Tarih göstermiştir ki medeniyetler şehirler üzerinden kurulur. Bir medeniyet tasavvuru, şehirlerin inşasıyla yükselip imhasıyla düşer. Burada kast edilen inşa; beton bloklar, yüksek kuleler veya rezidanslar değildir. İmandır, ilimdir, ahlaktır, edeptir, merhamettir, anlayıştır, adalettir, saygıdır, sevgidir, tekniktir, sanattır, mimaridir, estetiktir, bilimdir, fendir, şefkattir, temizliktir… Yoksa vahşi batının veya onun kuklası durumundaki –gerçekte baldırı çıplak koyun çobanları olan- petro-dolar şeyhlerinin kule yarışları ya da modernite sevdasından can verenlerin gittikleri süslü kafeler, lüks oteller, zengin restoranlar, görkemli opera binaları, kanlı amfiler, iğrenç tiyatrolar, rezil bale gösterileri medeniyet ölçütleri değildir.

Medeniyet, ismini Medine’den alır. Medine ise ‘şehir’ demektir. Şehir insanla özdeştir, insan da şehirle… Hacı Bayram-ı Veli şöyle der;

Nâgehân ol şara vardım, ol şarı yapılur gördüm

Ben dahi bile yapıldum taş ü toprak aresinde

Yani; “Şehre ansızın vardım, yapılıyordu. Şehirle birlikte ben de yapıldım. Taşla toprak arasında…”

Bir şehrin ma’mur olması için temiz olması, güzel binalara ve çeşitli eserlere sahip olması gibi, insanın kalbinde kurduğu manevi şehrin de ma’mur olması gerekir. Aslında ikisi aynı şeylerdir. Medeniyet bir insanın kalbinde değilse başka hiçbir yerde değildir, derler ya… İşte tam da kastettiğimiz budur. Şehir ve kalp… İkisi birbiriyle büyür ve gelişir. Biri yükselmeden diğeri de yükselemez. Kalpte ne varsa aynısı dışarıya yansır. Ve bu, birilerinin sırtında yük olmadan, birilerini mağdur etmeden; gözyaşı ve terle, hatta gerektiğinde kanla ortaya çıkar. Buradaki mücadele zulme karşıdır ve mazlumların korunması içindir. Şehir artık güvenli bir limandır insanlara… Sadece nefsinden değil, neslinden de sorumludur buradakiler… Yüz liralık saat ile yüz bin liralık saatin aynı zamanı gösterdiği bir şehirdir artık burası… Gece rüya, gündüz riyanın olmadığı bir şehir, hakikatin yetim bırakılmadığı bir şehir… Bizim yaptığımız gemiye onların bindiği bir şehir değil, bu kadar yılanın bir arada iken, birbirlerini ısırmadığına hayret ettiğimiz bir şehir değil, birçok planımızın olduğu ama içinde bir tek ölümün olmadığı bir şehir değil…

İnsan, içindeki derdin şeklini alır. Ve insan, bildiklerinin bilmeye yetmeyeceğini de bilir. Bu yüzdendir ki, bir şeyleri anlayana kadar da konuşmayı planlayanlardan olmamalıdır. Kendisini ‘gibi’lerden uzak tutmalıdır. Yaşıyor gibi hayatta… Okuyor gibi okulda… Gidiyor gibi uzaklarda… Kalıyor gibi yakınlarda… Uçuyor gibi semada… Yanıyor gibi ateşte… Gibilerden kurtulmak boynumuzun borcudur. Bizler ortak bir suçun failleriyiz. Ortak bir ihmalin… “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder” demiş yazar… Ne de güzel demiş…

