İsra ve Miraç hadiseleri İslam dünyasında, hatta ötesinde Hz. Peygamber (s.a.s.) ile tanınmış ve irtibatlandırılmış olsa da bu mucizevî yolculuğu başka peygamberlerin de (Örn.: Eski Ahit’te Musa (as), Hanok veya İşaya) tecrübe ettiği bilinmektedir. Birçok hadis ve siyer kitabında Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Miracının hem oluşum öncesi hem de oluşum sırasında çeşitli mucizevî (metafiziksel) olaylar yer almaktadır. Bu hâdise en muteber hadis ve siyer kitaplarında detaylı bir şekilde ele alınmış ve rivayetlerin sıhhatlerine göre tasnif edilmiştir. Bu olayı olduğu gibi kabul etmek istemeyen ya da kabul etmekte zorlanan günümüzün bazı Müslüman ve gayrimüslim İslam bilginlerinin iki temel yaklaşımı göze çarpmaktadır.
İlki, bu rivayetlere şüphe ile yaklaşan, hatta modern (Batı/-cı) İslam bilimlerinde pozitivist ve seküler anlayış ve metoda daha yatkın olan rivayetleri tercih edenler. Bunlar, moderniteyle bağdaştığı düşünülen ve muhaddislerce “zayıf” olarak tasnif edilen ve seküler aklın kabul edebileceği “ayık” rivayetleri tercih ederek hâdisenin mucizevî (metafizik) boyutunu görmezden gelmesiyle öne çıkarlar. Bunlardan bir kısmı pozitivist ve seküler düşünceyi kabullendiklerini ya da bunun etkisi altında kaldıklarını açıkça göstermemek için Miraç hâdisesinin mucizevî boyutunu pozitivist bir bakış açısı ile yeniden ele almakta ve eleştiri oklarını hadislerin metninde var olduğunu iddia ettikleri çelişkilere yöneltmektedirler. Öte yandan, ilgili hadis metinlerinde bazı çelişkili ifadelerin varlığı bilinmekle birlikte bunun büyük bir sorun teşkil ettiği söylenemez. Çünkü rivayetler bir bütün olarak incelendiğinde olayın kendisinde herhangi bir çelişkiden söz etmek mümkün değildir.
İkincisi diyebileceğimiz kısım ise ilk dönem klasik âlimlerini Ehl-i Kitâp karşısında aşağılık kompleksine düşmekle, hatta onları kıskanmakla itham edenlerdir. Bunlar bu şekilde hâdisenin bir kısmının uydurma olduğunu, özellikle mucizevî boyutunun abartıldığını iddia etmektedirler. Bu iddiaya göre Hz. Muhammet’e (s.a.s.) sadece Kur’ân verilmiş ve “kompleksli / kıskanç” ilk dönem âlimleri Ehl-i Kitâp’ın olağanüstü mucizelerinden geri kalmamak için Miraç hâdisesini abartma gereği duymuşlardır. Bu ifadeler Kur’ân’ın mucizeliğinin yeterli görülmediği ve Resulullah’ın tüm insanlığın dikkatini çeken daha “olağanüstü” bir mucizesinin olması gerektiği fikrini ön plana çıkarmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ın mucizeliğinin küçümsendiğini söylemek mümkündür.
Oysa İslam literatüründe Hz. Peygamber’in en büyük mucizesinin Kur’ân olduğu tartışmasız bir gerçek olup bunu ispatlamak için de İ’câzü’l Kur’ân teorisi geliştirilmiş ve bu konuda âlimler tarafından birçok kitap yazılmıştır. Gaybî (metafizik) bir hâdisenin bilimsel kanıtları görmezden gelinerek olayın klasik âlimlerin aktardıkları şekliyle vuku bulmadığını ispatlamak için şüpheci / subjektif bir teori ile ele alınması makul ve bilimsel bir çözüm olarak değerlendirilemez. Çünkü melekler gibi gaybî olan nice meselenin Müslümanlar için birer hakikat olduğu unutulmamalıdır.
