Müslüman, bu hayata ibadet için gönderildiğini düşünerek yaşar. Hayata dair plan ve projelerini bu esası hep göz önünde bulundurarak hazırlar. Yaşadığı her anı bu düşünceyle yaşar ve bunu asla unutmaz. Böyle yaptığı takdirde bütün bir hayat ibadete dönüşür. Böyle bir hayat Allah’ın müminden istediği bir hayattır. Mümin, Rabbimizin adeta tehdit ederek ifade ettiği dünyaya, yere, mala, mevkie çakılıp kalma tehlikesine karşı teyakkuz halinde olur. Bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bilir:
“Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas, 60)
Müslüman, dünyanın gaye haline gelmesi tehlikesine karşı kendisini ibadet ve taatle muhafaza eder. Dünyevileşme mümin kişiliği bitirir. Onu maddenin kölesi haline getirir. Bugün bir kazanmışken yarın bunu ikiye çıkarmanın yollarını arar. Bunu elde edeyim derken namazından, haftalık sohbetinden, günlük Kur’ân okumasından, camide namazı eda etmesinden kısarak dünyaya ve içindekilere biraz daha zaman ayırma gafleti içine girer ve gün gelir ki bu saydığımız taat çeşitleri çok cılız ve etkisiz bir şekilde eda edilmeye başlanır. Bu da onun manevi yönü üzerinde zayıf bir etki meydana getirir.
Şu hadise ne kadar da manidardır: Dostlarımdan biri anlatmıştı. Bir gün iş hayatında büyük atılımlar gerçekleştirerek zengin olan bir arkadaşımızı ziyaret gittik. Bu arkadaşımız daha önce namazlarında gayet samimi ve ihlaslı biriydi. İş yerine vardığımızda hâl hatır sorduk. Konuşmalarımız esnasında namazın ehemmiyetinden bahsedilince arkadaşımız yarı şaka yarı ciddi “namazı da bıraktık” dedi. Dostum bunu esefle ve üzülerek anlatmıştı. İnsanı namazdan alıkoyacak bir iş hayatından mümin kâr bekleyebilir mi? Böyle bir insan hüsrandan başkasını kazanmış değildir.
Müslümanlar tarih boyunca hep dünyevileşmeyle imtihan edilmişlerdir. Kimi dünya malı karşılığında hakkı-hakikati tepeleyip gitmiş, kimisi makam-mevki karşılığında hakkı unutmuş, şerrin yanında yer almıştır.
İki Ömer Örneği
Burada iki Ömer’den ve iki akıbetten bahsedeceğiz. Her iki Ömer’in hayatında ibretler vardır. İlkin aşere-i mübeşşereden olan Sa’d bin Ebu Vakkas’ın oğlu Ömer hakkında malumat verip akıbetini anlatacağız. Ömer bin Sa’d Emevîlerin Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın komutası altında Hz. Hüseyn’i Kerbala’da şehit eden kimsedir. Doğum tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre Hz. Peygamber (sav) hayatta iken, diğer bir rivayette ise Hz. Ömer’in (r.a) halifeliği döneminde dünyaya gelmiştir. Babası Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a) ile birlikte Irak’ın fethine katılan Ömer bin Sa’d, Emevîler döneminde Merv ve Rey valiliklerinde bulunmuştur.
Hz. Hüseyin’in (r.a) Kerbelâ’da şehit edildiği hâdisede, dönemin Kûfe valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın gönderdiği orduda komutan olarak yer aldı. Ömer, söz konusu hadisede Hz. Hüseyin (r.a) ve arkadaşlarını kuşattı ve Fırat’tan su almalarını engelledi. Hz. Hüseyin (r.a), Medine’ye dönmek, İslâmî fetihlere katılmak gibi alternatifler ileri sürmüşse de Ömer bin Sa’d, vâli İbni Ziyad’dan aldığı emirler çerçevesinde Yezid’e biat etmedikçe dönüşüne izin verilmeyeceğini söyledi. Sonunda Hz. Hüseyin (r.a), Ömer bin Sa’d’ın ordusu tarafından 10 Muharrem 61’de (10 Ekim 680) hunharca şehit edildi. Tarihî kaynaklara göre, Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin’in (r.a) mübarek başını kestirerek bütün Âl-i Beyt ile birlikte Şam’a halife Yezid’e göndermiştir.
