Kur’an’da olduğu gibi İslam’ın ikinci kaynağı kabul edilen Buhari ve Müslim’in rivayetlerinde de olay yeri olarak Kudüs’ün geçtiğini belirtmiştik. Birbirlerini bile eleştirmekten çekinmeyen Buhari ile Müslim zaman zaman diğer muhaddisler tarafından sert eleştirilere maruz kalsalar da Miraç olayında herhangi bir eleştiriye muhatap olmamışlardır. Üstelik bu konuda “eleştirisizlik / tepkisizlik” durumu İslam’ın henüz ana / otoriter kaynakları haline gelmeden önceki zamanlardan başlamaktadır. Ayrıca önemle vurgulanması gerekir ki; dönemin ünlü fakihlerinin Resulullah hakkında uydurma haberlerin yapılmasına ve yayılmasına sessiz kalmayacakları da bilinmelidir. Sırası gelmişken, konuya ışık tutacağını düşündüğümüz kişisel bir olayı da burada paylaşmak isterim: 2015’te Ankara’dan üç ilahiyatçı hocamızın Köln’de katıldığı bir seminerde Miraç konusunun açılması üzerine kendilerine “Sahihler ortaya çıktığında Miracın Kudüs’te gerçekleştiğine dair rivayetlere karşı herhangi bir itiraz yükselmiş midir” sorusunu yöneltmiştim. Hadis hocası İsmail Hakkı Ünal Bey hem sorumu beğenmiş hem de “hayır” yanıtını vermiştir. Bunun yanında, kelâmcı hocamız Sönmez Kutlu bey ise sor(g)uma destek niyetiyle bu inanışın Maturidilerde itikadî bir konu olduğunu dile getirmiştir.
Şarkiyatçı Josef Van Ess’in (1934-2021) Theologie und Gesellschaft im 2. und 3. Jahrhundert Hidschra (Hicri İkinci ve Üçüncü Yüzyılda Teoloji ve Toplum) adlı eseri ilk dönem kelâmî tartışmalar hakkında en kapsamlı çalışmalardan biri sayılmaktadır. Bu eserden de anlaşılacağı üzere ilk dönem kelâmcıları İsra ve Miraç hâdiselerini farklı perspektifler, ilmî metotlar ve aklî inceliklerle tartışmışlardır. Öyle ki; Resulullah’ın Allah’ı görüp görmediği konusuyla ilgili en az iki farklı görüşün (Resulullah’ın ruhen mi yoksa bedenen mi Miraca yükseldiği konusu) birbirleriyle sert tartışmalara girdiği, ancak hiçbir surette Kudüs meselesinin tartışılmadığı anlaşılmaktadır. Kısacası tarafların İsra suresinin birinci ayetinde geçen ve Müslümanların ilk kıblesi olan “Mescidi Aksa”nın Kudüs’teki Süleyman Mabedi (Beytül Makdis) olduğunun tam bir idraki içinde olduklarını söylemek mümkündür.
Öte yandan Resulullah’ın en yakınındaki Mekkeli müşrikler de yaptıkları ticaret seyahatlerinden Kudüs’teki Mescidi Aksa’yı iyi tanımaktaydılar. Onların da kastedilen yerin Mescidi Aksa olduğu konusunda şüpheye düştüklerine dair elimizde hiçbir kanıt yoktur. Halbuki kastedilenin Mekke yakınlarındaki mescit olduğuna inansalardı Resulullah ile bu denli akıl oyunlarına girmelerine gerek kalmazdı. Aksine, onların inkârı Resulullah’ın Mekke’den Kudüs’e olan uzun mesafeyi bir gece gibi çok kısa bir zamanda katedebilmiş olmasınadır. Dikkat çeken bir başka husus ise, Müslümanlar arasında bu olaya kuşku duyanların, hatta peygambere bu hadiseyi kimseye anlatmamasını tavsiye edenlerin bile çıkmış olmasıdır. Kısaca bu hadiseyi, karşı çıkanlar açısından şöyle değerlendirebiliriz: Onlar için Allah ile görüşme gibi ilahî bir boyut (mucize) hiçbir anlam ifade etmediği gibi, çok kısa süren Kudüs yolculuğu da tam olarak anlaşılamamıştır.
