Rabbimiz ve onun son elçisi Hz. Muhammed (s.a.s.), yeryüzünün inananlara mescit kılındığını bildirdiği halde, kulluk anlayışını 1,5 metrekarelik bir seccadeye mahkûm kılmak, kulluğu esaret altına almaktır. Kulluğun gereklerinden biri olan namazı emreden Rabbimiz, aynı zamanda çarşıya-pazara, sokağa-eve, iş yerine de kulluğumuzun gereklerini taşımamız gerektiğiyle ilgili emirler de getirmiştir.
Caminin içine girdikten sonra eline, diline ve davranışlarına dikkat eden Müslüman, hayatının tüm alanlarına bu hassasiyeti taşımadıkça kulluğunun kalitesini yükseltemez. Hesapların görüldüğü kıyamet günü, sadece namazımızdan değil ticaretimizden, evdeki durumumuzdan, iş yerimizdeki davranışlarımızdan da hesaba çekileceğiz. Hayatının büyük bir kısmını meşgul olduğu işte, yaşadığı evde geçiren bir Müslümanın, birkaç dakikayı geçmeyen namazı hesap konusu olur da işi ve ev hayatı hesap konusu olmayacak mı?
Öldükten sonra amel defterinin açık kalmasına vesile olan “sâlih bir evlat”, anne-baba için belki de dünyada kıldıkları namazdan daha büyük bir sevap vesilesi olacaktır. Aynı durum, bir öğretmen için de geçerli değil midir? “Senin vasıtanla Allahu Teâlâ’nın bir kişiye hidayet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır” hadis-i şerifinden hareketle gençlerin İslam’dan fersah fersah uzaklaştığı şu zamanda öğretmenlerin hidayete uzanan bir el olması kadar kazanç getirecek bir amel var mıdır?
Mahşer günü, gençlerle dolup taşan okullarımızın bir hesabı olmayacak mı? O gün sadece diyanet görevlileri mi, “Allah için ne yaptın?” sorusuna muhatap olacak? Okul müdürleri, rektörler, öğretim görevlileri, öğretmenler milyonlarca gencin sorumluluğundan dolayı hesaba çekilmeyecek mi? “Dersimi anlatır çıkarım” kolaycılığı ile verdiğimiz eğitimin hesabı da bu kadar kolay olacak mı?
Derslerine girdiği öğrencinin ihtiyaç duyduğu akademik bilgiyi en güzel şekilde sunmak için hazırlığı ve birikimi olmayan, sınıfa girdiği gibi öğrencilerin “gönlüne girmeyi de dert edinmeyen” öğretmenlerin, “abdestsiz namaz kılan bir kişiden” farkı yoktur. Öğretmen ay sonunda maaşını düşündüğü gibi dünya hayatının sonunda da bu işten alacağı sevabı düşünmek mecburiyetindedir. Öğretmen, maaşının hakkını vermeyi düşündüğü gibi Allah’ın bir nimet olarak verdiği bu görevin ve emanet olarak karşısında olan gençlerin hakkını da düşünmek zorundadır.
Geçmişte inançlı bir öğretmenin koca bir okulda bıraktığı etki ile bugün inançlı onlarca öğretmenin etkisizliği üzerinde ciddi bir zihin etüdü yapmak gerekir. Nasıl bu hale düştük? Ne oldu rüzgârımıza? Yoksa bu bitik halimizle “nesillerin bitmesine” biz de mi odun taşıyoruz?
Namazda kıble arayışında olan bizlerin, sınıfta da kıbleye dönme ihtiyacı vardır. Öğretmenler odasını çay içme, bahçeyi ise hava alma yeri olarak kullanırsak şeytanın saptırma işine kim engel olacak? Sadaka-i cariye olacak nesillerin derdinde olan öğretmen, okuldaki her anını planlamalıdır. Her gün sınıf defterini imzaladığı gibi birkaç yüreğe de imzasını atma derdinde olmalıdır.
Formasyon eğitimi almamış sahabilerin, şiddet ve düşmanlıkta sınır tanımayan insanları kısa sürede etkilemesi ve hidayetlerine vesile olmasının sayısız örnekleri vardır. Bulunduğumuz okulda bu menkıbelerimiz yoksa bunun yokluğu yüreğimizi acıtmıyorsa harama bulaşan gençleri değil; bir türlü gençlere ulaşamayan kendimizi kınamamız gerekir.
Maaş+full ek ders, amirinin memnuniyeti için gayret ve fedakârlık… Bununla bitiyor mu sorumluluğumuz? Kulluğun gereği, Rabbimizin memnuniyeti hiç mi bizi düşündürmüyor?
Öğretmen kendine “atanmış” olarak değil “adanmış” olarak bakmalı. Sınıfta başlayan ama hayatın tüm alanlarına yansıyan bir eğitimin öncüsü olmalı. Ahlaki yozlaşmanın, zemini kaygan hale getirdiği şu zamanda öğrencilerimize “yoldaki işaret” ve “denizdeki liman” misali olmalıyız. Denize düşenlerin yılana sarılmasına engel olan eller, bizim ellerimiz olmalıdır.
Sınava hazırladığımız gençlerin, bizim sınavımız olduğunu bilerek onları akademik bilgiyle donatırken ahlaki erdemleri de kazanmış karakter ve kariyer sahibi şahsiyetler haline getirmeliyiz.
Öğretmen, mazeretlerin arkasına sığınmamalı, resmi prosedürler kendisini durdurmamalı, geçinme değil; cenneti ve Allah’ın rızasını elde etme derdinde olmalıdır. Davamıza ve işimize olan aşkımız varsa; ailelerin ilgisizliği, öğrencilerin tembellik ve yaramazlığı, imkânların yetersizliği bizi durdurabilir mi? Hz. Musab misali, bir yolunu bulup görev yaptığımız okullarımızı “medineleştirme” mücadelemiz olmalı.
“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!” (Şuarâ, 3) ayetinin değindiği ruhla çırpınmalı, iman iklimine taşıyamadığımız her öğrenci için yanıp tutuşmalıyız. Bu ruh hali bizleri sarıp sarmalamadıkça sınıfta bizleri dinleyen öğrencileri etkilememiz mümkün değildir.
Bizler öğrencilerin sınav puanlarına göre not veriyoruz. Rabbimiz de omuzlarımıza yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirmemize bakarak bize not verecektir. Yarının nesillerini oluşturacak bu gençler, mahşer günü bizden şikâyetçi olursa; “Rabbim! Gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet ettim. Sonra onlara (davetimi) açıktan da ilan ettim, gizli gizli de söyledim.” (Nuh 5-9) diye, bıkmadan usanmadan verdiğimiz mücadeleyi mazeret olarak sunabilecek miyiz? ■