı olduğunu kabul ediyoruz. Aileyse meyveli bir ağaç misalidir. Bu ağacın gövdesi ana-baba, dalları çocuklar, meyvesi torunlardır. Aile yuvası müessese gibidir. İşletmecisi ana-baba, sermayesi çocuklar, kârı ise torunlardır. Her aile toplum kalesinin bir taşıdır. Güçlü toplum, uyumlu ve güçlü ailelerden doğar. Aile iki temel üzerinde yükselen mutluluk yuvasıdır. Temelin biri erkek diğeri kadındır. Yuvanın mimarı erkek, yapımcısı kadındır, bu yönüyle baba evin reisiyken anne evin lideri olur. Baba yuvayı kurar ve korur. Anne yuvayı yapar ve yürütür. Nasıl ki, anne-babanın çocuğu üzerinde hakkı varsa çocukların da anne-babası üzerinde hakkı vardır. Suça eğilimli bireylerin ailelerinin problemli aileler olduğuna dair araştırmalar, karşılaştığımız acı gerçeklerdendir. Ailenin gücü, uyumlu eşlerle başlar.

Resûllullah (sav) “Müminin dünyadaki cenneti huzurlu evliliğidir” buyururken huzurlu yuvanın önemine vurgu yapmıştı. Rum suresi 21. ayetinde Allah’ın “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen Kavim için dersler vardır” buyurması, eşlerin birbirlerine huzur kaynağı olabileceğinin delilidir. Birbirinde huzur bulan eşler çocuklarına da huzuru temin etmiş olurlar. Evlenirken karşımızdakini ne kadar tanıdığımız kadar, kendimizi ne kadar tanıdığımız da önemlidir. Kutsal yolculuklardan sayabileceğimiz evliliğe, “Evlendikten sonra değişir” zemininde başlanmaz. Ya değişmezse? Değişmeyen taraflarına rağmen tahammül edebilirim diyemiyorsanız risk almışsınız demektir. Olduğu gibi kabullenmek, sadece eşler için değil hayatımıza dâhil ettiğimiz her birey için geçerli yazısız kaidedir. Hiç kimse istediğimiz doğrulta yaşamak zorunda değil.

Çocuklarımızın güzel yetişmesi için kendimizi de güzel yetiştirmeliyiz. Çocuk yetiştirirken en az anne kadar babaya da yükümlülük vardır. Toplumumuz, çocuğuna olan sevgisini gösteremeyen babalarla dolu. Tâbi olduğumuz Peygamber (sav) torunları yanına geldiğinde onları öpüp okşardı. Bir keresinde Resûlullah’ın bu tutumuna şahitlik eden Akba b. Habis “Benim on çocuğum var, birini öpmüş değilim Ya Resûlallah” diye itirafta bulunmuş, Resûlullah da birçoğumuzun bildiği o hadisi buyurmuştu: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez”. Sevgili babalar; evlatlarınıza olan sevgilerinizi ve bağlılığınızı lütfen hissettirin, gösterin.

Çocuklarınızın bireysel hayatlarına dini ihlaller dışında fazla müdahale etmeyin. Çünkü ergenlik dönemiyle birlikte akıl yönünden gelişen yavrularınız kendi dünyasının bireyi olur. Bu konuda Cahit Zarifoğlu’nun “Kalbinizi yumuşatın ama iradeniz sert olsun” cümlesini kıstas alabilirsiniz. Yavrularınız girmemesi gereken bir yoldan, sizden korktukları için değil Allah’ı sevdikleri için caysınlar. Aslına bakarsanız özde bilinçli anne-babayla başlıyor her şey. Aman ha, iyi anne-baba olacağım derken iyi eş olmayı ihmal etmeyin. Eşler birbirini temiz kalple sevip bağlanırlarsa, Allah da yardımcıları olur, ömür boyu aile yuvalarında huzurla yaşarlar. Huzurlu yuvada yeşeren fidan da (çocuk) güzel meyveler verecektir. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” Allah’a severek kulluk ederken, Allah’ı seven nesilleri yetiştirenler olmak duasıyla…

Kaynakça

1) Taberânî. 2) Müslim, Birr, 149.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?