Bilindiği üzere Güney Afrika Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler teşkilatına bağlı Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail işgal rejiminin Gazze’de soykırım yaptığı gerekçesiyle bir dava açtı. Bu davanın uluslararası kamuoyuna yansıması ve Filistin davasının uluslararası dengeler üzerinde etkisi hakkında aylık Vuslat dergisinin Şubat 2024 sayısına, soykırım suçlamasının uluslararası hukukla ilgili boyutu ve küresel güçlerin bu konudaki iki yüzlü tutumları hakkında Ribat dergisinin Şubat 2024 sayısına yazdığımız yazıda ayrıntılı bilgiler verdiğimizden burada aynı şeyleri tekrar etmeye gerek görmüyor, konuyu biraz daha geniş çerçevede değerlendirmek isteyenlere de söz konusu yazılarımızı okumalarını öneriyoruz. Bu yazımızda da ağırlıklı olarak işgal rejiminin soykırım yapmakla suçlanmasına mesnet teşkil eden saldırı politikası ve uygulamaları hakkında bilgilendirme yapmak ve böylece konunun, sözünü ettiğimiz yazılarımızla bütünlük oluşturacak bir başka boyutu üzerinde durarak genel bir çerçeve çizmek istiyoruz.
Bir saldırının askeri anlamda savaş olarak nitelendirilmesi için öncelikli hedeflerin de karşı tarafın askeri mekanizmasını oluşturan kişi, kurum veya araçlar olması gerekir. Eğer saldırı belli bir topluluğu dini, ulusal veya ırksal kimliğinden dolayı toptan hedef alıyor, askeri fonksiyonlarına ve savaşla irtibatlarına bakılmaksızın bu topluluğa mensup olan herkes ve onların bütün kurumları saldırıda meşru hedef olarak görülüyorsa bu soykırım olarak nitelendirilir. BM Genel Kurulu’nun 1948’de çıkarıp 1951’den itibaren yürürlüğe soktuğu Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’de de soykırım bu şekilde tanımlanmaktadır.
Siyonist işgal rejiminin, Filistin direnişinin 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirdiği ve Aksa Tufanı olarak isimlendirdiği operasyonu bahane ederek başlattığı savaşta da öncelikli hedefler Gazze bölgesi ahalisine azami derecede zarar verecek ve insanların kalabalık kitleler halinde bulunabileceği noktalar olmuştur. Buraların öncelikli hedefler haline getirilmesinin amacı ise tüm Gazze halkının hedef haline getirilmesi ve hepsinin birden zarar görmesi, yaşadıkları bölgenin hiçbir şekilde can güvenliğinin olmadığı alan haline getirilmesi ve böylece bütün ahalinin orayı terk etmeye zorlanması idi. Zaten siyonist işgal rejimi resmi ağızdan yaptığı açıklamalarda ve üst düzey yetkililerinin bireysel açıklamalarında da bu amacını çok belirgin bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu çerçevede işgal güçlerinin öncelikli hedeflerinin birinci sırasında yer alan kurumlar hastaneler oldu. Uluslararası hukuka göre hastanelerin, sağlık kurumlarının ve görevlilerinin vurulması savaş suçu sayıldığı halde işgal güçleri saldırılarında sağlık kurumlarını ve görevlilerini birinci hedef haline getirdiler.
İşgal güçleri hastaneleri kasıtlı olarak hedef alan saldırılarına gerekçe oluşturmak amacıyla buraların altlarında Hamas’ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam Tugayları’nın gizli silah depolarının bulunduğu ve hastanelerin altlarına açılan tünellerle bu depoların kullanıldığı iddiasında bulundu. Oysa Filistin direnişinin kesinlikle böyle bir şey yapmadığı ve aynı zamanda Filistin halkının maslahatı açısından da bu yöntemi uygun görmediği biliniyordu. İşgal güçlerinin iddialarına delil oluşturacak hiçbir olaya da rastlanmamıştı.
Bunun yanı sıra Gazze’deki Sağlık Bakanlığı yetkilileri BM’ye, işgalcilerin iddialarının ne derece doğru olduğunun araştırılması için bir uluslararası komite oluşturulması ve bu komitenin Gazze’ye gönderilip hastanelerde gerekli incelemeleri yapması, sonrasında hastanelerdeki faaliyetlerin yakın takibe alınması yönünde çağrı yöneltti. Ama maalesef uluslararası kurumlar bu çağrıya olumlu karşılık vermedikleri gibi işgal güçlerinin hastaneleri hedef alan saldırılarının önüne geçmek amacıyla hiçbir girişimde de bulunmadı.
