Herkes raflardan birer uyku çekip aldı. Ve yataklarına döndüler.
Bir uyku çektim yetmedi, iki çektim, üç çektim…
Yetmiyordu hiçbiri uyuyabilmek için.
Yatağıma boynu bükük döndüm.
Hemen kenarda duran boynu bükük çiçekle bakıştık, paylaştık uyanıklığı.
Yorgan, toprak gibi bir açılıp bir kapanıyordu. Keder, bir havalanıp bir iniyordu.
Toprak oluyordu, yastık oluyordu, yeri geldiğinde başını dayayıp ağladığın bir mezar taşı.
Kederdi, yalnızlığı yüzüme sürekli vuran. Kederdi adı ama acımasızdı kimi zaman.
Öfke gibi değildi mesela. Bir ayıp gibi yüze vurulan keder, çoğu gece uyutmuyordu.
Hatırlandığında, kişi soğuk terler döker, sonra çekilip bir köşeye kendini sorgulardı sanıklar gibi.
Sorgulanır ve mahkûm edilirdi ardından gecenin karanlık hücrelerine.
Herkes raftan bir uyku seçerdi ve hücrede olanların keder ve uyku dışında hiçbir şey alma hakları yoktu.
Onlara karanlık verilir, soğuk bakışlar ikram edilirdi ve kandırılırlardı cazibeli kelimelerle.
Geceydi hükümdar, keder de casusu olmalıydı.
Aldığım onca uyku beş para etmeyince savuşturdum. Neme lazımdı uyku hem?
Hükümdar canlı istiyordu beni.
Canım konuşmak istiyordu. Kahkahalar attım dikkat çekmek için.
Bağırdım, haykırdım, el salladım gözükmek için.
Bakmıyordu. O kadar yıldız vardı ki…
Ben ne parlıyor ne de küçük boyumla dikkat çekiyordum.
Oturdum, seyrettim hücreme hâkim olan hükümdarı.
Alacaydı.
Ben, dizlerimi kendime doğru çekerek her seferinde kedere yenik düşen gözlerimi kapadım.
Bir yenilgiyi gözyaşlarıyla kazandım.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?