Hayatınızın dönüm noktası dediğiniz, varlık mücadelesi verdiğiniz ve o yaşadığınız inanılmaz zorlu bir anınızı hatırlatırken başlamak istiyorum bu inanılması güç ve olağanüstü bir asr-ı saadet hikâyesine. Hakla batılın, cennet ehliyle cehennemliklerin, Allah’ın himayesiyle kurtarılan bir ümmetin, kutlu bir elçinin getirdiği risaletin kaderine yön veren, imanla küfrün karşı karşıya geldiği ilk İslam gazvesi: “Furkan Günü, Bedir.”
Muhacirlerin Mekke’de bıraktıkları ve müşrikler tarafından yağmalanarak satılan mallar da sermaye edilerek alınan yüklü ticari meta ile dolu olan kervan geliyordu. Ebu Süfyan, 50 bin dinarlık sermaye ve bunun muhafızlığını yapan 40 süvari ile Şamdan Mekke’ye doğru gidiyordu. Medine’deki Muhacirlerin mallarının karşılığını almaları için büyük bir fırsattı bu. Bunlar Müslümanların eline geçmediği takdirde bu mallarla müşrikler onlara karşı savaş hazırlığı yapacaklardı, Müslümanlar ise henüz buna hiçbir şekilde karşı verebilecek güçte ve eşitlikte değillerdi.
Olayı haber alan Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuyu ashabıyla görüşürken “İşte Kureyş kervanı! Müşriklerin mallarıyla yüklü… Bu kervanın yoluna çıkalım. Belki de Allah size ganimet ihsan eder.” buyurdu. Bu çağrı üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kendisiyle gelmeyi kabul eden Evs, Hazrec ve Muhacirlerin bulunduğu 310 kadar yol hazırlığı yapıyordu. Bunun sadece bir baskın olacağını düşünen diğer sahabiler ise Peygamber Efendimizin (s.a.s.) yerine vekil bıraktığı Ümmü Mektûm ile birlikte Medine’de kalmayı tercih etmişlerdi. Aralarında gelmek istedikleri halde yaşları 16’dan küçük olduğu için gelemeyenler de Medine’de kalmıştı.
Ebu Süfyan, bu haberi alınca Mekke’den yardım istedi. Bunun üzerine tam teçhizatlı hem süvari hem piyade 950 kişi topladı müşrik ordusundan. İslam ordusu Bedir’e yaklaşırken, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ashabıyla savaş hakkında istişarede bulunuyordu. Çünkü durum bir kervan baskınını çoktan aşmış ve yerini, geri dönüşü olmayan bir savaşa bırakmıştı. Ensardan bir cevap bekliyordu ve bu cevap Sa’d bin Muaz’dan geldi. Çünkü Ensar Peygamber Efendimizi (s.a.s.) Medine’de koruyacaklarına dair biat vermişti. Ancak şu anda Medine sınırlarından uzaktaydılar ve rahmet elçisi onları savaşa zorlamak istemiyordu. Onlar ise bir kez daha peygamberi canları pahasına koruyacaklarını ve her daim arkasında duracaklarını söyleyerek ona olan biatlerini tazelemiş oldular.
Resûlullah (s.a.s.) mücahitleri ile birlikte Bedir kuyularını öne almış olarak konaklayacağını haber verince Habbab b. Münzir, aklına geleni ona söyledi. Eğer bu mevzi vahiy değilse, kuyuları arkalarına aldıkları takdirde avantajın kendilerinde olacağı görüşünü bildirdi. Resûlullah (s.a.s.) savaş stratejisi açısından daha doğru olacağını anlayarak bu teklifi kabul etti.
Vahyin kılıçtan keskin ifadeleri gibi müşriklere korku salan ve aynı anda müminlerin yüreklerine sekinet veren bir rahmet yağmuru düşüyordu toprağa, mucizelerin ardarda geleceği bu zorlu günlerde Rahmet Elçisi’nin dudaklarından İslam mücahitlerini sevindiren müjdeler dökülüyordu: “İnşallah, yarın sabah falan kâfirin vurulup düşeceği yer burası, falan kâfirin helak olacağı yer şurası.”
Rahman’ın en sevgili kulu, o gece ümmeti için Rabbine yalvarıyordu: “Allah’ım! Bana yaptığın vaadini yerine getir.” Çünkü henüz yeni filizlenen bir fidanın kökleri kadardı bu ümmet, bir avuç müşriğin kibrinde helak olursa, Rahman’a ibadet edecek, davasını yürütecek kimse kalmaz diye yakarıyor ve ümmetini bu zor durumdan kurtarması için Rabbine yöneliyordu kutlu peygamber. “Hani (Allah) size korkudan emin olmanız için hafif bir uyku veriyordu. Üzerinize gökten bir yağmur yağdırıyordu. Böylece sizi temizliyor şeytanın vesvesesini gideriyor, kalplerinize zafer için sebat veriyor ve bu yağmur sebebiyle ayaklarınızı sabit kılıyordu.” (Enfâl, 8/11)
Karşılaşma, hicretin 2. yılı 17 Ramazan’da, miladi 13 Mart 624 günü başladı. Bu savaş, kardeşin kardeşle, babanın oğulla, dayının yeğenle kıyasıya vuruşacağı amansız bir savaştı. İslam mücahitleri sayı eşitsizliğine rağmen Allah’tan ümidi kesmiyordu. Çünkü davaları hak ve arkasında durdukları kişi onları bu şirk bataklığından kurtaran kişiydi.