1400 küsur yıl önceki bu yaklaşım seküler dünyanın “Allah / Tanrı denilen bir varlığa inanılabilir, ancak doğa bilimlerinin bilimsel açıklama sınırlarını aşan mucizelerden söz edilemez “dayatma”sına çok benzemektedir. Bundan dolayıdır ki, mucizeler tıpkı şeytan veya melekler gibi modern bilim dünyasında Müslüman bilim insanları tarafından bile konu edil(e)memektedir. Öyle ki; Allah’ın vahyinde insanların ve Müslümanların baş düşmanı olarak bahsettiği şeytanın artık dünyada var olan kötülüklerde etkili olduğu kabul görmemektedir. Örneğin, bir İslam ülkesinde Müslüman bir fizik profesörü herhangi bir fizik olayının açıklamasında metafizik / gaybdan (vahiy, ahiret, melekler, şeytan vs.) bahsetme imkanına sahip değildir. Ya da sekülerizmin bir başka hamlesi olan “Teoloji / İlahiyat fakültelerinin diğer akademik bölümlerden “ayrıştırılarak” metafizik / gaybî konuların sadece bu (“bilim dışı”) inanç fakültelerinde konuşulması istenmektedir. Böylece, aklını tam olarak kullanamayan insanlar hem hayatlarına anlam katmış olacaklar hem de bu tür yorumların ‘akledemeyen insanların’ huzursuz olmamaları için tamamen ortadan kalkmasının önüne geçilmiş olacaktır.
Oysa İslam dünyasının en parlak dönemlerinde çeşitli ilmî faaliyetleriyle öne çıkan tabip, kâşif, fizikçi, biyolog, astronom ve filozofların birçoğu gaybî konuların hakikat olduğuna inanmış kişilerdir. Ibn Haldun’u çok seven ve ciddi bir bilim insanı olarak dünyaya tanıtan Batı onun kerametler hakkında söylediklerini görmezden gelir. Hâlbuki Allah’ın isteği üzerine gerçekleşmiş bir yolculuk hâdisesinden söz edildiğinde en azından gayba inanan Müslüman bilim insanları tarafından seküler anlayışa karşı bilimsel durum ve perspektifin değişebileceği kabul edilmelidir. Bunun kabul edilmediğini görmek –öznel sebepler dışında– bize özellikle son iki yüz yılda İslam dünyasındaki eğitim müfredatı (temel, orta ve yüksek) ile felsefesinin seküler bilimsel akıl tarafından ne denli şekillendirildiğini göstermektedir.
