Kısa adı Hamas olan İslami Direniş Hareketi’nin askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam Tugayları’nın genel komutanı Muhammed Dayf 7 Ekim 2023 Cumartesi sabahı, İsrail işgal rejiminin Gazze çevresine inşa etmiş olduğu yahudi yerleşim merkezlerine ve buralarda kurmuş olduğu askeri üslere yönelik olarak Aksa Tufanı adını verdikleri bir operasyon başlattıklarını medya organlarına da dağıtılan bir ses kaydıyla açıkladı.
Operasyonu başlatan mücahitler birkaç saatlik süre içinde Gazze Çevresi (Ğilafu Ğazze) olarak isimlendirilen bölgedeki birçok yerleşim merkezine girmeyi, buralardaki askeri karakolları ve önemli bazı üsleri kontrol altına almayı başardılar. Bastıkları yerlerde bulunan askerleri, polisleri ve bazı sivilleri esir aldılar. Ancak sivillerin de çoğunluğunu sivil kıyafetli güvenlik görevlileri ve istihbarat elemanlarıyla söz konusu yerleşim merkezlerini kontrol altında tutan yetkililer oluşturuyordu.
Direniş güçlerinin birkaç saatlik süre içinde böyle bir başarı gerçekleştirmesi işgal ordusunun ve istihbaratının öyle abartıldığı kadar olmadığını, onun bütün gücünün savaş hukukunun ve ahlakının hiçbir prensibine riayet etmeden vahşice katletmek suretiyle insanları korkutma yöntemini kullanmasına dayandığını bir kez daha gözler önüne serdi.
Bazıları işgal ordusunun böyle ciddi bir yara almasını izah etmek için kendilerince birtakım komplo teorileri uydurmaya çalıştılar. Onların iddiasına göre işgal rejimi aslında Gazze’ye geniş çaplı bir saldırı planladığı için İzzettin Kassam Tugayları’nın böyle bir saldırı planladığını önceden bilmesine rağmen buna fırsat tanıdı. Bu türden komplo teorileri uyduranlarla aynı kafaya sahip olanlar 2005 yılında işgal güçlerinin Gazze’den zelil bir şekilde çıkarılması sonrasında da, İsrail’in aslında taktik amaçlı çıktığını, tekrar döneceğini ileri süren komplo teorileri üretmişlerdi. Oysa işgal güçleri o zaman Gazze’nin kıyılarına yahudi göçmenler için inşa edilen milyonluk yalılarının tümünü kendi elleriyle yıkarak çekilmişlerdi.
İşgal rejimi eğer ki Gazze’ye saldırı düzenlemek için bir bahane oluşturmak isteseydi, bunun için kendi askeri teçhizatının ve istihbaratının itibarını temelden sarsan bir operasyona fırsat vermeyi değil çok daha basit bir sebep oluşturmayı düşünmesi daha makul olurdu. Kassam Tugayları’nın mücahitlerinin operasyonu siyonist işgalciler nezdinde Netanyahu hükümetinin de itibarını büyük ölçüde sarsmış ve aralarında ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalar savaşın sıcaklığının geçmesinden sonra daha bariz bir şekilde kendini gösterecek ve Netanyahu siyasi yönden önemli bir sıkıntı yaşayacaktır.
Filistin direnişini böyle bir operasyon gerçekleştirmeye yönelten sebepleri ise üç kategoride ele almak gerekir. Uzun, orta ve kısa vadeli olanlar.