Tarihten bahsetmek kolay, biliyorum. Zor olan bugünü konuşmak, onu da biliyorum. Fakat insanoğlunun daha önce bir benzerini görmediği İslâm Medeniyetini ve onun inşa ettiği kadim şehirleri muhakkak bilmek, tanımak, konuşmak gerekir. Her biri imanla, inançla, zarafetle imar edilmiş bu şehirlerin nasıl, ne zaman ve niçin kurulduğu, zaman içinde nasıl bir değişim gösterdiği muhakkak bilinmelidir. Bu şehirler bizim şehirlerimizdir, bize aittir ve her zamanda İslâm’ın şehirleri olarak kalacaklardır. Burada bu şehirlerin tek tek nasıl bir gelişim gösterdiğini anlatacak değilim. Ama en azından isimlerini ve haritada nerede olduğunu bilmek gerekiyor. İmkân dâhilinde oralara gitmemiz gerekiyor. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, İstanbul, Diyarbekir, Halep, Humus, Hama, Bağdat, Basra, Kahire, Semerkand, Buhara, Taşkent, Musul, Kerkük, Rakka, Dera, İdlib, Konya, Delhi, Ahlat ve daha yüzlercesi… Hepsi birçok İslâm beldesine başkentlik yaptılar. Medreseleriyle, camileriyle, kervansaraylarıyla, aşevleriyle, kale ve köprüleriyle, sanat ve mimarisiyle, ilim ve irfan yuvalarıyla her yönden en değerli şehir unvanına sahip oldular;

Mekke: Şehirlerin Anası

Medine: Kur’ân’la Fethedilmiş Hicret Yurdu

Kudüs: Müslümanların İlk Kıblesi

Şam: Dünyada En Uzun Süreyle İskân Edilen Şehir, Kıyamet Şehri

İstanbul: Peygamber Efendimizin (sav) İşaret Ettiği Şehir

Bağdat: Beş Asırlık Hilafet Merkezi

Basra: İlim ve Cihat Şehri

Kahire: Afrika’nın Kapısı

Halep: Kervanlar Durağı

Buhara: Âlimler ve Arifler Şehri

Semerkand: Asya’nın Merkezindeki Cennet Bahçesi

Konya: Selçuklu Şehri

Kurtuba: Endülüs’ün Yıldızı

Bu liste daha da uzayıp gider. Fakat maalesef günümüzde İslâm’ın bu kadim şehirlerinden büyük bir kısmı sömürge valileri tarafından kontrol edilmekte, bir kısmı Yahudiler tarafından bir kısmı da haçlı-misyonerler tarafından işgal edilmiş, birçok şehir ise savaş ve katliamlarla yerle bir edilmiş durumdadır. Diğer şehirlerde de durum iç açıcı değildir. Daha önce dünyanın en değerli şehirleri statüsünde fevkalade bir kültürel mirasa sahip olan İslâm beldeleri şu an açlığın, sefaletin, zulmün, katliamların şehirleri haline getirildi. Yakın tarihte bazıları neredeyse tamamen yok edildi. (Bakınız; Hama, Halep, Humus, Musul, Deyrizor, Rakka, Dera, Guta)

Bu şehirlerden hikâyesi belki de en can yakıcı olanı Musul’du… 2014’ün haziran ayında Bağdat’tan sonra Irak’ın en büyük 2. şehri olan petrol denizi Musul, İŞİD’in eline geçmişti. Bu ele geçirme işini öyle acemice planlamışlardı ki, en aptal insan bile bunun bir oyun olduğunu hemen anlayabilirdi. İŞİD’in parlamaya başladığı o günlerde Musul, Irak Merkezi Şii Hükümetinin elindeydi. İŞİD’in 1500 civarındaki militanının Musul’a yaklaştığını duyan ve sayıları yaklaşık 60 bin olan yerel asker ve polis gücü, en üst kademeden itibaren tabanları yağlayıp kaçmaya başladı. Kaçarken ilginç görüntüler oluşturdular. Asker ve polisler silahlarını yanlarında götürmüyorlardı. Geride bıraktıkları yüzlerce tank, top ve ağır silahlardan bahsetmiyorum. Kullandıkları hafif silahları bile bırakıp kaçtılar. Yani düşünsenize, birilerinden korkarak kaçıyorsunuz ama elinizdeki silahları da onlara bırakıyorsunuz…