Burada şu hususun altının çizilmesinde fayda vardır: Mutezile, Hanefi âlimleri ve Maturidi kelâmcıları hadislere eleştirel yaklaşmışlar, hatta bazılarına karşı ayet ve reyden (mantıksal kanıtlar) delil getirmişlerdir. Ancak bu çalışmada konu edilen hâdiseye / hadislere karşı susmuşlar; yani ne reddetmişler ne de eleştirmişlerdir. Benzer şekilde Şia, Hariciler, fukaha, muhaddisler, kelâmcılar vs. de bu hadisler karşısında susmuşlardır. Bu kişilerin Resulullah hakkında yalan haberlerin dolaşmasına rıza göstermeyecekleri, hatta böyle bir şüphenin oluşmasına dahi izin vermeyecekleri bilindiğinden bu suskunlukları önem arz etmektedir. Kesin olan şu ki, şayet böyle bir tepki veya tartışma olmuş olsaydı İslami ilimlerin en önemli eserlerinde zikredileceği ve bunun da bize kadar ulaşacağı bilinmelidir. Avrupa merkezci (eurocentric) modern bilim İslam tarihini ele alırken –kendi düşüncelerine uymayan– 1400 yıllık ilmî birikimi ve ilim insanlarını yok saymakta ve seküler ve materyalist anlayış ile tarihi yeniden yazmakta oldukça ‘cesur’ davranmıştır. Buna göre bazı bilim insanları bilimsel kanıt yerine sübjektif argümanlara sarılarak Miraç hâdisesinin Kudüs’te gerçekleştiğini söyleyen âlimlerin bunu Emevilerin siyasî istekleri üzerine yaptıkları iddiasını ortaya atmışlardır. Bu örnekten hareketle modern bilimin böylece kendine göre “yanlışları” tarihten ayıklamakla kalmadığını, aynı zamanda 17. ve/ya 18. yüzyıl öncesindeki hümanist, aydınlanmacı ve ilerlemeci anlayışa ters gördüğü ilim adamlarını da küçümsediğini ve aşağıladığını söylemek yerinde olacaktır. Bunu yaparken onları “geri zekalı” olarak nitelemez, ancak onların metafizik olayların asıl mahiyetini kavrayabilecek ve metafizik canlıların aslen mitolojik varlıklar olduklarını anlayabilecek akla sahip olmadıklarını ima eder. Bu şekilde Aydınlanma ürünü olan “modern akıl” hem âlimlere aslında “akılsız” demiş hem de kendi kibirli hallerini ifşa etmiş olmaktadır.
Şarkiyatçıların yaklaşık her konuda en az iki farklı görüşün bulunduğu zengin bir tartışma kültürüne sahip İslam bilim tarihi söz konusu olduğunda stabil bir yaklaşım tarzına rastlanmamaktadır. Onlar arasında bu zengin kültüre bîgane kalanlar olduğu gibi çeşitliliğin sadece ilk dönemler için geçerli olduğunu iddia edenler de vardır. Benzer şekilde farklı bölgelerde (Osmanlılar, Memlukler vs.) bu zenginliğin 18. yüzyıla kadar devam ettiğini bilimsel olarak ispatlayan şarkiyatçıların da olduğunu ve çoğaldığını ifade etmek gerekir. Buradan hareketle 1300-1400 yıldır uzun bir tartışma kültür vasatına sahip İslam bilim tarihinde en ufak bir şüphenin olması halinde Kudüs konusunun konuşulmaması ve tartışılmamasının düşünülemeyeceği söylenmelidir. Üstelik var olan tartışmalarda bizim göremediğimiz bazı eleştirilerin ortaya çıktığını farz etsek bile İslam tarihi boyunca kaleme alınan hiçbir çalışmada karşımıza çıkmaması onlara (bilimsel) bir değer atfedilmediği anlamına gelmektedir.
Oryantalizmin İslam’ı değerlendirmesinin genel anlamıyla sübjektif temellere dayandığı hususunda onlarca örnek bulunabilir. Özellikle gayb / metafizik ile ilgili meseleleri gayb / metafizikten arındırarak “sözde” bilimsel ve rasyonalist bakış açısıyla değerlendirmeye tabi tutmaları en başta gelen özelliklerinden sayılabilir. İslam hakkında çalışan Batılıların (Oryantalistler) ateist ya da Ehl-i Kitâp’tan olmaları bu sübjektifliğin bir kanıtı olarak kabul edilmese de ortaya çıkan çalışmaların (istisnalar dışında) bu genellemeyi yanlışlamadığı görülmektedir. Bu durum eurocentric bilim metodolojisinin öne attığı “seküler bilim objektifliği”nin aslında bir “mit” olduğunu ortaya koymaktadır.