Uzun vadeli sebep bizzat siyonist işgalin kendisidir. Filistin toprakları üzerindeki siyonist işgal gayrimeşru olduğundan, işgalci bu topraklar üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için sürekli şiddete ve zulme başvurmak suretiyle Filistinlileri oradan çıkarmaya çalışıyor ve onları işgali bir realite olarak kabullenmeye, haklarından vazgeçmeye zorluyor. Bu topraklar üzerinde siyonist işgal devletinin kurulması için şartları hazırlayan ve orada varlığını sürdürmesi için ona bütün gücüyle destek veren küresel emperyalizm de belli bir süre içinde işgalin artık bir vakıa yani realite olarak kabullenileceğini, dolayısıyla kazıklarını çakmış olacağını ümit ediyordu. Birtakım sosyopolitik teoriler ve tarihten gelen bazı tecrübeler de kendisine bunu telkin ediyordu. Ancak bu teoriler Filistin’de tutmadı ve beklenenler gerçekleşmedi. Filistin halkı hakkından vazgeçmedi. İşgali meşru tanımama ve yurda dönüş hakkını elde etme konusundaki kararlılığından geri adım atmadı. Bundan dolayı siyonist işgal rejimi Filistin halkına zulmü rutin hale getirdi. Bunun yanı sıra onu yıpratmak ve toparlanmasını zorlaştırmak için belli aralıklarla geniş çaplı saldırılar düzenledi. Bu saldırılarında yaşla kuruyu ayırmadan çok geniş çaplı yıkım ve katliamlar gerçekleştirdi. Dolayısıyla Filistin direnişi söz konusu operasyonu düzenlemeseydi de işgal rejimi değişmeyen politikası gereği Gazze’ye yine bir saldırı düzenleyecek ve bu kez öncekilerden çok daha sert bir yıkım ve katliam yapacaktı. Hatta direniş güçleri bu yönde güçlü istihbaratlar aldıklarını da dile getirdiler. Direniş bu kez işgalcinin tezgahını kurmasından ve her türlü hazırlığı yapmasından sonra savunma aşamasında karşısına çıkmak yerine başlangıçta onu gafil avlayarak kendisini sarsacak ağır bir darbeyle işe başlamayı tercih etti. Yani direniş Aksa Tufanı’nı başlatmasaydı da işgal güçleri hazırlıklarını tamamladıktan sonra yine aynı saldırıyı yapacaklardı. Aşağıda sözünü edeceğimiz kısa vadeyle ilgili gelişmeler de bu konuda direnişin tepkisini ölçme ve karşıt tavrını test etme amaçlıydı.
Orta vadeyle ilgili sebep Gazze’nin 17 yıla yakın süredir maruz kaldığı ablukadır. Bu ablukanın asıl amacı Filistin halkını teslim olmaya ve direnişi silah bırakmaya zorlamaktır. Filistin halkı ise artık her ne pahasına olursa olsun kendi topraklarında, onurlu ve özgür bir şekilde yaşama konusunda kararlıdır. O yüzden işgal rejiminin ablukasının son derece katı, vahşice ve insanlık dışı olmasına rağmen Filistin halkı teslim olmadı. Bu halkın savunma güçleri niteliğindeki direniş güçleri de silah bırakmayı kabul etmedi. Direniş, abluka yoluyla Filistin halkını ve direnişini dize getiremeyeceği konusunda işgal rejimine önceden de bazı mesajlar vermişti. Bu da o mesajlardan biridir. Yani işgal rejimine asla teslim olmayacağının ve haklarından vazgeçmeyeceğinin beyanıdır.
Kısa vadeyle ilgili sebepler ise son dönemde yaşanan olaylardır. İşgal rejimi son dönemde yahudilerin bayramlarını bahane ederek bir aya yakın süredir Mescidi Aksa’yı abluka altında tutuyordu. Müslümanların girmelerini engellemek ve yahudilerin gündelik baskınlarına fırsat vermek için bu kutsal mabedi her taraftan polis ve asker kuşatmasına almıştı. Bununla yetinmeyip Kudüs’te Mescidi Aksa’ya çıkan caddelere polis barikatları kurarak sürekli aramalar yapıyor, Müslümanların Aksa’ya ulaşmalarını engelliyor veya zorlaştırıyordu. Bütün bu uygulamaların asıl amacı Mescidi Aksa’yı paylaştırma planını hayata geçirmek için şartları ve ortamı hazırlamaktı. Filistin direnişi bunun farkındaydı ve siyonist işgal rejimine böyle bir fırsatı vermesi beklenemezdi. Nitekim 2000 yılının Eylül ayı sonunda patlak veren Aksa İntifadası’nın fitilini çeken olay da eski işgal başbakanı ve Beyrut kasabı Ariel Şaron’un kalabalık bir grupla Mescidi Aksa’ya baskın düzenlemek istemesi olmuştu. Bu baskının asıl amacı da Mescidi Aksa’yı paylaştırma ve aşamalı bir şekilde yahudi tapınağına dönüştürme planının önünü açmaktı. Ama Filistin halkı işgal rejimine bu fırsatı vermedi.
