Yıl 2017… Osmanlı’nın; Mescid-i Aksa ve Beytülmakdis topraklarını kaybedeli 100 sene oldu. Ayrıca, Siyonistlerin Mescid-i Aksa’yı yakmasının üzerinden tam 50 yıl geçti. Şu güne kadar Müslümanların ilk kıblelerini geri almak ve orayı yeniden İslâm’ın merkezi haline getirmek için maalesef elle tutulur/hatırı sayılır hiçbir girişimi olmadı.
Hiç şüphe yok ki bir bilgi felaketinin (nakba ma’rifiyye) varlığı, Mescid-i Aksa’ya yönelik işgali hızlandırdı ve bu durum Beytülmakdis’i yitirmemize sebep oldu. Başlangıçta milliyetçilik fikri ileri sürülerek tek sancak altındaki Müslümanlar arasında tefrika oluşturuldu. Ardından içimizdeki bazı hainler Osmanlı’nın aleyhinde İngiliz Mandası ile bir olup, işgalcileri bu mukaddes topraklarda memnuniyetle karşıladılar. En sonunda; Müslümanların cahilliğini ve saflığını fırsat bilen İngiltere bu mübarek toprakları Siyonistlere teslim etti.
Mescid-i Aksa elbette ki diğer mescitler gibi değildir. Zira o; Müslümanların ilk kıblesi, yeryüzünün ikinci mescidi ve kendisine doğru yola çıkmanın kişiye sevap kazandırdığı üç mescitten biridir.
Müslümanların onur ve şerefinin Mescid-i Aksa ile doğrudan bir bağı bulunmaktadır. Bu topraklar İslâm bayrağı altında gölgelendiği vakit, Müslümanlar izzetli bir şekilde varlıklarını sürdürmüşler, bölgedeki hâkimiyeti yitirdikleri vakit ise gücünü ve üstünlüğünü kaybetmişlerdir. Tıpkı günümüzdeki gibi… Tıpkı Selahaddin’in fethi öncesinde olduğu gibi… O Selahaddin ki; fetih ona ancak Mescid-i Aksa’yı Müslümanlarla birlikte hayatının merkez noktası haline getirdiğinde nasip olmuştu. Bu demek oluyor ki; ehemmiyetini idrak etmedikçe, aklımıza, zihnimize ve kalbimize kazımadıkça Mescid-i Aksa’yı özgürleştirmemiz bizim için hayalden öteye geçmeyecektir.
İbret almak için tarihe dönüp şöyle bir baktığımızda değişimi ve özgürlüğü yönetenin bilginin bizzat kendisi olduğunu anlamamız kaçınılmazdır. Gerçekten de bilgisizlik; uğraşların ve gayretlerin bir kısır döngüye dönüşmesine sebep olmakta, dolayısıyla hiçbir fayda sağlamamaktadır. Öyle ki; Haçlılar Mescid-i Aksa’da on binlerce cana kıyarken hiçbir Müslüman duygusallığın ötesine geçip de elle tutulur/hatırı sayılır bir karşı koyma tavrı sergilemedi. Plansız eylemlerin bilançosu ise birliğini kaybetmiş Müslümanlar ve işgal altında bir Mescid-i Aksa. Bu durum bazı âlimlerin başlattığı sistematik hareketin, Nureddin Zengi ve onun tedrisatından geçmiş Selahaddin Eyyubi gibi komutanların ellerinde güçlenmesine kadar böyle devam etti. Tüm hayatını bu yolda feda etmiş olsa da Mescid-i Aksa’nın fethi Nureddin Zengi’ye nasip olmadı. Ancak o, Mescid-i Aksa’ya koymak üzere minberler hazırlatmış, insanları fetih fikrine hazırlamıştı. Bu minberler, Hz. Peygamber’in Aksa’ya hediye gönderme vasiyetini de zihinlere yerleştiriyordu: “Kim oraya hediye gönderirse orada namaz kılmış gibi olur.” Vefatından sonra, Mescid-i Aksa’yı özgürlüğüne kavuşturmak için Müslümanları bir araya getirme sorumluluğu artık öğrencisi Selahaddin Eyyubi’nin omuzlarındaydı. Bu, cenk etmekten daha zor bir meseleydi. Zira Mısır, Şam ve Irak’taki Müslümanlara Mescid-i Aksa’nın ve fethinin ehemmiyetini anlatmak yıllarca sürmüştü. Diyarbakır’da kadınlar Selahaddin Eyyubi’nin etrafında toplanmış; ona, Mescid-i Aksa’ya hediye olarak gönderecekleri güzel kokuları emanet etmek istemişlerdi. Artık Mescid-i Aksa’nın durumuna dair farkındalık ve özgürlüğü için gerekli olan birlik bilinci tüm Müslümanların zihnine yerleşmişti. Müslümanlar birleşince nelerin olabileceğinin idrakine varan Selahaddin Eyyubi için Arap, Türk, Kürt ve Berberi kökenli milletlerden oluşan bir ordu oluşturmak hiç de zor olmamıştı. Böylece Mescid-i Aksa’ya ihtişamlı ordusuyla girmiş; Diyarbakırlı kadınların kendisine verdiği güzel kokularla Kubbetü’s-Sahra’yı yıkatmış ve hazırlanmış olan minberleri Mescid-i Aksa’ya, Askalan’a, el-Halil’e koydurarak hocasına karşı vefa borcunu ödemişti.
