Nurettin Topçu, öğretmeni tanımlarken şöyle der: “Öğretmen, genç ruhları bir örs üzerinde döverek işleyen bir demircidir. Öğretmen, ruhların sanatkârıdır. Öğretmen; bilen, öğreten, irşat eden, yol gösteren, terbiye eden, hülasa veli, mürebbi ve emin vasıflara sahip insan demektir. Ruhların mürşidi, hayatın nazmı v e istikbalin en emin kefili olacaktır.
”Öğretmen, her şeyden evvel örnek insandır, tıpkı Mus’ab bin Umeyr gibi… Toplumu inşa eden, öğrencisinin ruh dünyasını zenginleştiren, tahammülsüzlüğü ve şikâyeti yaşamının hiçbir döneminde barındırmayan, bizlere hayatiyet kazandıran, değerlerimize yaslanarak içinde yaşadığımız çağın ruhunu anlayan, kavrayan, algılayan ve içselleştiren, bizlere dinamizm, cesaret ve asaleti yeniden hatırlatarak çözüm üreten müstesna insandır.
Öğretmen bilir ki, bireysel zaaflar, toplumsal sorumlulukları zehirler. Toplumsal kaygıların ve sorumlulukların bilincinde olan bir öğretmen, her türlü zaaftan arınması ve işine sevda ile bağlanması gerektiğini bilmek durumundadır.
Metotlu Çalışma
Cemil Meriç; “Unutmayalım ki mektebi aşk besler, metotlu çalışma yaşatır.” diyerek aşkı-sevdayı merkeze alarak, yöntem ve tekniğe dayalı bir düşünce mekanizmasının ve gerçekçi yaklaşımın gerekliliğine vurgu yapmaktadır. İskender, “Babam beni gökten yere indirdi. Hocam ise, beni yerden göğe yükseltti.” diyerek en büyük onurun öğretmenine ait olduğunu çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Aliya İzzetbegoviç; “Gökyüzünün öğrencisi olunmadan yeryüzünün öğretmeni olunmaz.” diyerek yeryüzü ve gökyüzü arasında olması gereken ilişkiyi ve tamamlayıcı unsuru ortaya koyar. Yeryüzü-gökyüzü helalleşmeli. Gökyüzünü dikkate almayan bir yeryüzü tasavvuru eksik, parçacı ve parçalayıcı bir tasavvurdur. Bu tasavvur, laisizmi doğurmuştur. İnsanlık, bu tasavvurun bedelini ağır ödemiştir ve ödemeye devam etmektedir. “Bütün insanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş, hiçbirimizin kurtuluşu olamaz.” bütüncül yaklaşımı ve tasavvuru insanlığın aradığı ve beklediği tasavvurdur. Bu tasavvurun en canlı örneği İslam nizamının ilk öğretmeni olan Mus’ab bin Umeyr’dir.
Mus’ab bin Umeyr, Yesrib’i Medine’ye dönüştüren öğretmenlerin öncüsü, “hesabi” değil, “hasbi” davranan, dünyevi olan tüm nimetlerden arınarak bütün davranışlarında örneklik gösteren, “kal” insanı değil, “hâl” insanı olan müstesna bir öğretmendir. Şimdi gelin bu büyük şahsiyeti beraberce tanıyalım.
İslam’ı Seçmesi
Mus’ab bin Umeyr (r.a.), anne ve baba tarafından Kureyş’in asil ve zengin bir ailesine mensup idi. Orta boylu, güzel yüzlü, nazik, narin ve yumuşak huylu ve son derece zeki biriymiş. Fesahat ve belagat yüklü güzel konuşması herkesi, kendisine hayran bırakıyordu.
Putların hiç kimseye bir fayda veya zarar veremeyeceğini biliyor ve insanların onlara tapmasından nefret ediyordu. Annesi onu en iyi şartlarda ve bolluk içinde yetiştirmişti. Onun güzelliğine, zenginliğine ve refah içinde oluşuna Mekke halkı gıpta ile bakıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.); “Mekke’de Mus’ab’dan daha zarif, daha narin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi.” diye buyurmuşlardı.
Mus’ab bin Umeyr, bütün bu zenginliğe, refaha, bolluk içinde yaşadığı hayata rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu. Kendisine tebliğ ulaşır ulaşmaz Daru’l-Erkam’a icabet etti. Orada gördüğü bu tablo, hayatının dönüm noktası oldu. Resûlullah (s.a.s.)’ı görür görmez, hiç tereddüt etmeden İslamiyet’i kabul etti. İslamiyet’i kabul ettikten sonra hayatı tamamen değişti. Sahip olduğu zenginlik ve servet, yerini yoksulluğa bıraktı. Onu kabul ettiği bu yeni dininden döndürmek için ailesi ona her türlü eziyeti ve işkenceyi yaptı.