Bunun yanı sıra siyonist işgal rejiminin Batı Yaka bölgesinde ve Kudüs’te yahudileştirme faaliyetlerinde ve işgal zindanlarındaki Filistinli esirlere yönelik baskılarında çok belirgin artışlar olmuştu. Direniş işgal rejiminin gittikçe azgınlaştığını gördüğü için ona karşı tavır koyarak Filistin halkının haklarını savunma konusunda elindeki imkanları değerlendirmek istedi.
Kassam Tugayları, işgal güçlerinin 7 Ekim sabahı düzenlediği operasyondan sonra Gazze halkına yönelik şiddetli saldırılar düzenleyebileceğini tahmin ettiği için söz konusu operasyonda ele geçirdiği işgalci esirleri Gazze Şeridi’nde muhtelif bölgelere dağıttı. Ancak siyonist işgal rejimi bu kez Hannibal Protokolü olarak isimlendirilen vahşi muamelesini devreye soktu. Bu protokol siyonist işgal rejiminin kendi insanına veya yahudi toplumuna acıdığı, onların haklarına sahip çıktığı kanaatinin de aslında temelsiz olduğunu; onun, devlet çıkarlarının olduğu yerde insana hiçbir değer vermeyen ve bugün Amerikan emperyalizminin de Avrupa ülkelerinin de devlet politikasının temel felsefesini oluşturan makyavelist düşünceyle yönetildiğini çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
2016’da kabul edildiği söylenen söz konusu protokolün özü işe şudur: İsrail askerleri kaçırıldığı zaman daha sonra devletin başına büyük dert açmakta ve önemli tavizlere zorlanması için idealist akımlar karşısında zor durumda kalmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bir asker kaçırılırsa kaçıranı da kaçırılanı da öldürmelisin.
Siyonist işgal rejimi işte bu protokole dayanarak kendisinin asker, polis ve istihbarat elemanlarından esir edilenlerin de ölmelerini göze alarak Gazze’de sivil, savunmasız insanların büyük zarar gördüğü korkunç hava saldırıları gerçekleştirdi. Hatta 7 Ekim sabahı Kassam Tugayları’nın gerçekleştirdiği eylemde hayatlarını kaybeden “İsrailliler”den bir çoğunun da bu protokole binaen İsrail uçaklarından atılan bombalarla öldürüldüğü daha sonra ortaya çıktı.