Burada normal olmayan iki hususa dikkat çekmek gerekir: Birincisi, seküler bilimselliğin “sözde” objektifliğinin Müslüman bilim adamları tarafından sorgulanmadan kabul görmesi. Türkiye dahil neredeyse tüm İslam ülkelerinde tarih biliminin Batı metodolojisi üzerinden ilerlemesi İslam tarihinin temel umdelerine bile materyalist ve seküler bakış açısıyla değer biçilmesini doğurmuştur. Buna göre ne İsa (as) ne Musa (as) ne de diğer peygamberler tarihsel birer kişiliktir. Böyle bakıldığında Resulullah’ın derdinin iman, salih amel veya Müslümanları ahirete hazırlamak olarak değil; aksine tamamen dünyevî niyet ve hedefleri olan bir tüccarın devlet başkanı olması olarak değerlendirmek yadırganmayacaktır. İkincisini şarkiyatçıların kendi niyetlerini dürüstçe ortaya koymamak olarak ifade edebiliriz. Bu kişiler sübjektif niyetlerini açıktan zikretmeyerek objektiflik kılıfı altında İslam tarihinden kıl çeker gibi otoriter âlimlerce kabul görmeyen marjinal konulara makuliyet atfetme çabalarıyla kendini göstermektedirler. Başka bir ifade ile bir kısım şarkiyatçıların çabalarını İslam âlimlerinin görüşlerinin üzerini örterek ya da onları muğlaklaştırarak İslam’ın temel hakikatleri konusunda şüphe uyandırmak amacıyla tarihi malzemeleri yeniden gözden geçirmeye hasrettikleri görülmektedir.
Bu konuyla ilgili ortaya koymaya çalıştığımız “yazılmayanı okumak” / “Eksik tepki” yaklaşımı / metodolojisi için iki örnek vererek yazımızı tamamlayabiliriz. Bilindiği gibi, Resulullah’ın vefatının ardından çeşitli malzemeler üzerine yazılan Kur’an ayetleri Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde Zeyd b. Sabit’in başkanlığındaki bir heyet tarafından bir araya getirilmiştir (Mushaf). Bazı şarkiyatçılar ve Müslümanlar zaman zaman Allah’ın gönderdiği tüm ayetlerin Mushaf’ta mevcut olup olmadığı gibi Kur’ân’ın sıhhati konusunda şüphe uyandırabilecek bazı rivayetlere odaklanırlar. Bu rivayetlerde Abdullah b. Mesud’un mushaf çalışmalarına karşı çıktığı bilinmekle birlikte yine de onun adı kullanılarak Kur’ân’ın sıhhati konusunda şüphe oluşturulmaya çalışılmıştır. Oysa bu rivayetlerin –alimlerce kabul görülmemesiyle beraber– içinde eksik olan, o dönemde yaşayan tüm sahabilerin ve hâfızların tepkileridir. Bunu şu soruyla ifade etmek de mümkündür: Mevcut Mushaf’ta Resulullah’ın bildirdiği ayetlerin eksik ya da fazla olmasına karşı başta o dönemin hâfızları ile Raşid halifeler olmak üzere diğer sahabiler tarafından karşı çıkılmış mıdır? Şayet karşı çıkılsa ve böyle bir tepki oluşsa idi İslam tarihinin en önemli eserlerinde yer almaması ve takip eden (yüz)yıllarda âlimler tarafından tartışılmaması düşünülebilir mi?