Bu giriş/temel bilgilerden sonra çalışmamızın ana temasına dönersek, öncelikle bu makalede kolonyalizm döneminden itibaren İslam dünyasına ve bilim metodolojine pozitivist düşüncenin hakimiyetinin ve –bununla bağlantılı olarak– aklın / mantığın tanımı meselesinin kapsam dışı kalacağının ifade edilmesi gerekir. Bunun yerine, genel olarak modern dönemde Miraç hâdisesine yapılan eleştirilerin üzerinde durulacaktır. Ancak bu spesifik hâdiseden hareketle pozitivist düşüncenin İslam’ın temel meseleleri ve Müslüman âlimler üzerindeki etkisi konusunda genel bir kanaat oluşturabileceği de unutulmamalıdır. Bu çalışmanın ayırıcı özelliği tarih biliminde bugüne kadar karşılaşılmayan (en azından bizim tarafımızdan) yeni bir tarihsel metot ile ele alınmasıdır. Bu metodu “olması gerektiği veya olmamasının düşünülemeyeceği yer ve konuda tepkinin eksikliği” metodu (“eksik metot”) olarak ifade etmek yerinde olacaktır.
Tarihte farklı dönemlerde vuku bulan önemli olayların çoğunun ister “saray tarihçileri” ister “meraklılar” tarafından olsun kayıt altına alındığı bilinmektedir. Bu olayların en az iki farklı versiyonu olduğu düşünülse de ortak olan nokta olayın yaşanmışlığıdır. Arap toplumu hâfızaya çok önem atfettiği için uzun bir zaman bu olaylar dilden dile aktarılarak varlığını korumuştur. Bunun yanında, nübüvvet ve Râşid Halifeler döneminde bir takım yazma aktiviteleri görülmekle birlikte, özellikle hicrî 1. yüzyıldan itibaren kâğıdın seri üretimine başlanması ve ardından Emevîler döneminde tercüme faaliyetlerine ağırlık verilmesi yazıya da verilen değerin birer göstergeleridir. Bu noktada, İslam kültüründe ortaya çıkan Ehl-i Kitâp kavramının yazı ve yazılan / kitap ile ilgili olduğunun hatırlanması gerekir. Şöyle ki; Kur’an’ın birkaç yerinde son vahy olan Kur’ân’ın kitâp olarak zikredilmesi, onun kitâp haline geleceği ve (Hz) Muhammed ümmetinin de Ehl-i Kitâp (yazılı metinler bütününe sahip insanlar topluluğu anlamında) arasına dâhil olacağının bilinmesi İslam ve Müslümanların yazıya / kitaba ne kadar değer verdiklerini göstermektedir.
Yazının yaygınlaşmasından önce Arap toplumu olağanüstü güçlü hafızasıyla öne çıkan bir topluluktur. Hz. Muhammed ve Raşid Halifeleri takip eden dönemde meydana gelen canlı kelamî tartışmalar başlarda yazıya yansımamış olsa da kısa bir zaman sonra tüm ayrıntılarıyla kayda geçirilmiştir. Zaten ilk dönemlerde ashap, tabiin ve ulema daha ziyade “hıfzedilmiş” bilgileri ile bu müzakerelerin tarafında bulunmuşlardır. İster güçlü hafızalarıyla olsun ister yazıyla olsun –en azından– 1. yüzyıldan 4. yüzyıla kadar Müslüman âlimler tarafından neredeyse tartışılmamış hiçbir konunun kalmadığı bilinmelidir. Ayrıca, bilgi aktarımı hocalardan öğrencilerine, anne babalardan çocuklarına vs. çok yaygındır. Özellikle, tabiinin sahabelerden aldığı inanç esasları ve yaşam pratiği fıkhî bir delil olmanın ötesinde bilgilerin nesiller arası aktarıldığını da göstermektedir.