Siyonist katillerin arkasında duran emperyalist güçler, Filistin halkının maruz kaldığı durumu, işgal gerçeğini ve işgalcilerin bugüne kadar hakimiyetlerini sürekli zulüm, yıkım, katliam, baskı ve şiddet yoluyla sürdürdükleri gerçeğini hep gözardı ettiklerinden Filistin halkının gasp edilmiş haklarını geri almak amacıyla meydanlara çıkan direnişçileri de mahkum etmeye ve suçlu göstermeye çalışmışlardır. Güdümlerindeki medya organları vasıtasıyla da dünya kamuoyunu sürekli aldatmaya, yanıltmaya ve yanlış kanaatler oluşturmaya çalışmışlardır. Onlar yaptıkları zulümlerden, insanları yanıltmak amacıyla sürdürdükleri medya savaşlarında piyasaya sürdükleri yalanlarından, bu yolla bir toplumu toptan suçlu göstermek için attıkları iftiralarından dolayı kimsenin kendilerini sorguya çekemeyeceğini düşündüklerinden önlerini hep açık görmüşlerdir. Onların bütün bu aşırılıkları karşısında Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de verdiği mesajlar ve yaptığı uyarılar daha bir anlam ve önem kazanmaktadır:
“Rabbin bağışlayıcı, rahmet sahibidir. Onları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı onlara azabı çabuklaştırırdı. Hayır; onlar için vaadedilen bir vakit vardır ki ondan kaçacak bir yer bulamazlar.” (Kehf, 18/58)
“Ona inanmayanlar onun çarçabuk gelmesini istiyorlar. İman edenler ise ondan korkar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet hakkında tartışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (Şura, 42/18)
Bu dünya hayatı bir imtihandan ibarettir. İyilik ve kötülük konusunda imtihan etmek için insanları yaratan da Allah’tır. Bu imtihanda zorluk da bolluk da var. Ama asıl hayat ölümün bir daha gelmeyeceği ahiret hayatıdır. O hayatı kaybeden sonsuza kadar kaybetmiş, kazanan da sonsuza kadar kazanmış olacak.
İşte bu gerçeğin farkında olmayanlar dünyada yaptıklarının hepsinin yanlarına kalacağını sanarak zulümde iyice sınırı aşıyor, bu yüzden insanın fıtratına yerleştirilen özellikleri de kaybediyorlar. Fıtri özelliklerini kaybeden insan ormanların en vahşi canavarlarından çok daha vahşi olabiliyor.
Filistin topraklarını işgal altında tutmak için zulmün her çeşidini kendine caiz gören siyonist işgalciler de öyledir. O yüzden onlar gerçekte insanlığa ve insani değerlerin tümüne karşı savaş halindedirler. Üstelik bu savaşları kesintisiz bir şekilde sürüyor. Bu vasıflarını Gazze’ye yönelik son vahşi saldırılarında çok belirgin bir şekilde gözler önüne serdiler.
ABD ve Avrupa Birliği (AB) emperyalizminin verdiği destekten de cesaret alan siyonist işgalciler, kendilerinin zulümlerinin son bulması için harekete geçen Filistin direnişini hedef aldıklarını söylerken çok ilginç bir teori geliştirdiler. Bu direnişin bulunduğu bölgenin ve o bölgede yaşayan insanların tümünü saldırılarında hedef alma hakları olduğu iddiasında bulundular. Siyonist katillere göre kendilerine yönelen direnişi etkisiz hale getirebilmek için o direnişin bulunduğu coğrafyada büyük küçük, kadın erkek, savaşan savaşmayan, canlı cansız ayrımı yapmadan herkesi ve her şeyi hedef almak gerekiyordu. Siyonist katillerin baş destekçisi ABD ve AB’ye göre ise bu, işgal devletinin nefsi müdafaa hakkıydı. Bu durum günümüzde dünyaya hükmetme iddiasındaki güçlerin de insanlıktan ve insanî değerlerden ne kadar uzaklaştıklarını, insan hakları ve adalet konusunda ne kadar iki yüzlü ve sahtekar, modernizm iddialarında ise ne derece gülünç durumda olduklarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bundan binlerce yıl yaşamış olmaları sebebiyle sözde bilimsel tanımlamada “ilkel” olarak tanımlanan toplumların insani ve ahlaki değerlerde, kendilerini modern olarak nitelendiren mevcut yönetimlerin çok çok ilerisinde olduğunu görmemiz açısından siyonist katillerin Filistin’de sergiledikleri vahşet karşısında sergilenen tavrı tetkik etmemiz yeterlidir.