O günlerde izlediğim bir videoda, halkın kaçtıkları için askerleri taşladığını ve bıraktıkları silahları ellerine tutuşturduklarını ama askerlerin can havliyle kaçmaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Hâlbuki ezici çoğunluğu Sünni olan Musul halkı, 2003 yılındaki Irak işgalinden ve ABD’nin yönetimi Merkezi Şii Hükümetine bırakmasından sonra ciddi zulüm ve işkenceler görmüştü. Fakat buna rağmen halk, şehrin İŞİD’in eline geçmesini istemiyordu. Belki de başlarına gelecekleri o günden anlamaya başlamışlardı. Dönemin Musul Valisi, ‘Hükümete durumun vahametini haber verdik. Yani İŞİD’in çok yaklaştığını bildirdik fakat hükümet bunu umursamadı ve silahlarımızı bırakıp kaçmamızı emrettiler’ açıklamasını ağzından kaçırdığında artık iş işten geçmişti. Yani göz göre göre Musul gibi petrol zengini, tarihiyle kadim olan bir şehir, Nurettin Zengî’nin gonca gülü, İŞİD gibi vahşi bir örgüte teslim edildi. Birçok tank, binlerce ağır silah ve diğer mühimmatlar da İŞİD’e bırakıldı. Sadece Merkez Bankasının Musul şubesindeki para miktarı yarım milyar dolara yakındı ve bu para da İŞİD’in eline geçmişti. Zaten İŞİD o günden sonra Musul sayesinde gücünün zirvesine ulaştı ve dünya kamuoyu tarafından artık ciddiye alınmaya başlandı.

İşin daha vahim olan yanı, bu oyunu oynayanların halkı haberdar etmemesiydi. Yani istiyorlardı ki halk İŞİD’in elinde kalsın ve hiçbir şekilde şehri terk etmesin. O günlerde halası Musul’da yaşayan bir öğretmen arkadaşımın bana anlattıkları, bu tezi doğruluyordu. Yaşlı halası kendisine şunları anlatmıştı:

“İŞİD etraftaki birtakım köyleri ve kasabaları ele geçirmişti. Fakat Musul’u ele geçirmelerine hiç ihtimal vermemiştik. Çünkü hükümetin şehirde ciddi bir gücü vardı. Ama sabah uyandığımızda minarelerden ezan sesi yerine, İŞİD’in şehre girdiğini ve kaçmamız gerektiğini söyleyen imamların sesini duyduk. Can havliyle arabalara bindik ve zorda olsa kaçmayı başardık. Erbil’deki damadımızın evine yerleştik.”

Her şeye rağmen halkın önemli bir kısmı başka yerleşim yerlerine kaçabildi. İki milyonluk şehirden, kaçamayan 400 bin kişi kalmıştı ve bu mazlum insanlar iki yıl boyunca İŞİD’in zulmüne maruz bırakıldılar. Fakat asıl zulüm bu iki yılın sonunda başlayacaktı. Güya 2016 yılındaki Musul’u kurtarma (!) operasyonunda ABD, Şii Irak Hükümeti ve Haşdi Şabi gibi vahşi milisler ve paralı militanlar, Haçlı Seferlerine ve Moğol istilasına rahmet okutacak katliamlara imza attılar. ABD ve koalisyon güçleri şehri rastgele bombaladı. İŞİD falan bahaneydi. Bombardıman tamamen sivillere ve binalara yönelikti. Bombardıman o kadar şiddetli idi ki, koca şehirde bombalanmayan neredeyse hiçbir bina kalmamıştı. İkinci Dünya Savaşında bile böyle bir bombardıman yapılmamıştı. Şehirde on binden fazla bina yerle bir edildi. Camiler, hastaneler ve okulların neredeyse tamamı yok edildi. Öldürülen sivillerin sayısının 40 bin olduğu söylense de bu sayının çok daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Kara operasyonlarına katılan Şii milisler ise bombardımandan kurtulan binlerce erkek, kadın ve çocuğu vahşice katletti, namuslarını kirletti. Yerle bir olan şehrin enkazından cesetler fışkırdı. İş makinalarıyla toplanan enkazın içindeki on binlerce mazlumun paramparça olan bedenlerine saygı duyulmadı, moloz yığınlarıyla beraber atıldılar ve gömülmediler bile…

Yazımızın başında insanların ve şehirlerin özdeş olduğunu söylemiştik. Musul örneğinde olduğu gibi kadim İslâm şehirlerini içindeki Müslümanlarla birlikte yok ettiler. Önce şehirlerimizi yerle bir ettiler. Yani bizi yıkmaya şehirlerimizden başladılar. Bilinmelidir ki, parlak medeniyetimizi türlü oyunlarla yok etmeyi planlayanlar, bizi şehirlerimize gömmeye çalışsalar da başarılı olamayacaklardır. Aliya İzzetbegoviç şöyle der: “Bizi toprağa gömdüler, fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?