Akletmek, eleştirmek ve sorgulamak İslam tarihinin ilk asrından itibaren farklı yöntemlerle hep var olageldiğinden İslam’ın geniş coğrafyalara yayılmasıyla hızlı bir şekilde yeni ilmî merkezler oluş(turul)muştur. Buralar zamanla Ehl-i Rey (bilgi ve olaylara daha çok aklî / mantıkî yaklaşan okul) ile Ehl-i Hadis / Ehl-i Nass (ağırlıklı olarak yazılı delilleri ön planda tutan okul) ekollerine kaynaklık etmesinden de anlaşılacağı üzere ilmî çeşitlilik ve farklı metotlarıyla temayüz etmiştir. İster Gazali öncesi ister sonrası olsun farklı görüşler ve tartışmalar “ilahi yasak” endişesinden uzakta varlığını hep devam ettirmişlerdir. Herhangi bir din ve ilâhiyat konusunun tabu olarak algılandığını söylemek pek mümkün değildir. Siyaset ve devlet zaman zaman tartışmalara karışmış olsa da mutlak akidevî (Tevhit inancı, melekler, ahiretin varlığı vs.) konular inkâr edilmediği müddetçe tartışmalar hep canlı ve tafsilatlı seyretmiş ve âlimler –hakkında emin oldukları– bilgileri tartışmalarına dahil etmişlerdir.
Farklı kelâmî okullar ve bu okullar içindeki mezheplerin katıldığı canlı tartışma kültürünün ortasında Buhari ve Müslim’in Sahihleri ile Ibn Hişam, İbn İshak ve İbn Sad’ın siyer çalışmalarının çıkması dikkat çekmektedir. Kendi alanlarında muteber olan bu eserlerin yanına birçok hadis ve siyer çalışmasını eklemek mümkündür. Bu arada yeri gelmişken, birçok şarkiyatçının ortaya attığı ve –maalesef– birçok Müslümanın da “düşünmeden” kabul ettiği gibi içtihat (eleştirel düşünme, sorgulama, akletme) kapısının Gazali ile kapandığı kabulünün İslam düşünce tarihi için doğru olmadığı ifade edilmelidir. Günümüzde birçok şarkiyatçının bu mitten uzak durduğu ve hatta eleştirdiği bilinmektedir.
Bu çalışmanın konusunu teşkil eden Miraç hadisesine dönersek, bu olay Mukatil b. Süleyman ve Taberi tefsirleri başta olmak üzere yukarıda zikredilen eserlerin tümünde yer almıştır. Tanınmış olsun olmasın birçok kelâmcı hem kitaplarında hem de birbirlerine yazdıkları risalelerde bu olaydan söz etmişlerdir. Ayrıca Müslümanların Miraçta gerçekleşen Allah ile peygamberinin konuşmasından bir bölümünü en önemli ibadetleri olan namazda / tahiyyatta okudukları da hatırlanmalıdır. Kısacası, bu hâdisenin tüm İslam coğrafyasında hem halk hem de âlimler arasında yaygın olduğu görülmektedir.
İslam âlimleri Allah’ın İsra suresinin birinci ayetinde Miraç hâdisesinden bahsettiği konusunda hemfikirdir. Mahiyeti ve içeriği konusunda bazı farklılıkları dışarda tutarsak bu hâdise tüm âlimlerce kabul gören ortak bir akışa sahiptir. Şöyle ki; Resulullah bir gece Burak isminde bir binek üstünde Mekke’den Kudüs’e getirilir ve oradan da Allah’ın huzuruna yükseltilir. Burada Allah ile aralarında kendisine beş vakit namazın da hediye olarak verildiği bir görüşme gerçekleşir ve sonra Mekke’ye geri döner. Başından geçen bu mucizevî olayı çevresine anlatması üzerine bazı müşriklerin onunla alay ettiği, bazılarının ise Müslümanları tekrar kendi dinlerine döndürmeye çalıştıkları bilinmektedir.