İşgalci siyonistlerin belli bir coğrafyada yaşayan insanları, kundaktaki bebeklerinden bastonlu ihtiyarına kadar toptan düşman addetmesi ve hepsini birden öldürme kasıtlı saldırılarında hedef alması sebebiyle onun Gazze’ye yönelik savaşı soykırım savaşı olarak isimlendiriliyor. Çünkü soykırım savaşı ile kastedilen anlam budur. Yani bir etnik ya da dini kimliğe veya bir coğrafyaya mensup insanların tümünü düşman addederek hepsini birden öldürme amaçlı saldırıların hedefi haline getirmek.
Bu açıdan işgalci siyonistlerin Gazze’ye yönelik saldırıları gerçekte bir savaş değil bir katliamdır. Çünkü savaş karşı tarafa galip gelme kastıyla elindeki araç ve imkanları da kullanarak cephede karşı karşıya gelen güçlerin çatışmasına denir. Bu şekilde cephe çatışmaları siyonist işgal güçlerinin Gazze’ye yönelik askeri faaliyetlerinin çok az bir kısmını oluşturuyor ve cephe çatışmalarında da direnişçiler karşısında sürekli kayıp verdiler. Cephede fiilen çatışmaya girenler karşısında verdikleri kayıpların acısını da yine cephe gerisinde kalan, silahtan ve kendilerini savunma imkanlarından yoksun insanlardan çıkarmak amacıyla hava saldırılarıyla toplu katliamlar yapmaya daha çok ağırlık verdiler. Çünkü ister cephede savaşanlar içinde yer alsın isterse olayların tümüyle dışında kalsın siyonist işgalciler nazarında Gazze bölgesinin tamamı ve bu bölgede yaşayan insanların tümü saldırıların hedefi sayılıyor, tam anlamıyla bir soykırım gerçekleştiriliyordu.
Siyonistlerin amacı hedefe yerleştirdikleri kitleyi teslim olmaya veya yurtlarını tamamen terk etmeye zorlamak olduğundan, bu kitlede ağır yaralar açmayı stratejik açıdan öncelikli olarak görüyor ve o yüzden mümkün olduğunca çok sayıda can kaybına sebep olabilecekleri yerleri hedef almayı tercih ediyorlardı. Hastaneleri ve UNRWA’ya (BM Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) bağlı okulları özellikle hedef almalarının amacı buydu. Hastanelerin askeri amaçla kullanıldığı iddiası ise çok sayıda can kaybına sebep olabilecek saldırılara ağırlık verme stratejisine kılıf uydurma amaçlıydı. Kaldı ki UNRWA okulları hakkında böyle bir iddiada bulunma imkanı olmadığı halde kendini uluslararası toplum olarak nitelendiren birtakım mekanizmalar buraların hedef alınması karşısında da sessiz kalmayı tercih etti. Ayrıca İngiliz Anglikan Kilisesi’nin Kudüs’teki teşkilatına bağlı Özel Baptist Hastanesi’nin Hamas mücahitleri tarafından askeri amaçla kullanılmasının iddia edilmesine de imkan yoktu. Ama işgalci siyonistler burada da en büyük katliamlarından birini gerçekleştirdikleri gibi sonrasında kara operasyonu sırasında burayı günlerce kuşatma altında tuttular.
İşgalcilerin saldırılarında camileri ve kiliseleri hedef almalarının amacı da toplu katliamlar açısından buraları fırsat mekanları olarak görmeleriydi.