Bu arada işgalcilerin hastanelere yönelik saldırılarında en büyük katliamın gerçekleştirildiği hastane de Anglikan Kilisesi’nin Kudüs’teki papalık teşkilatına bağlı Baptist (El-Ma’medani) Hastanesi oldu. Bu hastane tamamen kiliseye bağlı bir kurum olduğundan ve Kudüs’teki Anglikan Kilise teşkilatı tarafından denetlendiğinden Filistin direnişi tarafından kullanılıyor olması ihtimali yoktu. İşgal rejimi tabii bu hastane hakkında böyle bir iddiada bulunamayacağını bildiği için bu hastaneye yönelik saldırının İslami Cihad Hareketi tarafından gerçekleştirildiği iddiasında bulundu. Bu iddia ise tamamen saçmaydı. Çünkü İslami Cihad Hareketi’nin elinde böyle bir tahribata sebep olacak teçhizatın bulunmadığı ve saldırının havadan yapıldığı, havadan bu kadar büyük tahribata sebep olacak saldırının gerçekleştirilmiş olması için ise ya uçaktan bomba veya uzaktan füze atılmış olması gerekiyordu. Yani tüm ihtimaller saldırının siyonist işgal rejimi tarafından yapıldığını gösteriyordu. Ama uluslararası kurumlar iddiaların araştırılmasına ihtiyaç olduğunu ileri sürerek işgal rejimini suçlamaktan çekinirken, araştırdıkları zaman suçlunun işgalci siyonist rejim olduğunun ortaya çıkacağını bildiklerinden savaş ortamını bahane ederek ihmal etmeyi ve hadiseyi küllenmeye terk etmeyi tercih ettiler. Anglikan Kilisesi’nin arkasında duran İngiliz emperyalizmi de siyonist işgal rejimiyle işbirliği yaptığından, kilise de saldırıya tepki göstermesine rağmen siyonist işgal rejimini sıkıştırma amaçlı bir girişimde bulunmaktan kaçındı. Gerekçesi yine saldırının kim tarafından yapıldığının kesinlik kazanmadığı iddiasıydı.
İşgal güçleri kara saldırılarını başlatmalarından sonra da hastaneleri öncelikli hedeflerin ilk sırasına yerleştirdiler ve gerekçeleri yine aynı iddiaydı. Bu iddialarından yola çıkarak birçok hastaneyi kuşatmaya aldı ve günlerce hastanelerin, görevlilerin, içerideki hastaların, onların refakatçilerinin ve buralara sığınan kalabalıkların dışarıdan herhangi bir şekilde insani yardım almalarına bile engel oldular. Sonra hastanelerin içine girerek kuşatmayı işgale çevirip güya altlarında silah ve teçhizat aradıklarını ileri sürerek muhtelif bölümlerini yıktı veya içlerindeki eşyaları, malzemeleri tahrip ettiler. İddialarına delil teşkil edecek herhangi bir malzeme bulamayınca da kendi elleriyle koydukları silahların ve askeri malzemelerin görüntülerini alarak kamuoyunu yanıltmaya çalıştılar. Ancak bu tür cambazlıklarda kullanılan yöntemleri bilen uzman kişiler onların yalanlarının perde arkasını ortaya çıkarınca iddialarının tamamen saçma olduğunu herkes gördü.
Hastanelere yönelik saldırılarında özellikle tıbbi amaçla kullanılan araçları ve birimleri tahrip etmeleri ve yıkmaları, hastaların ve sığınmacıların insani yardım almalarını engellemeleri, hastanelerin elektriklerini keserek hizmet vermelerini engellemeleri, çocuk ve doğum bölümlerini özellikle hedef alarak yeni doğmuş bebeklere yönelik hizmetlere engel olmak suretiyle onlarca bebeğin ölümüne sebep olmaları tam anlamıyla soykırım yaptıklarını, amaçlarının da Gazze halkını toptan cezalandırmak ve mağdur etmek olduğunu herhangi bir şüpheye mahal kalmayacak şekilde gözler önüne sermiştir.
Siyonist işgal rejiminin Gazze’ye yönelik saldırılarında öncelikli hedefleri arasında ikinci sırada camiler yer almıştır. Aslında camilerin tahribat ve yıkım açısından birinci sırada yer aldığını söylemek mümkündür. Ancak işgal güçlerinin buraları özellikle hedefe yerleştirdiğinin anlaşılmasından sonra buraların çok fazla sığınak olarak kullanılmaması ve sağlık hizmetleri, sosyal yardımlar, barınma gibi hayati birtakım zorunluluklar için kullanılan mekanlar olmaması sebebiyle buralardaki can kaybı ve yaralanma sayısı daha düşük oldu. O yüzden camilere yönelik saldırılar iletişim araçlarının ve kamuoyunun dikkatini çekme yönünden ikinci sırada yer aldı.
