Ve yürüyorum Kudüs’ün mübarek dar sokaklarından yağmurun tenimi ıslatmasını umursamadan.
Sonra elinde peçete bulunan bir çocuğun seslenişiyle kendime geliyorum daldığım hülyalardan,
Arapça olarak “Alır mısın abla?” diyor Kudüs’ümün bağrında yetişen çocuk.
O sırada sıcacık Kudüs simidinin kokusu ilişiyor burnuma.
Yürümeye devam ediyorum etrafımda olanlara şahid olarak.
Birkaç dakikalık yürüyüşün ardından Hıtta kapısına ulaşıyorum.
Ve giriyorum kapıdan sessizce, edeple, başım eğik bir şekilde Aksa’nın avlusuna.
Zeytin ağaçları arasından ilerliyorum, sırtımı ağaçlardan birine yaslıyorum.
Ve kafamı kaldırıyorum.
İşte o an, zaman duruyor benim için.
İşte yâr, tüm güzelliğiyle duruyor karşımda mahzun, masum, yorgun bakışlar eşliğinde.
Dayanamıyorum o masum bakışlarına.
Koşuyorum yamacına doğru sarılıyorum ona sıkı sıkıya.
Kokluyorum sarı saçlarını.
Tüm dünya kelamlarından uzak zeytin yapraklarının hışırtısı ve hafif hafif çiseleyen yağmur eşliğinde.
Sessizce dertleşiyoruz.
Gözyaşlarımız konuşuyor.
Ey Aksa! Umudun diliyle konuşabilirim sana, ruhumun en derinliklerinden.
Sahi söylesene, sana âşık olanların sende tattıkları şey neydi ey Aksa?
Ey sevgiden uzak gönüllerin öz suyu, adının her bir harfini aşkla sevip yazdığım Kudüs.
Ey elleri masum kanına bulanmış, insan görünümlü zalim tarafından incitilmiş olan yârim.
Ey her tarafında peygamber secdesi olan, her bir yanı peygamber kokan kadim belde.
Sana ulaşmak bu kurmaktan yılmadığım hayal kadar basit olsa.
Gelsem sarılsam sana yaralarına merhem olsam.
Mavinin en güzel tonuyla işlenmiş detaylarını seyretsem.
Baksam baksam ağlasam ağlamaya doyamasam.
Ve gelse artık kardan aydınlık günler.
Şükür secdeleri etse alınlarımız.
Ve yükselse semanda “Allahu Ekber” sadâları.
Ve olsan yüz bin Müslümana başkent, yaşasak huzur içinde kollarının altında.
Yıllar geçse özgürlüğünün üstünden.
“Bir zamanlar İsrail vardı ya, onu da alt ettik” desek sevinçle…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?