ABD ve Batı emperyalizmi siyonist katillerin sergiledikleri bütün bu vahşi katliamlara onay vermekle, bu katliamları yapabilmeleri için onlara silah ve malzeme vermekle, strateji ve taktik konusunda kendilerine yardımcı olmak için uzman elemanlarını göndermekle kalmayıp bu vahşete tepki gösterenleri de “antisemitizm” adını verdikleri artık iyice paslanmış ve yalama olmuş damgayla damgalamaya çalıştılar. Çağdaş Batı zihniyetine göre siyonist katillerin hastanelerde bebekleri katletmeleri nefsi müdafaa addedilecek ama böylesi bir vahşeti eleştirmek bile “amtisemitizm” sayılarak engellenecekti. Aynı zihniyete göre dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan bir topluluğun kutsal kitabı durumundaki Kur’an-ı Kerim’in yakılması ve onların peygamberlerine hakaret edilmesi ise fikir özgürlüğü sayılacaktı. Bundan binlerce yıl yaşamış toplumlar bugün dirilseler, “Bu insanlar ne kadar da ilkelmiş!” deme hakları olacaktır elbette. İlkellik zamanda önceliğe değil ahlaki ve insani değerlerdeki geriliğe göredir.
Siyonist katiller, kara saldırılarında da özellikle hastaneleri birinci derecede hedef haline getirdiler. Bu konudaki iddiaları da yine buraların askeri amaçla kullanıldığını ortaya çıkarmaktı. Bir de güya rehinelerin buralarda tutulduğuna dair haberler aldıklarını iddia ediyorlardı. Olaylara biraz insaflıca bakanlara göre asıl amaçları iddialarına gerekçe oluşturmak için birtakım kurgulamalar yapmak, malzemeler üretmekti. Ama bizim kanaatimize göre bu ikinci amaçtır. Asıl amaçları buralara sığınan toplulukları sıkıştırıp büyük bir zayiata ve krize sebep olarak direnişi teslim olmaya zorlamaktı. Tabii bu arada baskın düzenledikleri hastanelerde, iddialarına malzeme oluşturmak amacıyla birtakım senaryolar oluşturacaklardı. Bunu Mavi Marmara gemisinde yaptıklarına şahit olduk. Nitekim Şifa Hastanesi’ne düzenledikleri baskında da kendi elleriyle koydukları silahların görüntülerini alarak kamuoyuna “silah bulduk” diye pazarlamaya çalıştılar. Ama yaptıkları kurgulamaları ağızlarına burunlarına bulaştırdıklarından yalanları çok çabuk ortaya çıktı. Hastanenin altında buldukları tünellerin de kırk yıl önce işgal rejiminin burayı işgal altında tuttuğu dönemde açıldığının bizzat işgal rejiminin eski başbakanı Ehud Barak tarafından ifşa edilmesi bu konudaki senaryolarının da yalan olduğunu açığa çıkardı.
İşgalcilerin saldırılarında sürekli sivilleri ve üstelik ölçüsüzce hedef almaları sivillerde can kaybının çok, ölenlerin de %75’inin kadın ve çocuklardan olmasına, uygulanan ablukanın çok katı ve insafsızca olması da büyük bir insani krize yol açtı. İşte bundan dolayı direniş, aracı ülkeler vasıtasıyla bir insani ateşkes önerisinde bulundu. Ancak siyonist işgalci buna yanaşmak istemedi. Çünkü kendi toplumuna verdiği mesajlarda kendi isimlendirmesiyle “teröristlerle (!)” pazarlık yapmayacağını ve rehineleri kurtarıncaya kadar ilerleyeceğini söylüyordu. Ama kara operasyonu onun için bir felaket oldu ve her gün onlarca askerini ceset torbalarıyla geri taşımak zorunda kaldı. Başlangıçta resmi açıklamalarda kayıp asker sayısını çok düşük tutuyordu. Ama bazı bilgilerin medyaya sızdırılması bu konudaki yalanlarının da ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum karşısında işgal rejimi insani ateşkese razı olmak zorunda kaldı. Yani onu zorlayan kendi insafı veya aracıların baskısı değil bizzat direnişin vurduğu darbelerin işgalcilerde açtığı yaralardır.
İşgal rejiminin bu vahşi tutumu ve küresel emperyalizmin böylesine bir vahşette ona tam destek vermesi Filistin halkını yıldıramayacak, direnişi de kararlı mücadelesinden vazgeçmeye zorlama konusunda başarılı olamayacaktır.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?