Ayrıca, işaret edilmesi gereken bir başka husus da farklı din ve dünya görüşüne sahip bazı şarkiyatçıların zaman zaman İslam’ın kendi dinlerinden neşet ettiğini ispatlama çabalarıdır. 19. yüzyılda özellikle Yahudi şarkiyatçılar İslam’da akletmeye verilen önemden; İslam tarihinin farklı zamanlarında aydınlanmış insanların ortaya çıkmasından ve farklı bilim dallarındaki keşiflerden hareketle İslam’ın Yahudilikten doğduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Benzer şekilde İslam’ın tevhit inancının (Yahudilikteki inanca benzer olsa da) Hıristiyanlıkta devam ettiğini ve İslam’ın aslında Hıristiyanlıktan ortaya çıkan bir “tarikat” olduğunu söyleyen Hristiyan şarkiyatçılar da olmuştur. Özellikle bu son nokta, yani İslam’ın Hristiyanlıktan türediği ve birçok ilke ve prensibi ondan “kopyaladığı” iddiası zaman zaman günümüzde de devam etmektedir. Bunun için özellikle Resulullah’ın okuma ve yazmasının olup olmadığı tartışması sürekli canlı tutulmaya çalışılmaktadır.
Allah (cc) Kur’ân’ın birkaç yerinde Resulullah’a müşrikler tarafından yapılan bazı ithamlardan (örn.: 52:29 ve 69:42-43. ayetlerde “kâhin”; 37:35-37. ayetlerde ise “şair” ve “mecnun” ithamları) ve cevaplarından söz eder. Buna karşılık Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed’in bunu bir yerlerden okuduğuna (dair); Medineli Yahudi ve Hıristiyanların (Ehli Kitap) ise kendi kitaplarından (ç)aldığına dair ithamlarının olmaması (“eksik tepki”) dikkat çekmektedir. Burada vurgulu bir şekilde ifade edilmesi gereken nokta, onların bu tarz bir düşünceye sahip olmaları halinde bunu dillendirmekten çekinmeyecekleri; Allah’ın da bu iddialara karşı yanıt / ‘tepki’ vereceğidir. Nasıl ki Allah kâhin, şâir ve mecnun ithamlarına rest çekerek peygamberine destek vermişse; benzer şekilde, okuma ve yazma (ümmî) kaynaklı ve –dolayısıyla– İslam’ın bazı bölümlerinin önceki dinlerden (ç)alıntı olduğuna dair ithamlarına karşı da aynı desteği vereceğinden emin olabiliriz (“yazılmayanı okumak”). Kısaca söylemek gerekirse, hiçbir yazılı kayıtta bulunmayan ve farklı amaçlarla sonradan ortaya çıkarılan bilgi ve tutumlar ile –bunun yanında– ilk vahyi anlatan hadislerdeki (‘Ben okuma bilmem’) kelimeler üzerinden spekülasyonların yapıldığı görülmektedir. Bu spekülasyonların kesinlikle bilimsel objektifliğe (ki böyle bir şey mümkün değildir) dayanmadığı ise bilinen bir husustur.
Sonuç olarak, İslam dininin temellerinde birer iman nesnesi olarak bulunan gaybî / metafizik konuları inkâr etmenin Müslümanı küfre sürüklediği bilinmektedir. Bu yüzden başlı başına mucizevî olan Miraç olayının bir kısmını kabul edip bir kısmını da “ampirik” tecrübelerimize aykırı olduğu gerekçesiyle yok saymak İslamî tutarlılığa aykırıdır. Bu tür konularda Hz. Ebu Bekir’in tavrı bize ışık tutmaktadır. O, “Muhammed bunu demişse doğrudur” diyerek Resulullah’a ne kadar sadık olduğunu göstermiştir. Fakat konumuz açısından önemli olan o ifadenin bütünündeki tutumdur. Öyle ki; Asım Köksal’ın (1913-1998) Siyer’ine göre Hz. Ebu Bekir şöyle demiştir: “Vallahi ben onu bundan daha uzak olanında, gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semadan haber geldiğini bana haber verdiğinde tasdik edip duruyorum”. Bu ifadesi ile Hz. Ebu Bekir hem Miraç ve İsra hadisesine çok fazla önem atfetmediğini hem de gaybî (metafizik) konuların İslam’ın özünde bulunduğunu çok güçlü bir duruş ve argümanla göstermiş olmaktadır.
Yani Mekke ile Kudüs arasındaki mesafe ne ki?

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?