Normalde işgal rejiminin Gazze’ye yönelik soykırım saldırılarının ilk üç aylık süreci içinde bu bölgede 1000’den fazla cami tahrip edildi. Bunların büyük çoğunluğu tamamen yerle bir edildi. Çünkü işgal güçleri saldırılarında camileri özellikle ve planlı bir şekilde hedef alarak tahrip gücü yüksek bombalar veya füzeler atmak suretiyle yıktılar. Bazı camiler kısmen tahrip edildiyse de bunların da tamamına yakını kullanılamaz hale gelmiştir. Dolayısıyla birçoğunun ayakta kalan bölümlerinin de tamamen yıkılarak yeniden inşa edilmesi zorunlu hale gelmiştir.
Uluslararası savaş hukukuna göre ibadet mekanlarının kasten hedef alınması da savaş suçu sayılmaktadır. Ancak işgal güçlerinin Gazze’de Müslümanların 1000’den fazla camisini tahrip etmesine rağmen “uluslararası toplum” olarak nitelendirilen mekanizma işgalci siyonistin bu aşırılığını durdurma yönünde elle tutulur hiçbir teşebbüste bulunmadı. Hastanelere yönelik saldırılar diplomatik düzeyde küçük çaplı da olsa birtakım eleştirilerde bulunmak isteyenler tarafından gündeme getirildiyse de camilere yönelik saldırılar doğru düzgün bir şekilde gündeme bile getirilmedi.
Siyonist işgal rejiminin camileri özellikle hedef almasının iki sebebi vardı. Biri buralarda insanların toplu olarak bulunabileceği beklentisiyle katliamlar gerçekleştirme arzusu. Çünkü işgal rejimi tam bir soykırım yaptığından kullandığı bombaların ve füzelerin mümkün olduğu kadar çok can almasını istiyordu.
İkinci sebep ise camilere duyduğu kin ve nefretti. Camilere prensipte Müslümanların mabetleri olmasından dolayı zaten bir kini vardı. Ayrıca işgale karşı direniş ruhunu canlı tutan neslin son dönemde hep camilerle gönül bağı olduğunu, onlara fedakarlık ve cihad ruhunun buralarda verildiğini, buralarda eğitimlerden geçenlerin siyonist işgal karşısında çok daha kararlı ve dirençli olduklarını görüyordu. O yüzden buraları tamamen imha etmek, işgale karşı direniş ruhunu canlı tutan eğitim ve bilinçlendirme faaliyetlerinin ana merkezlerini tümüyle ortadan kaldırmak istiyordu.
Bu iki sebepten dolayıdır ki siyonist işgal güçleri sadece 7 Ekim 2023 sonrasında başlattığı ve aşırı derecede tahrip edici saldırılarında değil ondan önceki saldırı ve savaşlarında da camileri özellikle hedef almış ve çok sayıda caminin yıkılmasına sebep olmuştur.
İşgal güçleri son soykırım savaşında Gazze’de bilindiği kadarıyla ayrıca üç kiliseyi bombalamıştır. Buraları da evlerini terk etmek zorunda kalan kalabalıkların barınak ve sığınak olarak kullanması sebebiyle hedef aldıkları tahmin ediliyor. Gazze’de kilise sayısı zaten çok olmadığından vurulan kilise sayısının camilere oranla az olması normal sayılır. Batı emperyalizmi ve “uluslararası toplum” siyonistlerin kiliseye yönelik saldırılarına ve buralarda gerçekleştirdikleri katliamlara da sessiz kalmıştır.
Siyonistlerin saldırılarında üçüncü sırada gelen öncelikli hedefler okullar olmuştur. Buraları öncelikli hedef olarak seçmelerinin tek sebebi buraların sığınak olarak kullanılması ve evlerini terk etmek zorunda kalan kalabalıkların buralara toplanmasıdır. Hedef alınan okulların bazıları Filistin Eğitim Bakanlığı’na bağlı eğitim kurumları olsa da birçoğu BM’nin yan kuruluşu niteliği taşıyan ve Filistinlilere mültecilere yardım teşkilatı görevi gören UNRWA’ya bağlı olduğundan buraların askeri amaçla kullanılıyor olması dolayısıyla işgal rejiminin buraları askeri hedef olarak seçmesinin herhangi bir geçerliliğinin olması ihtimali yoktu. Sivil, savunmasız kalabalıkların toplandığı okulların kasıtlı olarak hedef alınması suretiyle büyük katliamlar gerçekleştirilmesi bile işgal rejiminin Gazze’de soykırım yaptığını ispat etmeye yetecek niteliktedir.