Sabrı kuşanması gereken zor günler kendisini beklemekteydi. Ailesi Müslüman olduğunu duyar duymaz tıpkı Mekke’nin ileri gelen birçok ailesi gibi onlar da Mus’ab’ı aç ve çıplak bırakarak her türlü psikolojik baskıyı uygulayarak davasından dönmesi için her yola başvurdular. Evlerindeki mahzene onu kilitleyip günlerce aç ve susuz bırakarak, Mekke’nin o yakıcı güneşi altında ona ağır işkenceler yaptılar.
Ancak Mus’ab, bu ağır ve dayanılmaz işkenceler karşısında sabır ve sebat göstererek, muazzez ve mukaddes İslam nizamından asla dönmedi. Duruşundan zerre kadar sapma göstermedi. İslam davası uğruna, dünyevi nimet namına ne varsa hepsini, elinin tersiyle itti. Onun bütün derdi, bu muazzez ve mukaddes nizam olan İslam’ı yüreklere taşıma ve bu hayat nizamıyla insanlığı buluşturmaktı. O, kendisine yapılan her işkence ve eziyetten sonra bütün gücüyle şöyle haykırıyordu: “Allah’tan başka tapılacak, ibadet edilecek ilah yoktur. Muhammed (s.a.s.), O’nun peygamberidir.”
Resûlullah, Habeşistan’a hicret etmesine müsaade etti. Bir müddet Habeşistan’da kalıp, her türlü sıkıntıya katlandıktan sonra Mekke’ye dönüp, Peygamber Efendimizin (s.a.s.), yanına geldi. Hazreti Ali (r.a.), bu durumu şöyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka hiçbir giysisi yoktu. Resûlullah (s.a.s.) onun bu hâlini görünce, mübarek gözleri yaşla doldu ve: “Kalbini Allah Teâlâ’nın nurlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en güzel yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlü’nün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir.” buyurdu.
Medine’ye Gönderilmesi
“Bir süre sonra Mekke’nin ileri gelenlerinden bazılarının İslam’a girdiği yolunda yanlış bir haber duyulunca otuz sekiz kişiyle birlikte geri döndü ve Birinci Akabe Biatı’na kadar (621) Mekke’de kaldı. Bu tarihte Resul-i Ekrem, Medinelilerin isteğiyle onu İslam tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirdi; bu sebeple Medine’ye ilk hicret eden sahâbe olarak da kabul edilir.
Es’ad bin Zürâre’nin evinde kalan ve onun desteğiyle verimli bir çalışma yürüten Mus’ab bin Umeyr, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş ayetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla Üseyd bin Hudayr ve Sa’d bin Muâz gibi tanınmış şahsiyetlerin Müslüman olmasını sağladı. Medine’de Es’ad bin Zürâre ile birlikte cuma ve vakit namazlarını kıldırdı.
622 yılının hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş kişiyle Mekke’ye geldi ve Resûlullah (s.a.s.)’a bir yıl içinde yaptığı tebliğ faaliyetini anlatarak onun takdirini kazandı. Medine’ye hicretin başlangıcı olan İkinci Akabe Biatı’nın hazırlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli görev yaptı ve Medine’yi büyük hicrete hazır hâle getirdi.
Musab bin Umeyr’in en büyük özelliği onun genç yaşta öğretmen olarak Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Medine’ye gönderilmesidir. O sınanmıştır, denenmiştir ve neticede Resûlullah (s.a.s.), bu genç Kur’ân talebesine kalbiyle güvenmiştir. Böylece Mus’ab bin Umeyr, Medine’ye ilk hicret eden, tebliğ örnekliği ile orada İslami gelişmeye alan açan ve ilk cuma namazını kıldıran sahâbe olmuştur.
Genç ama olgun bu öncü şahsiyetin çabalarıyla kısa zamanda İslam dini Medine sokaklarında yayılmış, İslam dininin uğramadığı hane kalmamış ve yeni yeni Mus’ab’lar filizlenmeye başlamıştır.
Genç Öğretmen
Musab bin Umeyr (r.a.), bizler için, günümüz gençleri için çok önemli bir örnek ve hayatından çok şeyler öğrenilecek iyi bir öğretmendir. O, İslam tarihinin en genç eğiticisidir. Genç bir insanın bilgiyi nasıl tanıklaştırdığının, amelleştirdiğinin en büyük örneklerindendir. O; bir adap, üslup, empati ve nezaket abidesidir.
Onun şahitliği sadece sloganlarda saklı kalmamış büyük bir ahlak ve dinginlik içinde tüm yaşamına yansımış, iman kardeşliğiyle beraber biz olmanın bilincine varmış ve Kur’ân’ın yaşayan şahitlerinden olmuştur.