Kureyşlilerin bir âdeti olan mübareze denilen düelloda, savaştan önce her iki taraftan birkaç kişi çıkar ve karşı karşıya gelirlerdi. Bir taraf karşıdakini yendikten sonra asıl savaş başlardı. Bu mübarezede müşriklerden Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia ve Velid b. Utbe çıkıp Müslümanlardan üç kişi istediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) Ensar’dan birkaç kişi öne çıkardı ancak müşrikler amcaoğullarıyla yani Kureyşlilerle çarpışmak istediklerini söyleyince Efendimiz “Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk ya Ali!” diye emretti. Hz. Hamza ve Hz. Ali birer hamlede hasımlarını yere serip Ubeyde’ye yardıma gittiler ve onu da öldürdüler. Gazve dönüşü şehit düşecek olan Ubeyde ise ağır yara almıştı.
Mübarezenin ardından savaş tüm şiddetini gösteriyor, Resûlullah’ın Rabbine yakarışı İslam mücahitlerinin “ehad” nidaları arasında yükseliyordu. Önce yedi kat semadan gelen haber, ardından saf saf gelen melekler… Resûlullah’ın (s.a.s.) nidası cevap bulmuş ve Rabbi ona karşılık vermişti: “Ben size peşpeşe gelen bin melekle yardım ediyorum.” (Enfâl, 8/9)
Bu mucizeye bizzat şahit olan Ashab, Efendimiz’in (s.a.s.) sevincine ortak oluyor, imandan aldıkları güce bir de Rahman’ın gökten inen askerleri ekleniyordu.
O gün bir hurma yerken harcadığı vaktin dahi kendisini dünyada fazla tuttuğunu söyleyerek bir an önce cennet ehli olma arzusuyla Rabbine doğru koşup, vaatlerini yerine getiren mücahitlerden Umeyr b. Hammam vardı. O gün savaş meydanında “Bana Ebu Cehil’i gösterin!” diyen, sonrada o, kibrinde gark olan firavunu zebanilere teslim eden ve kanlı kılıçlarıyla Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) huzuruna gelen birbirinden yürekli, Rahman’ın aslanlarından, Muaz b. Amr ve Muaz b. Afra vardı. O gün imandan yüz çevirenin yüzünü cehenneme sürmek üzere müşrik dayısını kılıçtan geçirenlerden, Ömerü’l-Faruk vardı.
Savaş, şehitleriyle, gazileriyle, müşriklerden esirlerle ve ileri gelenlerinin ölüleriyle sona ermiş, müşrikler açısından koca bir mağlubiyet, İslam mücahitleri içinse apaçık bir zafer olmuştu. Müslümanlardan on dört şehit vardı. Müşriklerden ise çoğu ileri gelenlerden olmak üzere yetmiş ölü, yetmiş de esir alınmıştı. Esirler hakkında Hz. Ebu Bekir öldürülmeyip fidye karşılığı serbest bırakılmaları fikrini savunurken Hz. Ömer öldürülmeleri görüşünde idi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ashabıyla istişaresinden çıkan son kararla fidye karşılığı serbest bırakılmaları, gücü yetmeyenlerin ise onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılması oldu. Bu olay üzerine daha sonraları Hz. Ömer’i destekleyen şu ayet indi: “Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basmadıkça (düşmana üstün gelmedikçe) esirler alması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Hâlbuki Allah ahireti kazanmanızı istiyor. Allah azizdir, hakîmdir.” (Enfâl 8/67) “Eğer Allah tarafından bir yazı (bir izin) gelmemiş olsaydı aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl 8/68)
Enfâl Sûresi Bedir savaşı hakkında nazil olmuş, savaşı ve olayları konu almıştır. Bu sûre, sadece bir savaşın olay ve sahnelerini ele alan ve hikâye eden bir sûre değil aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) safındakileri ve müşrikleri ince çizgilerle ayıran, bir Müslümanın verdiği bir savaşta kendini zayıf hissettiği anda Rahman’ın nasıl kuluna yetiştiğini, bir yandan ümidin bir yandan da Yaradan’a olan yakarışın cevapsız kalmadığını görünmeyen mucizelerle gösteren, her şeyden önemlisi bütün o zorlukları bir kez daha yaşatırcasına bize hissettiren bir sûredir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?