Ömer bin Sa’d, Kerbelâ fâciasını müteakip Kûfe’de Emevîlere karşı ayaklanan Muhtar es-Sekâfî tarafından yakalanarak öldürüldü (M. 686). İşte feci akıbet ve işte dünyevileşmenin acı faturası. Ömer bin Sa’d, Hz. Peygamber’in torununa karşı insanî bir tavır gösterip mevki-makam ve dünyalığı reddetme imkânına sahipti. Bunu rahatlıkla yapabilirdi. Fakat yapmadı. Komutanının verdiği emri yerine getirdi ve dünyevileşenlerden oldu. Makam ve mevkiyi tercih edenlerden oldu.
İkinci sırada yer vereceğimiz Ömer ise Ömer bin Abdulaziz’dir. Emevî devletinin başına geçince dünyayı elinin tersiyle itti. Kapısına şiirlerle gelen, onu medh u sena etmek isteyen şairlere kapıyı açmadı. Adeta kovdu. Kapısını âlimlere açık bıraktı. Kendisi de âlimlerle oturup kalktı. Zaten Medine’de Rabbani âlimlerin dizi dibinde yetişip büyümüştü. İlimden doya doya içmişti. Bu ilmi hilafeti sırasında kendisini gösterdi. Selefleri olan Emevî idarecilerinin zulüm ve despotluklarına son verdi. Devletin malını halkın malı olarak bildi. Takva ve hakkaniyeti her şeyden üstün tuttu. Sahip olduğu Allah korkusu onun her amelinde kendisini gösterdi. Arap olmayan tebaaya karşı işlenen zulümler bertaraf edilince ihtida eden insan sayısı arttı. Haksız yere alanın vergileri ortadan kaldırınca onun şahsında insanlar İslâm’ı sevdi. Lüks ve şatafatı kabul etmedi. Hesap verilecek tek merciin Allah (c.c) olduğunu hiçbir zaman unutmadı.
İşte iki Ömer!
İnsan bu tabloda verilen iki Ömer’den birini tercih etme imkânına sahiptir. Dileyen Rabbani âlimlerin yolun takip eder, dileyen de makam-mevki hırsıyla amirlerin sözlerine kulak verip dünya ve ahiretini berbat eder. Tarih bu tür örneklerle doludur.
Davetçiler Dünyevileşirse
Sıradan bir insanın dünyevileşmesi İslâmî davet için herhangi bir tehdit doğurmaz. O zaten İslâmî dava bilincini anlamaktan mahrum kalmış, Resul ve Nebilerin omuzladığı İslâmî davet yükünü sırtlama gibi ulvi bir amelden habersiz yaşayan biridir. Bununla karşılaşmak ona nasip olmamıştır. Fakat İslâmî bilince sahip, bütün çağların davet ve davetçilerini tanıyan, bunların hayat hikâyelerini okuyan, her günü ayet ve hadisleri anlamakla geçen bir davetçi, şayet dünyevileşir ve davasını yaymakta gevşeklik gösterirse işte o zaman gerçekten kaybedenlerden olur. Sıradan bir insandan daha aşağı bir duruma düşer. Çünkü bilip de yapmamanın sorumluluğu daha ağırdır. Allah (c.c) bilmediğimiz bir şeyden dolayı bizi hesaba çekmez. Fakat bilip de yapmamak insan çok ağır bir acı verir. Bu yüzden davetçinin çok dikkat etmesi gereken husus dünyevileşme tehlikesi karşısında hep tetikte olması, teyakkuz halinde durması, Şeytan’a bu fırsatı asla vermemesidir.
Tembel ve işten kaçan davetçileri duyduğumuzda üzüldüğümüzü itiraf etmeliyiz. Bu da şeytanın bir tuzağıdır. Böyle bir davetçi her ne kadar dünyevileşmemişse de tembellik ve gevşeklik yapmakla ulvi vazifesini ihmal etmiştir. Allah bu tür gafletlerden bizleri uzak tutsun.
Günümüz İslâm davetçilerini bitirecek olan tehlike dünyevileşmektir. Buna karşı zikir ve taatle, sürekli hareket halinde olarak mücadele vermek icap etmektedir. Dava bilincini daha da kuvvetlendirecek yayınları okumak bu yolda ciddi bir reçete olacaktır. Çünkü dünya ve içindekiler hep tetiktedir. Davetçiyi gafil anında yakalamaktan asla vaz geçmeyecektir. Davetçinin de bu yolda yapacağı en güzel şey, davet yolunda kardeşlerinden gelecek çalışma, gayret, hareketliliğe ve ilerlemeye sevk edecek olan emirleri beklemek olacaktır. Şayet iş emri gelmese dahi kendisi davet sahasında hep hareketli olacak, iş üretecek ve hep bir adım daha öteye ilerlemek için fikir üretecektir. Aksi halde şayet davetçi dünyevileşirse bütün dünya kaybeder.