Özgürlüğün simgesi bu minber, Nureddin Zengi’nin sadaka-i cariyesi olarak Mescid-i Aksa’da tam 771 sene kalmıştı. Ta ki Siyonistler burayı işgal edip, minberi yakana kadar… Günümüzde bu topraklar hâlâ; Nureddin Zengi gibi, Selahaddin Eyyubi gibi, Diyarbakırlı kadınlar gibi gözlerini ve gönüllerini Mescid-i Aksa’nın özgürlüğüne çevirmiş; ruhunu oraya bağlamış kahramanlarını bekliyor. Hz. Peygamber de böyle öğretmemiş miydi ashabına? Fetih için harekete geçmeden önce ruhlarıyla, kalpleriyle ve akıllarıyla Aksa’ya yönelmenin mühim bir mesele olduğunu işlemişti sahabenin zihnine. En nihayetinde ilk kıble söz konusuydu. Bugün bizler nasıl Beytullah’ı özlüyorsak, sahabe de o gün aynı özlemle Beytülmakdis’i düşlüyorlardı. Öyle ki Erkam b. Ebu Erkam orada bir kez olsun namaz kılmak için Hz. Peygamber’den izin istemişti. Bunun yanında inen ayetlerde anlatılan kıssaların ve peygamber hayatlarının üçte biri Beytülmakdis topraklarında geçiyordu. Bu da ashabın gönlünü o topraklara daha çok bağlıyordu.
Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç mucizesi, ashabın Beytülmakdis ile aralarında gelişen bağı zirveye ulaştırdı. Allah isteseydi Hz. Peygamber’i Kâbe’den göğe yükseltirdi. Ancak Allah Resûlünün enbiya ile Mescid-i Aksa’da buluşması ve liderlik bayrağını burada teslim almış olması; bu mübarek toprakların insanlık için yeni bir başlangıç noktası olduğunu ve kıyamete kadar böyle süregeleceğini göstermektedir. İsra ve Miraç olayını takiben Mescid-i Nebevi’nin inşa edilmesinden sonra Hz. Peygamber; yolculuk yapılacak üç mescit arasında Mescid-i Aksa’yı da zikretmiş, ziyarete güç yetiremeyenlerin oraya hediye göndererek de namaz kılma sevabına nail olabileceklerine vurgu yapmıştır. Geçmişte Müslümanların bu yolla Mescid-i Aksa’ya ehemmiyet gösterdikleri gibi bugün de bizim üzerimize düşen o hassasiyeti yeniden canlandırmak ve o toprakların fethi için en önce bilgiye dayalı bir hazırlık yapmaktır.
Beytülmakdis’in birinci ve ikinci fetih hazırlıklarında bilgi eksenli çalışmalar mihenk taşı konumundaydı. Bizlerin de bugün üçüncü fethin kapılarını “doğru bilgi”ye ulaşmadan açamayacağı aşikârdır. Selahaddin Eyyubi’nin “Sanmayın ki bu toprakları kılıçla fethettim, ben fethimi Kadı el-Fadıl’ın kalemi sayesinde gerçekleştirdim.” sözü tam da bu konunun ehemmiyetini göstermektedir.
Ashab-ı Kiram’ın Beytülmakdis’le olan bilgi temelli irtibatını üç maddede özetleyebiliriz: i) Manevi İrtibat ii) Dinî İrtibat ve iii) Siyasî İrtibat. Beytülmakdis’te farz olan beş vakit namazın edası sırasında o kutsal topraklar için yapılan dua manevi irtibat boyutunu, Beytülmakdis’in İslâm’daki yerini ve İslâm tarihi için önemini öğrenmek dinî irtibat boyutunu, zihnin Beytülmakadis’te cereyan eden olayları günlük olarak takip etmesi de siyasî irtibatı ifade etmektedir. Diğer yandan Mescid-i Aksa’ya hediye göndermek; Müslümanların izzet ve şerefinin artmasında Beytülmakdis’in büyük bir rolü olduğunu bilen herkes için önem arz etmektedir. Bu sebeple -hele ki işgal altındayken- Mescid-i Aksa’ya maddi veya manevi hediye göndermek yahut da Nureddin Zengi ve Diyarbakırlı kadınlar gibi o toprakların fethi için çalışıp çaba göstermek bütün Müslümanların görevidir.
Hiç şüphe yok ki bu mübarek topraklar üzerinde yaşanan zulüm böyle sürüp gitmeyecektir. Müfessirler ayette geçen “arz-ı mukaddes” ifadesini “zalimin barınamayacağı yer” olarak anlamlandırmaktadırlar. Gerçekten de tarihin sayfalarını şöyle bir karıştırdığımızda insanlığın şahit olduğu manzaralar bu tezi desteklemektedir: Farisiler, Romalılar, Bizanslılar, israiloğulları, Haçlılar, Moğollar ve sömürgeci Avrupalılar bu kutsal topraklara gelmişler ancak hepsi belli bir süre sonra sürülmüşlerdir. Haçlılar orada binlerce cana kıyıp, kendi binalarını inşa etmiş olmalarına rağmen sadece bir asır ömür sürdürebilmişler; Tatarlar da aynı şekilde şehri yağmalamalarının üzerinden çok geçmeden temizlenmişlerdir. Napolyon adeta bir dünya savaşına niyetlenmiş ancak o da hezimete uğramıştır.
Tarihi iyi okuyan herkes şunun farkındadır ki; Siyonist Yahudi devleti yeryüzünde bozgunluk çıkardıktan sonra en nihayetinde bozguna uğrayanlar kendileri olacaktır. İşte o gün Beytülmakdis’in fethi gerçekleşecek, izzetine ve şerefine kavuşan Müslümanlar için yeni bir güneş doğacaktır.