Ancak hadislerin içeriğiyle ilgili bazı farklılıkların var olduğunun da bilinmesi gerekir. Örneğin, Burak’ın mahiyeti, Resulullah’ın Allah ile görüşmesinde bir perdenin olup olmadığı, onun bu hadiseyi bedenen mi yoksa rüyada (ruhla) mı tecrübe ettiği tartışmaları, üzerinde dikkatle durulması gereken konulardır. Aslında sahabilerin bile farklı fikirlere sahip oldukları konularda tabiin ve sonraki ulemanın ihtilaf etmeleri normal karşılanmalıdır. İster “Altın dönem”de (Şarkiyatçıların İslam tarihinin ilk 3-4 yüzyılını bu isimle adlandırmaları tartışmaya açıktır) ister sonrasında olsun İslam’ın muhkem / temel konuları (tevhit, ahiret inancı veya farzlar ve yasaklar) inkâr edilmeden birçok meselenin ilmî ve edebî usullere uygun bir şekilde tartışmaya sahne olduğu ve hemen hemen hiçbir konunun eleştiriden mahrum kalmadığı görülmektedir. Başka bir ifade ile ulema İslam’ın temel unsurlarını yıpratacak konularda dahi tepkisel davranmamış, konuları ilmî ciddiyet ve bilimsel metotlara riayet ederek ele almıştır. Bunun yanında, İslam’ın en temel kaynaklarından kabul edilen Buhari ve Müslim Sahihleri ile ilk siyer kitaplarının “özgür” bir ortamda neşredildiği ve ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Başta Taberî olmak üzere Fahreddin Razi gibi müfessirler örneğin “şeytan ayetleri / garanik kıssası” olarak adlandırılan konunun dahi ilmî esaslar çerçevesinde ve ciddi tahliller sonucunda yanlışlığını kanıtlama yoluna gitmişlerdir. Daha da önemlisi “Mihne” hadisesinde olduğu gibi tarafların birbirlerine karşı ağır ithamlarda bulunmaları, hatta işin içine –zaman zaman– siyasetin ve şiddetin karışması bile özgür ve özgün tartışma ortamını ortadan kaldıramamıştır. Kısaca söylemek gerekirse, bu ihtilaflar İslam tarihinde genel hatlarıyla 18-19. yüzyıla kadar devam eden düşünce ve görüş zenginliğinin örneklerini oluşturmuşlardır.
İslam ilim tarihindeki “tartışma” kültürünün en güzel örneklerinden biri de çalışmamızın ana aksını oluşturan Miraç hâdisesidir. Başta Sahihler olmak üzere birçok hadis ve siyer kitabında (ve ilmî literatürde) Miracın Kudüs’te gerçekleştiği ifade edilmiştir. Buna karşılık, günümüzün Müslüman ya da gayri müslim bazı bilim insanları metin ve / veya isnad açısından sahih kabul edilmeyen bazı hadisler üzerinden olay yerinin Kudüs olmadığını dile getirmektedirler. Onlar bu tür hadislerdeki bazı belirgin kelimeleri ön plana iterek pozitivist ve seküler yorumlar yapmakta veya “aydınlanmacı” mantığa uygun açıklamalar öne sürmektedirler. Örneğin, İsra suresinin birinci ayetinde sözü edilen “Mescidi Aksa”yı Kudüs’teki mescid olarak değil, Mekke yakınlarında bulunan –ancak Kabe’ye uzak olan– başka bir yer olarak kabul etmektedirler. Günümüzün bazı “modern” Müslümanlarının da bu yorum biçimini kendi anlayışlarına daha yakın gördükleri anlaşılmaktadır. Bu noktada şu soruları sormak yerinde olacaktır: Bu “altın dönemde” ilmî seviyelerinin yüksekliği kadar cesaretleriyle de öne çıkan; mantık, felsefe, kelâm, retorik, diyalektik ile bilimsel metotlarda uzman olan âlimlerin Miraç hadisesinin geçtiği yeri belirleyememeleri düşünülebilir mi? Onlar olay yeri olarak –yanlış ise– Kudüs’ün belirlenmesine karşı çıkmışlar mıdır? Başka bir ifade ile çeşitli kelâm okulları, Batı/cılar tarafından (masum olmayan bir niyet ile) “rasyonalist” özellikleriyle ön plana çıkarılan Mutezile, Ehl-i Rey’den saydığımız Sünni Müslümanlar ve Muhaddislere eleştirel yaklaşan ulema buna karşı çıkmışlar mıdır?
(Yazının devamı gelecek sayımızda.)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?