Siyonistlerin saldırılarının bir diğer öncelikli hedefleri ise “güvenli olduğu” ilan edilen sığınma merkezleri olmuştur. Buraların birçoklarıyla ilgili “güvenli yerler” tanımlaması bizzat siyonist işgal rejiminin saldırılarını yöneten askeri organları tarafından yapılıyordu. İşgal güçlerinin komutanları belli birtakım bölgeleri tahliye etmek, sonra da oraları ateş çemberine alarak oralarda mevcut olduklarından şüphe ettikleri mücahitleri katletmek amacıyla bölgedeki ahaliden belli yerlere taşınmalarını istiyor ve oraların güvenli yerler olduğu yönünde duyurular yapıyorlardı. Ama bu şekilde güvenli olduğu ilan edilen bölgelerin birçoğuna daha sonra işgal güçler tarafından saldırılar düzenlenmiştir. Bunların en vahşice ve en hunharca olanlarından biri de 21 ve 22 Ocak 2024 tarihlerinde Han Yunus’un batısındaki 30 binden fazla sığınmacının toplandığı 5 ayrı sığınma merkezinin vurulması olmuştur. İşgal güçleri buraları önce güvenli yerler ilan etmiş ve civarda, ateş çemberine alınacağı söylenen yerlerin ahalisinden o merkezlere taşınmalarını istemiş, sonra da o merkezlere hem havadan hem de karadan saldırılar düzenleyerek büyük katliamlar gerçekleştirmişlerdi. Katliamlardan sonra da sağlık ekiplerinin bölgeye girmelerini, öldürülenlerin cesetlerini toplamalarını ve yaralıları sağlık merkezlerine götürmelerini engellemişlerdi.
Böyle bir uygulama tam anlamıyla vahşet, büyük bir insanlık suçu ve soykırımın da zirvesidir. Çünkü işgalcilerin böyle bir taktiğe başvurması insanlardan, güvende olmaları için değil daha kolay bir şekilde topluca katledilmeleri imkanının hasıl olması için belli merkezlere toplanmaları istenmiş ve bu yolla onlara tüm insanlık adına utanç verici vahşet icra edilmiş olmaktadır. Ama ne yazık ki küresel emperyalizm siyonist katillerin böylesine korkunç vahşetleri karşısında bile sessiz kalmayı tercih etti.
Siyonist işgal güçlerinin en önemli öncelikli hedeflerinden biri de basın yayın organlarının ofisleri ve basın mensupları olmuştur. Normalde sadece olayları takip amacıyla sahada bulunan basın mensuplarının kasten hedef alınması da uluslararası hukuka göre savaş suçu sayılmaktadır. Siyonist işgal rejiminin Gazze’ye yönelik saldırılarında şehit edilen gazetecilerin sayısı ise 120’yi geçti ki bu, İkinci Dünya Savaşı’nda öldürülen gazetecilerin sayısından hayli fazladır.
İşgal güçleri ayrıca gazetecilerin evlerine ve ailelerine de saldırarak onları tehdit etmeye çalıştı ve bu tür saldırılardan dolayı gazetecilerin ailelerinin mensuplarından ve yakın akrabalarından da çok sayıda insan hunharca öldürüldü. Kendileri Filistin dışında görev yapan ancak aileleri Gazze’de yaşayan birçok Filistinli basın mensubunun ailelerine de saldırılar düzenlendi.
Siyonist işgal güçlerinin basın organlarını, çalışanlarını ve onların ailelerini ya da yakın akrabalarını hedef alarak saldırılar düzenlemesi, onları öldürmesi veya tehdit etmesi kendisinin işlediği suçların, sergilediği vahşetin dünya kamuoyuna yansıtılmasından rahatsızlık duymasından kaynaklanıyordu. Çünkü siyonist vahşet Gazze’ye yönelik saldırılarında gerçek kimliğini ve canavar ruhunu iyice dışa yansıtmış ama siyonist politikacılar yine de kendilerinin bu yönleriyle tanınmalarını ve tanıtılmalarını istemiyorlardı. Onların gerçek yüzlerini, kimliklerini, sergiledikleri vahşeti tüm çıplaklığıyla dünya kamuoyunun gözlerinin önüne serenler ise gazetecilerdi.
Siyonist işgalcilerin Gazze’ye yönelik saldırılarında toplu imha yani soykırım siyasetini izlemeleri, bu yüzden özellikle insanların kalabalık bir şekilde bulundukları hastaneleri, camileri, okulları ve sığınakları vurmaları sebebiyle katlettikleri ya da yaraladıkları insanların büyük çoğunluğunu da savaşta aktif olarak herhangi bir rolleri olmadığı bilinen çocuklar, kadınlar ve yaşlılar oluşturmuştur. Gazze’ye yönelik son soykırım saldırılarında da öldürülenlerin ve yaralananların %80’e yakın bir kısmının çocuklar, kadınlar ve yaşlılar oluşturmaktadır. Sadece kadınların ve çocukların oranlarının ise %70’lik bir kısmı oluşturduğu, kalan %10’luk kısmın da yaşlılardan oluştuğu tahmin ediliyor.
- Yazara Yaz