Mus’ab öğretmenimiz, Resûl’ün işaret ettiği yedi başak veren sağlıklı bir tohumun ne denli diri, üretici, verici ve gelişimci olduğunu hayatıyla örneklendirmiş öncü bir şahsiyetimizdir. Günümüzde vahyi kavramış, bununla bilinçlenmiş ve vahiy bilgisini tavırlaştırmış bu tür gençlere, tohum şahsiyetlere ne kadar çok ihtiyacımız var.
Yesrib’den Medine-i Münevvere’ye
İslam hızla yayılan bir din olmuştu; ama hâlen Muhammedî ümmetin toprağı yoktu. İman edeninin sığınabileceği bir barınağı, namaz kılabileceği bir mescidi yoktu. Yesrib, ses verdi. Bir hoca davet ettiler. “Biri gelsin bize din öğretsin!” dediler. Resûlullah (s.a.s.), onlara Mus’ab bin Umeyr (r.a.)’i gönderdi.
O, iyi bir binek ile iyi bir azık da görmeden yollara düştü. Günlerce, başına vuran güneşe inat yol kat etti. Kendisini bekleyen sıkıntılardan habersizdi. Bildiği tek şey vardı: O, Resûlullah (s.a.s.)’ın davetçisi idi. Bunu çok iyi biliyordu. Allah’a davet edenin adına davet edecekti. Yerden göklere yükseltenle yükselecekti. Ona emredene emir büyük yerdendi. Kesin olan sadece bu gerçekti.
Sonunda Yesrib’e vardı. İnsanları Allah’a davet etti. Asırlarca birbiriyle savaşmış iki kabilenin ortasına düştü. Yahudilerin hedef tahtası olacağı bir mıntıkada kaldı. Bildiği ayetler sayesinde imanla kaynayan kalbi vardı.
Bir doktor gibi insanları muayene etti, davasını anlattı. Kur’ân okudu. Resûlullah’ı anlattı. Gülene kızmadı, kızana küsmedi. Sabretti. Bir daha, bir daha anlattı. Tehdit edene; “Hele bir daha dinlesen!” dedi. Elini kılıcının kabzasına götürenlere bile ayet okudu. O ayetleri okurken, Resûlullah’ı anlatırken kimse bir yıl sonrasını tahmin bile edemiyordu. Çölün yeşereceğini iddia etmek gibi bir şeydi onun çalışmalarının meyve vermesini beklemek. Ama çöl meyveye durdu, kayalardan pınarlar fışkırdı. Ölmüş kalpler onun tatlı dili ile hayat buldu. Yesrib bağrını açtı. Asırlarca savaşan iki kabile, tünelin ucunda birleşmeye doğru yürüdüler.
Bir yıl bile dolmadan görevinde Mekke’ye yazdığı mektubunda, on üç yıldır aranan hicret diyarının haritadaki yerini gösterdi. Yesrib artık İslam diyarı değil, İslam’ın merkezi idi. Onun çalışmaları kısa zamanda sonuç vermişti. Peygamber’inin yüzünü güldürdü. Mazlumlara sığınak buldu.
O, tek kişilik bir ekipti. Tek başına çalıştı. Hiçbir imkânı yoktu. Özel bir eğitimi de yoktu. Gönülden konuştu. Gönüllere girdi. Büyük düşündü, büyüğü başardı.
Şimdiki Medine’nin münevver hâli, onun emeğinin sonucudur. O, Yesrib’i münevver hâle getirdikten sonra çok yaşamadı; ama himmeti asırlara yayıldı, kıyamete kadar silinmeyecek bir iz bıraktı. Onu Allah sevdi. Allah’ın Peygamber’i sevdi. Mü’minler sevdi.”1
Şehid Olması
Mus’ab bin Umeyr yaklaşık on sekiz yaşlarında Müslüman oldu ve kırk yaşlarında şehadet mertebesine ulaşarak şu ayetin müjdesine mazhar oldu: “Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehid olmuştur). Bir kısmı da (şehid olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23)
Gençlik yıllarının en kritik dönemlerinde, mücadeleden mücadeleye koştu. Öyle ki şehit olurken bile İslam sancağını yere düşürmeme hassasiyetini gösterdi.
O, gençlik yıllarının bütün enerjisini İslam davasına feda etti. Bundan dolayı, yaşadığı bu dolu dolu hayatında boşa geçirilecek bir anı, boşa söylenecek bir sözü yoktu.
Kaynakça
1) Musap Baran, Yecder IV. Ulusal Din Görevlileri Sempozyum Bildirileri, 27 Nisan 2013, İstanbul.